Yeni Üyelik
7.
Bölüm

Baş Vampir'in Huzurunda

@larossina812

Gözlerimi açtım ve zifiri karanlık bu ormanda sanki nerede olduğumu anlayabilecekmişcesine etrafıma baktım ama hiçbir şey göremedim. Neredeyse gökyüzüne kadar uzanan ağaçlar sanki görünmemesi görünen bir görüntüyü saklama ister gibi yolu kapatıyordu.

Birkaç dakikalık dinlenmenin ardından görüntü yavaş yavaş netleşirken etrafımdakileri daha rahat görmeye ve daha rahat seçebilmeye başlamıştım; ama hâlâ çok karanlıktı. Ayağa kalktığımda gözüme ilk çarpan şey gökyüzüne kadar uzanan, neredeyse boyu iki metreyi bulan yapışkan dikenli ağaçlardı. Her ağacın dibinde dikenli çalılıklar bulunuyordu.

Ayağımda bir acı hissettiğimde aşağıya doğru baktığımda çok yoğun olmasa da ayağımdan kan akıyordu ve kanın kokusu midemi bulandırıyordu. Ayağa kalktığımda sanki bir şey görebilecekmişim gibi etrafıma baktım ama hiçbir şey göremedim. Yürümeye başladığımda ağacın önünde durdum ve yolumu bulabilmek için bir miktar kan akıttım. Ve üzerimdeki elbisenin bir kısmını yırtıp ağacın önüne koydum.

Üzerimde eski püskü olsa da bir elbisenin olması benim için iyiydi çünkü koskoca ormanın ortasında çıplaktı yatmaktansa üzerimde bir elbisenin olmasını tercih ederdim. Olduğum yeri geride bırakarak neredeyse gökyüzüne kadar uzanan ağaçların arasından yürümeye başladım. İleride yol yoktu ve tek yol ağaçların arasından geçen taşlı yoldu. En azından ağaçların arasından çok az vuran ay ışığından bu kadar görebilmiştim.

Kuvvetli bir rüzgar estiğinde neredeyse bütün kemiklerine kadar donduğumu hissettim çünkü hava gerçekten buz gibiydi. Hemen ardından saniyeler içinde şiddetli bir yağmur başladığında yağmurdan dolayı gözümün önünü göremez hale gelmiştim. Mümkün olduğunca ağaçlara değmemeye çalışıyordum çünkü ağaçların üzerinde zehirli ve yapışkanlı dikenler vardı.

Bir anda ay tüm ışıklarını çektiğinde bir an kör olduğumu zannettim ama sonra bunun gökyüzünü kaplayan kara bulutlardan olduğunu anladım. Önümü hiçbir şekilde göremediğim için taşlara takıla takıla, sendeleye sendeleye yürüyordum. En sonunda karanlıkta ayağım takıldı ve bu sefer gerçekten yere düştüğümde dizim yere sürtündü ve kanamaya başladı.

Kendimi sanki bir kara deliğin içinde gibi hissediyordum, sadece yolumu bulmam gerekiyordu ama yol kapalıydı ve ışıklar yoktu. Kendimi buraya ait hissetmiyordum. Ben bu değildim. Peki şimdi ne yapacaktım, nereye gidecektim. Tekrar ayağa kalktım ve sızlayan dizimle elime gelen ilk şeye tutunarak yürümeye devam ettim.

İleriden sesler geliyordu ve ben seslere yaklaştıkça kahkaha ve fısıltı sesleri çoğalıyordu. "Yolu gösterin," dedim güçsüz bir çabayla ama hiçbir şey olmadı. Defalarca düşüp kalktım, yoluma devam ettim, yine düştüm. Bu zorlu yolun sonunda sanırım bir yere varmayı başarabilmiştim. Yol çok taşlı olduğu için halâ yürümekte zorlanıyordum

Nefes alışverişlerim hızlanırken kalp atışlarım ona eşlik ediyordu. İleriden atlı bir grubun sesleri geliyordu ama sesin ne taraftan geldiğini net olarak duyamıyordum çünkü kulaklarım uğulduyordu. Alnımdan akan ter damlacıklarını silerken soluk soluğaydım.

İleride çok hafif, cılız bir ışık görünüyordu ve boğulduğum bütün bu karanlığın içinde o cılız ışık sanki beni çağırıyor gibiydi; gördügüm şey hayal miydi, yoksa gerçek miydi buna bir türlü emin olamıyordum. Sanki bastığım her yere izini bulaştırıyor, zehrimi akıtıyormuş gibiydim ve attığım adımlar bir bir siliniyordu.

Fısıltıların tonuna bu sefer nefret eklenmişti. Artık gözlerim karanlığa alıştığı için bazı şeyleri daha net seçebiliyordum. Arkamdan bir uluma sesi geldiğinde arkamı döndüm ama hiçbir şey göremedim. Hemen ardından bir kahkaha sesi ve atların koşuşturma sesi geldi. Sanki göremediğim şeyler beni avlamak için bana doğru koşuyormuş gibiydi. "Geri döndü," dedi seslerden biri, diğer seslerden daha net, daha baskılıydı ve ne dediği diğer seslerden daha net anlaşılıyordu; sesindeki şeytani ışıltı da.

Hızlı hızlı yürürken birden vahşi önüme çıkmasıyla o kadar hızlı durdum ki, neredeyse düşüyordum. Galiba normalde de çok sakar biri olduğum için sürekli düşüyordum ve bu hiç iyi değildi. Nefeslerim sayılıydı, bunu hissediyordum. Gücüm yoktu, çağırabileceğim biri de yoktu, tektim, yalnızdım, insandım. İlk önce bir uluma sesi geldi, sonra sanki lokumu alabilecekmiş gibi etrafımda dolanmaya başladı ve benim hiç tahmin etmediğim bir anda şekil değiştirip insan haline büründü ve vampir dişlerini çıkarttığında her yer aydınlandı ve ay onun üzerinde parladı.

Üzerime atladı ve uzayan dişlerini boynuma geçirip susamışçasına kanımı içmeye başladı. Çığlık atıyordum ama sesim çıkmıyordu, debeleniyordum ama gitmiyordu. Ben teknelerini savurdukça kanımı daha çok içiyordu. Kanımı o kadar çok içiyordu ki artık kan kaybından bayılacak gibiydim ve feci halde midem bulanıyordu. Birden bir karanlık bir ışık belirdi ve ay ışığının bütün parlaklığını içine çekmeye başladığında insana dönüşen kurt dişlerini çıkardı ve tekrar kurt haline bürünerek yere oturdu ve kafasını gökyüzüne kaldırarak acı acı ulumaya başladı.

Yattığım yerde hareketsizce soluklanmaya ve korkudan dolayı ağlamaya başladım. Şu anda yanımda ayna yoktu ama yaşadığım korkudan dolayı yüzümün bembeyaz olduğuna emindim. Sıcak sıvı boynumdan aşağıya doğru inerken elimi boynuma değdirdiğim anda parmaklarıma bulaşan kan parmaklarımı kirletmişti. Ayağa kalkıp yoluma devam etmek istiyordum ama ayağa kalktığım anda uğrayacağım yeni bir saldırıdan korkuyordum.

Ayağa kalktığımda az önceki cılız ışık şimdi daha parlak görünüyordu ve ulaşabileceğim kadar yakında gibiydi. Sanki o ışığı sadece ben görüyordum. Dikenli çalılıkların arasından geçerek, bazen de karanlıktan dolayı önümü göremeyerek yoluma devam ettim. Kolum ağaca çarptığında kolum pul pul dökülmeye, kaşınmaya ve karıncalanmaya hatta uyuşmaya başlamıştı. Tam on beş dakikanın sonunda nefes nefese mağaranın önüne kadar gelebilmiştim.

Mağaranın içerisine girdiğimde mağaradaki cılız ışığa eşlik eden kızıl alevler yerde yatan kundaktaki bebeğin etrafını çepeçevre sarmıştı. Bebek kıpırdamadan, o kadar hareketsiz duruyordu ki bir an ölü olduğunu zannetmiştim. Bebeğin yanına ise yalnızca içi süt dolu bir biberon bırakılmıştı; bu mağarada önceden birinin yaşadığına dair herhangi bir iz yoktu.

Boynumdan akan kan, üzerimdeki beyaz kıyafeti kana bulanmıştı. Aniden gelen bastıramadığım öğürme hissiyle yere eğildim ve öksürmeye başladım. Ne kadar kan kaybettiğini bilmiyordum ama artık gözlerimi açacak halim kalmamıştı ve gözlerim yavaş yavaş kararıyordu.

Adım sesleri yaklaşıyordu, bu gerçek miydi, yoksa zihnimin bir oyunu muydu? Soğuktu, her yer çok soğuktu. Gözlerimi ancak birkaç dakika acık tutabiliyordum, sonra hemen gözlerim kapanıyordu. Üşüyordum, çok üşüyordum, hiç Üşümediğim kadar çok üşüyordum.

Elimi alnıma değdirdiğim anda alnım alev alev yanıyordu, sanırım ateşim vardı ama yanımda ilaç yoktu. Öksürük kriziyle sarılırken bir yandan bir faydası olacakmış gibi elimi kalbime vuruyordum. Birinin, "çok hasta," dediğini duydum ama o tarafa bakamıyordum bile. Sesi daha önce duymadığım bir melodi gibiydi.

Başımı tutup kendine çekti ve iğrenç kokan bir sıvıyı dudaklarıma yaklaştırdı ve "hadi, iç bunu," diye mırıldandı. Sıvıyı içtiğimde sıvı saniyeler içinde etkisini gösterdi ve iyileştim. Karşımda kumral saçları kalçasına kadar uzanan çok güzel bir kadın, onun yanında da az önce beni ısıran ve insana dönüşen kurtadam vardı.

"Bakire mi? Soruyu duyduğumda dönüp kaldım ve utancımdan kıpkırmızı oldum. Kadın eliyle elbisenin eteğini yukarıya doğru kaldırdı ve kilodumu aralayıp elini kızlığıma götürüp duvarlarımı araladı ve kontrol etti. "Evet, bakire efendim." Kılıcının kabzasını sıkıca kavradı ve bu kez de "işaretli mi?" diye sordu. "Adın ne? Korkmanı gerektirecek bir şey yok." Beni sakinleştirmeye çalışıyordu ama anlattıkları bir korku hikayesinden farksızdı. Adım "Hera. Şimdi ne olacak?" Sıcacık i elimi tuttuğunda sanki bir uyku ilacının etkisi gibi rahatlamıştım. Elini bıçakla kesip kanını yere akıttı ve diğerleriyle aramızda bir duvar oluştu." Üzerindeki kıyafeti çıkartıp bana vermen gerekiyor. Korkma, kimse bizi görmeyecek." Üzerimdeki elbiseyi çıkardım ve ona verdim. Elbiseyi kenara koyduktan sonra vücudumu incelemeye başladı.

Birkaç dakikalık incelemenin ardından, "işaretli değil efendim," dediğinde sanki istediği şeyi duyunca dudağının kenarı kıvrılırken sanki zevk alıyormuş gibi dudağından akan kanı beni süzerek sildi; ama dudağından akan kan kendi kanı değil, benim kanımdı. "Siz kimsiniz?" Elimi ağrıyan enseme götürdüm. Ben "Nymparod Krallığı'nın lordu Lord Divion'um. Bir baş vampirim. Sanırım sen bir insansın. Garip." Sanki kendi kendine mırıldanıyor gibiydi. "Anlamadım. Garip olan nedir?" Eliyle çenesini sıvazladı. "Yüzyıllardır topraklarımıza insanlar hiç uğramaz. "Helena, onu ata bindir. Küçük insan kızı bizimle gelecek." Ayağa kalktığımda"küçük insan kızı," kelimesini duyan gölgelerin kıkırdağını duydum, ya da bana öyle gelmişti. "Bu fısıltılar nereden geliyor? Ormanda hiç kimse yoktu."

Helena ve Divion sanki söylenmemesi gereken bir şeymiş gibi, sanki ikisinin bildiği çok önemli bir sırrı saklıyormuş gibi bana göre yıllar süren, onlara göre ise saniyeler sürecek kadar birbirilerine baktılar ve sorunu yanıtsız bıraktılar. Zaten bende cevap vermelerini beklemiyordum.

Bütün hücrelerimi donduracak kadar soğuk bir rüzgar estiğinde zaten ince olan kıyafetim yüzünden artık donmak üzereydim. Rüzgardan dolayı yüzüme yapışan saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırırken bir yandan da elimi korkudan dolayı hâlâ çarpan kalbimin üzerine koydum. Beynine giren ağrı yavaş yavaş artarken bir yandan da hiçbir şeyi belli etmemeye çalışıyordum ve bu oldukça zordu.

Onlara güvenmiyordum, bir anda ortalık karardı ve etrafıma baktığımda lord yoktu, kaybolmuştu. Bu adam kesinlikle tehlikeli biriydi ve kim bilir bana neler yapacaktı? Helena sanki bu durumdan çok memnun olmamış gibiydi, yine de bana çok güvenmediği için memnuniyetsizliğini yalancı bir tebessümün arkasına saklamayı tercih etmişti; tıpkı benim gibi.

"Hava neden bu kadar soğuk?" Helena beni ata bindirdiğinde kendisi de ön tarafa bindi ve atın siyah yelelerini okşamaya başladı. "Krallığın bu tarafı genellikle fazla yağış alır. Bugün hava son derece güzel. Hatta rüzgar bile yok. Bu havada üşüyor musun?" Bu sanki çok garip bir şeymiş gibi bana bakıyordu.

"Sanırım üzerimdeki kıyafet biraz fazla ince." Helena sessizliğe gömülürken önündeki atla bizi takip eden muhafıza bakıyordu. "Ares, lordumuz nerede?" Ares atın dizginlerini çekerek atı durdurduğunda az kalsın ona çarpıyorduk. "Lordumuz saraya geri döndü. Kendisi taht odasında bizi bekliyor. Nymparod Krallığı'na girer girmez insan kızını zindana kapatmamız gerektiğini söyledi. Kendisi sorguya cekecekmiş. Tek başına"

Ormanın içinden bir kükreme sesi duyduğumda diğerlerine baktım ama diğerleri bir ses duymuş gibi görünmüyordu. Bu sefer sadece kanımı içmeyle kurtulamayacağımı biliyordum. "Krallık ne tarafta Helena? Ben krallık göremiyorum."

Helena eliyle benim göremediğim çok uzaklarda bir tepeyi işaret etti. "İşte orada, çok güzel değil mi? Sen hiçbir şeyi göremiyorsun, değil mi? Üzgünüm. Unutmuşum. Merak etme, yarım saat sonra varacağız." Bir bebek ağlama sesi duyuldu. Yoldan sapıp Kara Orman'a girdik.

"Helena, nereye gidiyorsun?" Ares meraklıydı ama peşimizden gelmek için herhangi bir çaba sarf etmiyordu. "Sütüm yok. Bebeği emzirmesi için tanrıça Mona'ya götüreceğim." Arkaya dönüp bana baktı. Sende benimle geliyorsun. Bir insan soyluyu tanrıça görmeden krallığa götürürsek bu hoş karşılanmaz."

İyi, masum ve tatlı kızı oynamak için söylediklerini tamamen yerine getirmek gerektiğini anlamıştım. Orman yoluna tekrar girdiğimizde bu sefer orman daha ıssız, daha karanlıktı ve bu sefer o kulak tırmalayan fısıltılar yoktu. Ağaçların arasından geçerken sadece o soğukluğu tüm iliklerime kadar hissediyordum. Tapınağın duvarları buradan bile görünüyordu ve üzerindeki kocaman kırmızı yakutlar insanın gözünü alabilecek kadar fazla parlıyordu.

Garip olan şey ise ağaçların aralarının fazla acık olmasıydı. Sanki ormanın aralarındaki bazı ağaçlar yok olmuş gibiydi. Şeytani kahkaha sesi halâ kulaklarımda çınlıyordu ve bedenimde hâlâ Gölge İblisi'nin buz gibi parmaklarının bıraktığı görünmez izler vardı. Bu kadar soğuk olmam normal miydi? Peki, Helena neden bu kadar sıcaktı? Sanki kanı derisinin altında kaynıyor gibiydi.

Attan indiğimizde Helena atı ağaca bağladı. Ellerini inceledim. Ağaç dikenleri onun ellerine yapışmamıştı. Helena sunağa kanını damlattıktan sonra bıçağı elime verdi ve bebeği kucağına alarak tapınağa girdi. Onun olduğu yerde durdum ve sunağa kanımı damlattıktan sonra tapınağa geçtim.

Tanrıça tahtın üzerinde oturuyor ve bizi bekliyordu. "Ulu tanrıçamız, bebeği emzirmeniz için size getirdik. Bu bebeği emzirin ve bu bebek sizin kanınızla kutsansın." Tanrıça bebeği kucağına aldığında dakikalardır ifadesiz olan yüzünde bir ışıltı, belki de bir gülümseme oluştu. Ama bu gülümseme sadece bir saniyelik bir şeydi ve kim bilir ne için gülümsemişti.

Üzerindeki elbisenin yakasını açtı ve memesini açığa çıkartıp bebeğin ağzına verdi. Kim bilir ne zamandır aç olan bebek sütü soluksuz içmeye başladı. Eliyle minik bebeğin saçlarını okşamaya başladı. "Kimin bebeği bu? Gözlerinde ışık var. Çok güzel bir bebek bu." Bebek minik eliyle tanrıçanın parmağını kavradı.

Bebeğin emzirilmesi bitince memesini içeriye soktu ve elbisenin yakasını düzeltip bebeği Helena'nın kucağına verdi. "Bu insan soylu kim?" Helena beni iteklediğinde tahtın önünde diz çöktüm. "Uyudum ve uyandığımda buradaydım. Kimin beni buraya getirdiğini bilmiyorum." Bu düpedüz yalandı. Eğer tanrıça zihin okuyabiliyorsa oyunum bozulacaktı.

Tanrıça şimdilik inanmış gibi görünüyordu, bunu bilemezdim. "Lord Divion kendi sarayına götürülmesini istedi. Eğer bir sakıncası yoksa." Tanrıça onaylar bir ifadeyle kafasını salladı. "Şimdilik bir sakıncası yok. Hemen sorguya çekilsin." Tapınaktan çıktığımızda Helena atın ipin çözdü ve ata binip ilerlemeye devam ettik. Neden tanrıça bebeği emzirdi? Bir başkası emziremez miydi?"

Yola çıkana kadar konuşmadık. Yeni doğan bebekler kutsanmak için tanrıçalara getirilir. "Böylece bebeğin hangi tarafa ait olduğu ortaya çıkar ve ona göre yetiştirilir." Taşlı yolda giderken atlar taşlardan huysuzlanmış gibiydi. "Ne kadar kaldı? Atlar fazla dayanamayacak gibi görünüyor."

Tekrar düz yola çıktığımızda geriye dönüp ilerideki yol ayrımının tersine gitmeye başladık. İleride çok hafif, cılız bir ateş görünüyordu. Muhafızlar etrafta geziniyor ve buradan geçecek olanları kontrol ediyordu. Armaları üçgen içinde kanlı bir dişti. "İnsan soylu atında ne arıyor Helena?" Helena başını eğip hafif bir reverens yaptı. "Lordumuzun bilgisi var. Kendisi istedi."

Attan indiğimizde Helena atı ahıra bıraktıktan sonra cehennemi andıran sarayın ihtişamlı merdivenlerini tırmanmaya başladık. Sarayın duvarlarından kan damlıyordu. Sanki bir cinayet işlenmiş gibiydi. İçeriye girdiğimizde herkes ihtişamlı kıyafetlerle ortalıkta dolaşırken ben sıradan bir köylü gibiydim.

Daha kimse beni fark etmediği için şimdilik rahattım ama bu rahatlık fazla uzun sürmeyecekti. Az sonra insanlar gözlerini dikerek bana yargılayıcı bakışlarla bakacaklardı. Ama hiçbiri umurumda değildi. Gerekirse şu dakika ailem için ölmeye hazırdım. Benim için sorun yoktu.

Helena ile birlikte alt kata, zindanlara doğru ilerlemeye başladık. Krallığın şeytani havası şimdi daha net hissediliyordu. Önünden geçtiğimiz hizmetçiler ve periler bana garip garip bakıyorlardı. Zindanın kapısına geldiğimizde kapı açıldı ve beni yere oturtup bileklerine ve ayaklarıma demir kelepçeleri taktılar.

Daha yeni yeni anlıyordum. Taktıkları demir kelepçeler sıradan kelepçeler değildi. Bu kelepçeler suçlu kişinin gücünü çalıyordu ve o kişi zamanla savunmasız, hiçbir şey yapamaz hâle geliyordu. Ve sonra da o kişiye istediklerini yapabiliyorlardı. Kapı kapandığında zifiri karanlıkta kaldım. Bir şey boynuma sürtündüğünde çığlık atmamam için ağzımı kapattı.

"Kanın çok tatlı insan kızı. Böyle olunca seni öldürmek istiyorum. Ama şiddetle değil, kanını içerek öldürmek istiyorum." Kurtulmak için bütün gücümle çırpınıyordum ama imkansızdı.

"Bırak beni." Güldü. "O kadar kolay değil." Dişlerini boynuma geçirdi ve kanımı içmeye başladı. Canım o kadar yanıyordu ki artık acıdan ağlamaya başlamıştım. Kanımın çenesinden aşağıya aktığını görünce midem bulanmıştı.

"Çok hırçınsın," dedi dişlerini birkaç saniye çekerek. Sonra dişlerini aynı yere tekrar geçirdi. Gözlerim kararıyordu, kulaklarımdaki çınlama sesi artıyordu. Bir süre sonra artık çırpınmayı bırakmıştım. Artık tek çare ölmemek için dua etmemdi. "Bırak beni. Bırak! İmdat!" Son bir çabayla bağırabilmiştim ama sesim düşündüğümden daha cılızdı.

Dişlerini çıkardığında soğuk bedenim artık onun kucağındaydı. Soğuktum, güçsüzdüm, tam onun istediği gibiydim. Kolayca elde edebileceği gibi. "Şimdi bakalım gerçekten izin var mı." Üzerimdeki elbiseyi çıkarttığında vücudumu incelemeye başladı. Vücudumda bir şey arıyordu.

"Şimdi söyle bana tatlı kız. Seni kim buraya getirdi?" Nefes alamıyordum. "Şşt, sakın kaçmaya kalkma yoksa çok kötü şeyler olur." Elini boğazıma koyup bir şeyler fısıldadığında artık nefes almaya başlamıştım. "Lütfen bırak beni. Ben bir şey bilmiyorum." Elini duvara vurduğunda duvarda bir göçük oluştu. "Biliyordum, o yaptı, diye bağırdı. Matas'la ikinizin planı bu. Nerede saklıyorsun onu?"

"Söyle!" Sesi zindanda yankılandı. Bense isteri nöbeti geçiriyormuş gibi titriyor, hıçkırarak ağlıyordum. "Ben hiçbir şey bilmiyorum."

°°°

Uyandığımda bir odadaydım. Küvetin içi buz doluydu ve ben çırılçıplaktım. Biri beyaz biri siyah pelerinli iki kadın yanıma geldi. Biri kollarımdan, biri bacaklarımdan tutup beni küvetin içine soktu. Şu çok soğuktu, buz gibiydi. Kadınlar odadan çıktığında odada tek başıma kalmıştım.

Odanın kapısı açıldı ve elinde bir şarap kadehiyle Lord Divion girdi. "Matas'ın nerede olduğunu bana söyleyene kadar buradasın Hera, yoksa cezaya devam." Şarap kadehinden birkaç yudum aldı. "Matas'ı ele vermemek için verdiğin çabaya hayran kaldım doğrusu. Ama bu çabalar uzun sürmeyecek."

Simsiyah gözleri beni süzüyordu. Çıplak olduğum için utanmam umurunda değildi. Hâlâ vücudumda dövme arıyordu. Bütün vücudum uyuşmuştu. "Son kez soruyorum. Matas'ın nerede olduğunu biliyor musun?" Kafamı salladım. Kapıyı açtı ve "çıkartın," diye mırıldandı.

Lord Divion odadan çıktığında az önceki iki kadın yanıma geldi ve beni çıkartıp. Üzerime aynı kıyafeti giydirdiler. Ayağa kalktım ve titreyerek yürümeye başladım. Odadan çıkıp tekrar aynı odaya girdiğimizde bu sefer oda değişmişti ve odada kocaman ateşten oluşan bir göl vardı.

Beyaz pelerinli olan kadın üzerimdeki kıyafeti çıkarttı, siyah pelerinli olan kadın arkama geçip beni gölün içine attı ve tek kelime etmeden odadan çıktılar. Odaya siyah pelerinli, siyah gömlekli ve siyah pantolonlu lord Divion girdi. Kıyafetleri siyah saçlarıyla tam bir uyum içerisindeydi.

Vücudum yanıyordu. O kadar çok yanıyordum ki, asla kül olamıyordum. Sadece vücudum değil, içimdeki organlarımla beraber tüm hücrelerim de yanıyordu; ama hâlâ sağlamdım. "Bilmiyorum. Nerede olduğunu söylemedi. Beni bırakıp gitti. Uyandığımda tektim. Sonra siz geldiniz."

Kapıyı açtı ve "çıkartın," diye seslendiğinde iki kadın tekrar yanıma gelip beni tekrar aynı kıyafeti giydirdiler ve tekrar odadan çıktık. Odaya tekrar girdiğimizde bu sefer odada kocaman bir boşluk vardı. Siyah pelerinli kadın beni boşluğa ittiğinde kendimi bir adada buldum. İnsanlar ateşin etrafında tek sıra halinde bekliyorlardı ve ellerindeki bıçakla tek damla kanlarını renksiz ateşe damlatıyorlardı. Ateş turuncuya dönerse bu kişi suçsuz olduğu için birinci kademede bir odaya kapatılıyordu. Eğer ateş kırmızıya dönerse bu kişi işkence çekmek için beşinci kademede bir odaya kapatılıyordu. Her odada bir kişi vardı ve odalar karanlıktı. Her odada ellerinde kırbaçlarla iki muhafız bekliyordu. Bir odadaki kişinin çektiği işkenceyi diğer odadaki duymuyordu.

Ateşe kanımı damlattığımda ateşin rengi kırmızıydı. Beşinci kademede bir odaya kapatıldım. "Lütfen bize zorluk çıkartmadan kıyafetini çıkart ve sırtını dön." Korkuyla "burası neresi?" diye sordum. "Ölüm adası," dedi muhafız." Üzerimdeki elbiseyi çıkardım ve sırtımı döndüğümde muhafız elindeki kırbaçı sertçe sırtıma vurdu.

°°°

Kırbaç darbeleri sertçe sırtıma iniyordu. Artık acıdan bayılmak üzereydim. Acıdan gözlerim doluyordu. Gece miydi, gündüz müydü? Aradan kaç saat geçmişti bilmiyordum. Kapı açıldığında muhafızlar durdular. Lord Divion karşıma oturdu. "Artık masumiyetin anlaşıldı. Yarın hakkındaki kararı tanrıça Mona verecek. Likra Sarayına gideceksin. Kulağıma bir şeyler fısıldadı ve bir uykuya daldım.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

  

Loading...
0%