Yeni Üyelik
2.
Bölüm

Hastane

@larossina812

 

Güneş ağır ağır, nazlı nazlı kıpırdanırken her kıpırdanışında ortaya daha da hayranları verici bir manzara çıkıyordu. Kızıl gökyüzünün rengi biraz daha açılmaya başlarken bu kentin semalarında gün daha yeni başlıyordu ve yatakta yatan misafirinin uyanmasını bekliyordu. Genç adam yattığı yerde huzursuzca kıpırdanırken her kıpırdanışında acı dolu bir nefes veriyor, sanki çok özlediği bir şeyi bulmuş gibi arada bir sayılıyor ve kokuyu içine çekiyordu.

Göz kapaklarının arkasında kim bilir ne görüyor, yüz ifadesine bakılırsa gördüğü şeyde adeta dehşete kapılıyordu. Elinde sımsıkı tuttuğu yatağın soğuk demiri avucunun içini kemiriyordu ama uykusu öyle yoğundu ki, henüz hiçbir şeyin farkında değil gibiydi.

Herhalde serumların etkisinden olacak, yorgun düşmüş bedeni ilk defa bu kadar dinleniyor gibiydi. Uyandığında muhtemelen etrafına bakacak ve bu dinlenmeyi mesleğine saygısızlık olarak tanımlayacak ve bu kadar dinlendiği için pişman Gökyüzü masmavi bir hâle büründüğünde güneş ışınları perdenin arkasından sızıp odanın içine dolmaya başlamıştı bile. Genç asker zaten iki metre boyuyla yatağa zor sığıyordu, az daha kıpırdanırsa gerçekten düşecek gibiydi.

Odanın içindeki bozuk saatin tik takları kafasının içinde yankılanıyor ve sinirlerinin bozulmasına sebep oluyordu. Serum takılı kolu aşağıya doğru sarkarken diğer kolu göğsünün altında kalmış, hafif hafif uyuşmaya başlamıştı.

Saat yeni yeni 10:00’a gelmeye başladığı an serumun etkisi geçmek üzereydi. Hemşire arada bir odaya giriyor, pansumanını değiştiriyor, elindeki iğneyi seruma enjekte ediyor, sonra da gidiyordu. Ellerinde, yüzünde hâlâ kurumuş kan damlaları vardı. Gözlerini açtığında ok gibi siyah kirpiklerinin ardında kalan siyaha çalan gece mavisi gözleri yara izinin izin verdiği sürece odayı taradı ama nerede olduğunu anlayamadı.

Şu anda bütün düşünceleri birbirine girmiş gibi görünüyordu. Koluna baktığında kolunda takılı olan serumu gördü ve bir süre boyunca kolundaki serumu çıkartmaya, ayağa kalkmaya çalıştı ama başaramadı. Hemşire koşarak içeriye daldı, anlaşılan genç asker serumu çıkartmaya çalışırken alarma basmıştı. Beş dakikalık uğraşın ardından nefes nefese, ter içinde kalmıştı. Eskiden olsa hemen ayağa kalkabilirdi ama sırtındaki kurşun izi ve sızlayan dikişleri bütün gücünü kesmişti.

“Lütfen yatın Savaş Bey,” ona da kızamıyordu, sonuçta genç kızda burada mesleğini yapmaya çalışıyordu ve farkında olmadan kızın işini zorlaşırmıştı.

Her şey birbirine girmişti. Bu kadın kimdi? Şu an neredeydi? Arkadaşları neredeydi? Bir süre bunları düşündükten sonra zonklayan başını ovuşturdu....Ne zamandır buradaydım? Burası neresiydi? Bir süre etrafıma bakındım ama zihnim bulanıktı, her şey birbirine karışıyordu. Odada birinin olduğunu düşünüyordum, böyle durumlarda zihnim beni yanıltmazdı çünkü böyle durumlarda zihnim normalde olduğundan daha hızlı, daha kusursuz çalışıyordu.

“Kim var odada? Cevap ver!” Yanımda silahım yoktu, savunmasızdım ama pansuman malzemelerinin olduğu tepsiden sakinleştirici olduğunu tahmin ettiğim (demin gelen kız bana bu iğneyi vurmuştu çünkü,) iğneyi elime aldım ve avucumun içine sakladım ve beklemeye başladım. Hemen ardından bir çıtırtı sesi duyuldu. İşte tahmin ettiğim gibi, orada, odada biri vardı, hemen arkamda.

Menekşe kokusundan bunu rahatça anlayabiliyordum. “Yatağınıza yatın lütfen.” Sesinde garip bir şekilde titreme ve üzerinde bariz bir tedirginlik vardı; bu tedirginliği arkama dönemesem bile anlayabiliyordum. “Kimsin?” Cevap vermeyeceğini bilsem de yine de aynı soruyu tekrarladım ama kem küm etmekten başka bir şey yapmadı.

Düşen iğneyi almak için yere eğildiğinde sol göğsünün içinde bir şişlik vardı. Biraz daha eğildiğinde sol göğsünde saklı sakinleştirici iğneyi rahatça görebilmiştim; aslında saklamıyordu, sanki benim görmem için yapmıştı. “Biraz yaklaşabilir misiniz?” Çapkınca göz kırptım. “Telefon numaranız var mı?” Bana doğru yaklaştığında dudaklarıma doğru eğildiğinde elimin altında olan iğneyi omzuna sapladığımda yere yığıldı.

Temiz iş, bitmişti işte. Üzerine baktığımda sol göğsünde saklı olan silahı gördüm. Kadın ve i vurmadan ben işini bitirmiştim işte....Albay Dursun Taşar yine önceki günde olduğu gibi aynı yerde oturuyor, bir yandan önündeki dosyaya bakarken bir yandan da ağrıyan gözlerini ovuşturuyordu. Aslında bu odada uykusuz kalmaya alışmıştı ama yası gittikçe ilerliyordu, elli yedisinde merdiven dayamıştı. Kapıyı açtı ve “bana Canan kızımı çağırın,” diye seslendi. Yerine oturduğunda nefes nefese kalmıştı.

Birkaç saniye sonra Canan Köse odaya girdi. “Beni çağırmışsınız Albay’ım.” Dursun albay o tatlı huysuz tonunda “otur kızım, nasılsın, iyi misin? Bırak öteki hergeleleri, biz beraber konuşalım Canan kızım.” Dursun albay kızı gibi gördüğü Canan’la konuşmayı pek severdi. “İyiyim albayım. “Bir şeyiniz mi vardı?” Canan’ın yüzüne baktı. “Pamuk kalpli kızım benim. Kızın nasıl? Yapabileceğimiz bir şey var mı?” Canan mahcup mahcup başını eğdi, gözleri dolmuştu yine. Kızından ne zaman bahsetse gözleri dolardı. “Yok albayım. Sadece çok özledim. Ama kızım emin ellere emanet, bunu bilirim. O yüzden içim rahat çok şükür. Ama bir derdim olduğunda ilk Dursun babamın kapısını çalacağımı da bilirim.”

Dursun albay sandalyesinden kalktı ve Canan kızının yanına oturup yüzünü avuçlarımın içine aldı. “Seni böyle üzgün görmek beni de üzüyor kızım. Of ihtiyarladım iyice, hemen gözlerim doldu yine. Seni ne için çağırdığımı az kalsın unutuyordum. Malum, yaş ilerledi, gözlerim artık az görüyor, bana şu dosyayı okuyuver güzel kızım” Canan kızının üzerine eğilip saçlarını öptü Dursun albay. Canan dosyayı okudu, Dursun albay aldığı notları bilgisayara geçirdi. Yarım saat sonra bütün notlar bitmişti.

“Ben olsam tek başıma üç saatte yapardım Canan kızım, Allah senden razı olsun, ne muradın varsa versin. Ben çıkıyorum Canan kızım.” Canan Dursun albayın elini tuttu. Nereye baba? Biraz dinlenseydiniz?” Dursun Albay gülümsedi. Endişeni anlıyorum kızım. “Savaş’ı görmeye gideceğim Ziyaret saatinde gitmem gerek.” Asker rozetinin olduğu cüzdanını göğüs cebine koydu ve odadan çıktı ve makam aracına bindi. Bugün hem göz randevusu vardı, hem de vurulan askerini ziyaret edecekti. Dün taşa çarpıp yere düşmüş, düşerken de gözlüğünü kırmıştı.Makam arabası hareket ettiğinde sakladığı cüzdanını eliyle yokladı. Araba yoldan geçerken askerlerin talimine baktı. “Sizi gidi hergeleler sizi, hiçbirinize kıyamıyorum ya.”

Tatlı tatlı gülümsedikten sonra elindeki mendille alnının terini sildi. Araba hastanenin önünde durduğunda cüzdanını çıkardı ve danışmaya doğru ilerledi. Kimliğini ve rozetini gösterdi. “Göz randevusu için gelmiştim.” Kendisini bir odaya aldılar. Nihayet bütün işlemler bittiğinde gözlükçüye gidip yeni gözlüğünü aldı....Kapı tekrar açıldığında içeriye biri daha girmişti. “Asker, bu hal ne?” Sertçe yutkundum. “Göğsünde bir silah vardı, beni vuracaktı, silahsızdım, kendimi savundum.” Albay karşımdaki sandalyeye oturdu.

“Öldü mü peki?” Yüzündeki kızgın ifade yerini endişeye bırakmıştı. “Bir rahat dursana oğlum ya. Dikişlerin patlamış.” Yutkunduktan sonra ellerini önünde kavuşturdu. Neyse, konumuza gelelim. “Eğer iyileşirsin yarın akşam yanıma uğra, planı konuşuruz.” İkimizde huzursuzduk. “Asker, işi kabul ediyor musun? Yoksa yaralandım diye cayacak mısın?” Niye bu soruyu tekrar soruyordu? Ama bunu sormak ve düşünmek benim haddim değildi. “Ucunda ölüm olsa bile hayır.”

Loading...
0%