Yeni Üyelik
6.
Bölüm

Kanlı Ritüel+18

@larossina812

Daha önce ölümün ne olduğunu ve bize yaklaşacağını düşünmezdim ama şimdi ölüm karşımdaki adamın kanın üzerindeki arsız ve aç bakışlarında saklıydı. Yere düşen her kan damlası pıt pıt sesler çıkartıyor ve aramızdaki zehirleyici sessizliği bozuyordu. Sanki eşsiz bir tabloyu izler gibi buz gibi gözleri yataktaki cansız bedenin üzerinde dolanıyordu.

Karanlık üzerime bir pelerin gibi ağır ağır örtünüyordu ve ölüm her defasında o pelerini kana boyuyordu. Yolda yürümemi istemişlerdi ama bana sesimi çıkartma fırsatı bile vermeden ilk önce ışıkları kapatmışlar, sonra da her adımımı attığım yerleri kan gölüne çevirmişlerdi ve bütün adımlarım kana bulanmıştı. Hayatın bütün acımasızlığı bu tabloda saklıydı sanki. Ölümün nefesi şimdi ellerimdeydi, kollarımdaydı, bacaklarımdaydı ve tüm vücudumdaydı. Kalbimin kaburgalarımın altında ezildiğini ve battığını hissediyordum ve ilk defa ölüm bu kadar yakınımdaydı; kalp atışı mesafesi kadar yakın.

İnsanlar nasıl kendi arzuları ve istekleri için bir cana, masum bir insana bu kadar rahat kıyabileceklerini bir türlü anlayamıyordum. Ya kendi vicdanları, acaba kendi vicdanlarını bu kadar kolay susturabilmişler miydi? Parmaklarıma bulaşan kanlara baktım bir süre, sonra acı acı yutkundum. Belki de son derece bencil ve şımarık biriydim ve Selen'in kimsessizliği yüzünden acı çektiğini, her gün daha da eriyip bittiğini, bu yüzden hayallere sığındığını ve sırf yalnız hissetmemek için benim kızmama bile razı geldiğini anlayamamıştım.

Yine bir kâbusun içindeydim sanki. Kâbus beni kanlı avuçlarının içine almış, nefes almama bile fırsat vermeyecek kadar kemiklerimı sıkıyordu. Artık biliyordum. Bu sefer kâbus değildi, her bir karesi, her bir sahnesi gerçekti. Kâbuslarda ölümü görmek, gerçekte ölümü görmekten daha kolaydı. İşte bir veda daha yaşanıyordu. Benim hatamdı, ne kadar ısrar etse de Selen'i tek basına eve göndermemeliydim.

Ölümün gerçekliği sanki her satırını, her harfini ve her cümlesini ezberlemek isteyeceğim açık bir kitap gibi önümde duruyordu. Küçükken yavru kedim avuçlarımın içinde öldüğünde böyle ağlamamış mıydım? Daha çocuktum oysa ki, nereden bilebilirdim ölümü? Yine o anlardan birindeydim işte. Hıçkırıklarımın boğazıma düğümlendiği, acının yavaş yavaş içime işlediği anlardan birinde. O ilk tanıştığımız anı hatırlıyorum. Çekingen, o ıslak mağrur bakışları yüzümde. "Merhaba, ben Selen," diyor ince ve titrek sesi. Küçük bir kedi yavrusu gibi, daima sıcak, sevecen, neşeli ve hayat dolu

Karşımdaki gizemli yabancıya baktım. O ise bana bakmıyor, gözlerindeki vahşi iştahla cesedin vücudundan akan kana bakıyordu. Gözlerinde sanki bir annenin bebeğini ilk kucağına aldığındaki şefkat vardı. Diğer tarafta ise karşısındaki cesede saldırmak, vücudunu parçalayıp bütün kanını içmek için çırpınıyordu. İki duygunun arasında kalıyor ve bocalıyor gibiydi.

Gözlerimi kapattığınımda yatağa doğru yaklaşan adım sesleri zihnimin içinde yankılanmaya başlamıştı. Yatağa doğru hızlıca yürüdüm ve küçücük bedenime bakmadan sanki onu engelleyebilecekmişim gibi yatağın önünde durdum ve sertçe göğsünden ittirdim ama yerinden kıpırdamadı bile. Kollarımı tutup sıkıca kavrayarak beni duvara yasladı ve üzerime eğildiğinde. Artık yüz yüzeydik, sıcak nefesi yüzüme çarpıyodu. "Senin küçük çaban benim üzerimde ise yaramaz peri kızı, boşuna uğraşma.

Bakışları aç bir ifadeyle yüzümü tararken bileklerimi tutuşu sahada sıkılaştı. O an soğuk bedenine tezat yüzüme çarpan sıcak nefesiydi ama çenemi kavrayan ve ona bakmamı sağlayan parmakları buz gibiydi; sanki ölü gibiydi. Parmaklarındaki kan damlaları çeneme bulaşırken kanın kokusu gittikçe daha da çoğalıyor ve midemi bulandırıyordu. İçimde çoğalan acı boğazımı yakıyordu. Kim bilebilirdi ki en yakın arkadaşımı böyle acı bir şekilde kaybedeceğimi. "Dokunma bana." Sesimin titremesini engellemek için olağanüstü bir çaba sarf etmem gerekmişti. Bir eli bileğimi bırakırken sertçe çenemi kavradı. Titrek çıktığında eli sanki çenemi kırmak istiyormuş gibi daha da sıkı tutuyordu ve bunun farkında değil gibiydi. Şu anda ya canımı çok yaktığının farkında değildi, ya da karşındakinin bir insan olduğunun.

"Canımı yakıyorsun." Gözlerimi açtığımda tahmin ettiğimden daha fazla bir öfkeyle karşılaştım. Bu öfke, bu kin, bu nefret niyeydi ve tüm bu nefretin sebebi sadece ben mıydım? Masum, hiçbir şeyden habersiz, daha evine yeni gelmiş bir insan ona ne yapmış olabilirdi ki? Acı dolu bir nefes verdiğimde ellerinin baskısı daha da artıyordu.

Bir çıt sesiyle acı dolu bir bağırış dudaklarımdan firar etti. Sanırım çene kemiğim kırılmıştı. Kırılan dişlerim dudağımı parçalarken kan şiddetle dudaklarımdan aşağıya akmaya başladı. Kahretsin, kanı arzuluyordu. İştahlı bir nefes sesi kulağıma geldiğinde sanki vücudumdan bütün kanın çekildiğini hissettim. Kalp atışlarım tahmin ettiğimden daha da hızlanmaya başlamıştı. Acı gözlerimi doldururken saki içimde bir şeylerin koptuğunu hissediyordum. Gözyaşlarım yanaklarıma süzülürken acı bir çığ daha odanın içinde yankılandı. Çığlık sesi benden geliyordu, ama ses başka birine ait gibiydi.

Dişlerini çeneme bastırıp kanımı içmeye başladı. Ben onu ettikçe daha da arsız bir iştahla üzerime atılıyor, sanki kontrolden çıkmışcasına dişlerini daha da derine geçiriyordu. Sanki aylardır su içmemiş bir insan gibi susuzluğunu benim üzerimden gideriyordu; ama güçsüz ve aciz bedenim bu kadar güçlü birini durdurabilecek durumda değildi.

Elini montumun içine sokup kaburgalarıma koyduğunda kalbimin yandığını, kaburgalarımın göğüs kafesimin içinde kırılıp kırılan kemiklerimin saniyeler içinde yavaş yavaş yanan kalbime battığını ve vücudumun kanla dolmaya başladığını hissediyordum. Acısı öyle derindi ki ne yutkunabiliyor, ne anlayabiliyordum. Ölmek istedim, içimden defalarca kez yalvardım ama ölemedim.

"Benden korkuyor musun, minik peri kızı," dedi her konuştuğunda ağzından akan kanlar çenesine doğru yol alırken. Kendimi sanki bir korku filminin içinde gibi hissediyordum ama biliyordum, bu yaşananların hepsi gerçekti. Eğer televizyondan bir korku filmi izliyor olsaydım televizyonu kapatırdım ve biterdi. Ama bu olanların hepsi gerçekti ve durdurabileceğim, kapatabileceğim hatta unutabileceğim bir şey değildi. Aniden gelen bastıramadığım öğürme hissiyle gözlerim dolarken titreyen elimle sanki bastırabilecekmişim gibi ağzıma kapadım.

Soğuk parmakları koluma dokunana kadar sanki bir isteri krizi geçiriyormuşcasına titrediğimi, hatta bulunduğum duvarın kenarında sessiz hıçkırıklarla ağladığımı fark etmemiştim bile. "Ne istedin benden, bizden, ondan?" Yaşadığım acıya rağmen hâla konuşabiliyor olmam bir an beni bile saşırtsa da şu an umurumda olan bu değildi, umurumda olan tek şey bir gecede dağılan ailemdi.

Gözlerimi sildim ve başımı dimdik kaldırıp suçlayıcı olmasını umduğum ateş gibi bakışlarımı ona çevirdim ve iki elimle gömleğinin yakalarından sımsıkı kavrayarak onu kendime doğru çektim. "Şunu unutma Gölge İblisi, benim ailem için yapamayacağım şey yok. Bu bakışı unutma çünkü aylarda geçse, yıllarda geçse senden intikamımı alacağım ve benden aldığın kan kadar sana kan kusturmadan seni asla bırakmayacağım."

Söylediklerimi kavrayamamış olacak ki kısa bir süre afalladığını gördüm. Afalladığını benden saklayamamıştı ve ilk defa açık vermişti. Belli ki herkesin kendisini alkışlamasına hatta pohpohlamasına alışmış bir kral ya da babasının çocuğu şımarık bir prens vardı karşımda; ama ben onu pohpohlamayacaktım, beli de canını acıtacaktım ama her şeyin sonunda belki de yüz yüze gelecektik.

Bu gece acı vardı, kan vardı, gözyaşı vardı ama şefkat yoktu çünkü şefkat o sıcak gözyaşlarının ardında gizliydi ve bunu kimse göremiyordu. Küçük kız ağlarken hüzünlü şarkısını söylüyordu, o şarkıyı sadece ben duyuyordum. Sonra göz yaşları kana dönüşüyor ve o kanlar küçük kızın kollarını, bacaklarını, saçlarını ve bedenini kana buluyordu. Küçük kız kirlendiğinin farkına vardığı zaman dolu gözlerini tekrar gökyüzüne çevirip yağmur yağmasını bekliyordu ama bu defa yağmur yağmıyordu. Yağmur, bu defa küçük kızın çırpınan bedenine, çığlıklarına kulaklarını kapatıp küçük kızı kalbimin tam ortasında ölüme terk ediyor, küçük kızın bütün yaşama arzusunu ve bütün taze çiçeklerini solduruyordu; geriye ise küçük kızın kalbimin içindeki cesedi kalıyordu.

O an kırılan kemiklerimin acısından yürüyemeyecek olsam da aklıma başka bir şey geldi ve odadan çıkıp acıdan inleyerek merdivenleri indim ve annemin odasına doğru koşmaya başladım. Annemin odasına girdiğimde bunu görmeyi beklemiyordum çünkü annem de Selen gibiydi hatta Selen'den daha berbat haldeydi. Dizlerimin beni daha fazla taşıyamayacağını fark ettiğimde sanki bir daha ayva kalkamayacakmışçsana dizlerimin üzerine çöktüm ve elbisemin kirleneceğini umursamadan annemin kanlı başını dizlerimin üzerine yatırdım.

Saçlarına her dokunduğumda parmaklarıma kan bulaşıyordu ve annemin güzel saçlarını kanlar kirletiyordu. Ama durmadan saçlarını okşamaya devam ettim. Teninin soğukluğu avucumun içini kemiriyordu. Arkamdan bir ses duydum ama dönüp arkama bakmadım çünkü onun geldiğini ve beni takip ettiğini biliyordum. Bu yüzden onun olduğu tarafa bakmadan konuştum"Neden beni takip ediyorsun?" Her konuştuğumda kırılan düşlerimden dolayı sesim peltek çıkıyordu ve dişlerim dudaklarımı kestiği için canım daha fazla yanıyordu.

Kısa bir süre sustu. Belli ki cevap verip vermemek arasında kararsızdı ama söze başlayarak aramızdaki zehirli sessizliği o bozdu. "Kaçacağını düşünmüştüm ama yanılmışım. Beni şaşırtıyorsun insan kızı." Az önce sorduğum soruyu görmezden gelmişti. Kaçacağını düşünmüştüm ama yanılmışım. Beni şaşırtıyorsun insan kızı." Az önce sorduğum soruyu görmezden gelmişti. Güldüm ama bu gülüş keyiften değil, tamamen sinirlerim bozulduğu içindi. "Kaçacak yol mu bıraktın? Bak," kanlı ellerimi kaldırıp ona gösterdim. Şu halime bak, ne yaptığına bak, ailemi nasıl mahvettiğine, masum insanları bir anlık zevk için nasıl öldürdüğüne ve geride kalan ölülere, ölüleri geri döndürmek için çırpınan insanlara bak. Ama o insanların çığlıklarına nasıl kulaklarını kapattığını, bir yudum su, bir parça ekmek için sana yalvaran insanları nasıl duymazdan geldiğini ve çekip gittiğini, sırf kralın oğlu olduğun için sana tanınan ayrıcalıkları hatırla. Vicdansızsın!"

Söylediklerim onu epey yaralamıştı ama şimdi onun geri gelen vicdan azabıyla uğraşacak değildim. "Her neyse, şimdi senin geri gelen vicdanınla uğraşacak değilim." İlk önce düşündü, sonra kısa bir süre sustu ve gözlerime baktı ama ona bakmak yerine dizlerimde yatan anneme baktım. Belli ki cevap verip vermemek arasında kararsızdı ama söze başlayarak aramızdaki zehirli sessizliği o bozdum."Sana, beni neden takip ediyorsun dedim." Bu defa sesimi yükselten bendim ama beni pek kaale aldığı söylenemezdi. "Benimle konuşmak için içeriye gelmen gerekiyor. İçeride konuşalım insan kızı." Bu sefer sesinde daha davetkar ve daha sıcak bir ton vardı. Sürekli beni zehirleyip duran iç sesimi bir kenara bırakıp annemin bedenini dizlerimden kaldırıp tekrar yere yatırdım ve ayağa kalkıp yürümeye başladım.

Pelerininin başlığını indirdiğinde kül rengi saçları omuzlarından aşağıya dökülüyordu. Kılıcının kabzasını sıkıca kavrarken bir yandan da gelip gelmediğimi anlamak için bana bakıyordu. Merdivenlerden çıkıp oturma odasına doğru ilerlerken sessizce onu takip ettim. Çizmelerinin sesi odada yankılanıyordu. Sanki o bayılarak okuduğumuz ve kendimize bile itiraf edemesek de içinde bulunmak için hayaller kurduğumuz o fantastik diyarlardan fırlamış gibiydi. Normalde olsa belki de bu benim de hoşuma giderdi ama şimdi her şey gerçekti.

Salona girdiğimizde sessizce karşı karşıya bulunan koltuklara oturduk. Pencereden esen rüzgar kül rengi saçlarını uçuşturduğunda saçlarından geldiğine emin olduğum ateş ve kan kokusu odaya yayıldı. Bedeninden yayılan soğuk enerji eve yayılıyor ve bütün evin havasını değiştiriyordu. Gözleri kısa bir süre odayı süzdükten sonra tekrar bana döndü ve yüksek sesle mırıldandı. "Bakire misin?" Sorduğu soruyla kan beynine sıçradı ve elime aldığım su bardağını ona zarar vereceğini bir an bile düşünmeden kafasına fırlattığımda reflleksle kafasını aşağıya eğdi ve kendisine gelecek darbeden kurtuldu.. "Ne saçmalıyorsun sen? Sapık mısın?"

Bunun olacağını tahmin eder gibi derin bir nefes verdi ve tekrar bana baktı. "Annen ve Arkadaşını kurtarmak için tek bir seçeneğin var. Seninle bir ritüel yapacağız ve bu ritüel esnasında bakire ve masum olman gerekiyor. İki geçit kapısı var ve bu kapıları ruh bekçileri korur. Bir kapıdan ruhun, diğer kapıdan ise bedenin geçecek. Eğer bu ritüel esnasında bakire olmadığın anlaşılırsa ruhun ve bedenin asla kavuşmaz ve sonsuza kadar o kapıların içinde sıkışır lanetlenirsin ve aileni bir daha göremeyebilirsin. Tabii, bu ritüeli kabul etmeme hakkın var ama bana kalırsa aileni kurtarmayı bu kadar çok isterken bu seçeneği reddedeceğini sanmıyorum.

Beni benden daha iyi tanıması garip bir şekilde ürkütücü duruyordu ve bu hiç hoşuma gitmemişti. Artık her şey gözüme daha da anlamsız gelmeye başlamıştı. Belki de yapacak olduğum şeyin sonuçları korkutuyordu beni. Ensemden aşağıya doğru akan soğuk terleri sildim ve karşımdaki baktım ama o hâlâ beni izliyordu. Yağmur artık sağanak hâlini almıştı. Masanın üzerinde duran fotoğraflarda bulunan mutlu aile tablosu sanki çok uzaktaydı. Ayağa kalkıp pencereyi kapattıktan sonra buz gibi havayı dışarıda bırakarak tekrar yerime oturdum

İkimizde zehirleyici bir sessizliğin etkisi altında kalmış gibiydik, bu sessizlik zehirli bir sarmaşık gibi aramıza sızmıştı ve gittikçe boyu üzüyor, dallanıp budaklanıyordu. Sanki herşey birkaç saat içinde değil de yüzyıllar önce olmuş gibiydi. Geride kalan tek şey ise acı veren anılardan ve küçük umut kırıntılarından ibaretti. Söyleyecek söz çoktu ama benim hiçbir şey söyleyebilecek cesaretim yoktu. Aradan ne kadar zaman geçtiğinin farkında değildim ama ben konuşmadan Gölge İblisi'nin konuşmayacağını da biliyordum .

Canımın yanmasını umursamadan avuç içime tırnaklarımı geçirmeye başladım. "Kabul ediyorum," sesim tahmin ettiğimden daha cılız çıkmıştı. Sesim o kadar kısık çıkmıştı ki duyup duymadığından emin değildim. "Hiç öpüştünüz mü?" Bu sorunun cevabını birkaç saniye düşünmem gerekmişti. Ama hayır, hiç öpüşmemiştik. "Hayır, hiç öpüşmedik." Saçının bir tutamını geriye attıktan sonra tekrar bana döndü. "Hiç birlikte oldunuz mu?" Bu sorular çok rahatsızlık vericiydi, artık hiçbir sorudan kaçamayacağımı biliyordum.

"Hayır, hiç birlikte olmadık ama o kendi yatağımda beni başkasıyla aldattı." O geceyi tekrar hatırlamak içimde büyük bir öfkeyi uyandırmıştı. Soğuk bir ürpertinin Ensemden omurgama doğru ilerlediğini hissettim ve istemsizce avuç içime tırnaklarımı daha sert bastırdığımda ağzımdan boğuk bir inilti döküldü. Bu gece içimde yanan ateş daha da çoğalıyordu. Bu yangın ne zaman sönerdi bilmiyordum ama geriye küller kalacaktı; benim küllerim.

Bir el bileğimi kavradığında tırnaklarımı avuç içinden ayırdı. "Dur, canını acıtıyorsun." Kendime engel olamayarak güçlü bir kahkaha attım. "Ne o, şimdide beni mi düşünüyorsun? Bir anlık zevk için kemiklerimı kırarken iyiydi ama." Sesimde asla sıcaklık yoktu, hatta buz gibiydi. Artık buz gibi olan şey sesim değildi. Artık sinirlenmeye başlamış gibiydi. "Beni iğnelemekten vazgeç artık," diye bağırdığında sesi bir Aslan kükremesi gibi odanın içinde yankılandı. "Şimdi ne yapacağız," diye sordum onu duymazdan gelerek.

Ayağa kalkıp pencereye gitti ve camı açıp dışarıya baktı. Birkaç dakika içinde camı kapattıktan sonra odanın içinde dolaşmaya başladı. "Biraz daha bekleyeceğiz." Aradan on dakika geçtiğinde kan dolunayı ortaya çıkmış, etraf kan kırmızısına dönmeye başlamıştı. "İsmin ne?" Biraz durduktan sonra yutkundum ve cevapladım. "Adım Hera, senin ismin ne?"' Sanki bu soruyu sormamı bekliyormuş gibi bana doğru döndü. "Gölge İblisi Matas. Az önce bağırırken söylediğin gibi kralın oğlu değilim, savaşta ölen eski kralım. Artık senin arkadaşının sayesinde hayata döndüm."

Ayağa kalktığımda birlikte ilerlemeye başladık. Mutfağın önünde durduğumuzda mutfaktan içeriye girdik. Mutfakta gözüme ilk çarpan şey Selen'le olan fotoğrafımızdı. "Bana beş tane kap ve beş tane mum bulman gerekiyor Hera " Çekmeceyi karıştırdığımda neyse ki beş tane kap ve açılmamış bir paket mum buldum. Odamın önüne geldiğimde odam sandığımdan daha dağınıktı. Çarşafların beyaz olması gerekiyor Hera, beyaz masumiyeti temsil eder.

"Birkaç dakika kapının önünde bekleyebilir misin? Merak etme isim çabuk biter." Odaya girdim ve alelacele odayı toplamaya başladım. Tam beş dakika sonra herşey yerli yerindeydi. Odanın kapısını açtım ve onu içeri aldım. "Üzerindeki elbiseyi, kıyafetleri, tokaları ve küpeleri çıkartman gerekiyor. Çünkü bizim diyarımızda kıyafet ve makyaj kişinin nereye ait olduğunu gösterir." Arkama geçip elbisenin fermuarını açtıktan sonra sırtını duvara yaslayıp beklemeye koyuldu. "Şimdi utanmanın sırası değil."

Üzerimdeki elbiseyi çıkarttığımda iç çamaşırlarımla kalmıştım. Üzerime doğru eğildiğinde yüz yüzeydik ve neredeyse dudakları dudaklarıma değecekti ve bu doğru dürüst düşünmemi engelliyordu çünkü soğuktan ölmek üzereydim. "Neden bu kadar çok titriyorsun?" Konuşmaya çalıştım ama dişlerim birbirine vuruyordu. "Çok soğuksun. Soğukluğun beni titretiyor. Soğukluğun ruhumu kemiriyor. Lütfen geriye çekil." Bunu söylerken karnımdaki sıcaklığın soguklukla ilgili olmadığını biliyordum Az sonra iç çamaşırlarımı da çıkarttığımda artık tamamen çıplaktım. Saçımdaki tokayı çıkartıp saçlarımı özgür bıraktım. Tokamı ve makyajımı da çıkarttığımda artık tamamen masumdum. Yatağa uzandığımda içimde bir korku filizlenmişti. Pelerininin cebinden bir bıçak çıkardı.

Tabakları daire şeklinde dizdi ve her tabağın yanına bir mum koyup mumları yaktı. Birinci kabın içine bir avuç kül, ikinci kabın içine bir miktar su, üçüncü kabın içine bir miktar toprak ve dördüncü kabı boş bıraktı. Beşinci kabı elime alıp yanıma geldi ve avucumu kesip beş damla kanımı kaba damlattıktan sonra kabı eski yerine koydu.

Dışarıya çıkıp bütün evin ışıklarını kapattıktan ve bütün odaların kapılarını kapattıktan sonra tekrar yanıma geldi. İki elini göğüs kafesimin sağ ve solunda koyduktan sonra anlamadığım bir dilde bir şeyler fısıldadığını duydum. Sağ kulağımda kötü bir kadının kahkaha sesi vardı, sol kulağımda ise bir kadın güzel bir şarkı söylüyordu. Ruhumdan beyaz ve siyah dumanlar çıkmaya başlamıştı. Birkaç dakika sustuktan sonra bıçağı karnımın ortasına soktuktan sonra bıçağı bırakmadan beş dakika bekledi ve bıçağı yavaşça çıkardı.

Fısıltılar çoğalmaya başladığında fısıltıların arasından bana doğru seslendiğini duydum. "Ağzını aç Hera." Ağzımı açtığımda siyah bir ışık topu ağzımdan dışarıya çıkarken kulaklarımdaki kahkaha ve şarkı sesleri çoğalmaya başlamıştı. Kemiklerimın kırılma sesleri kulaklarıma gelirken kanlar beyaz çarşafı kirletiyordu. Bıçağı tekrar karnıma sapladığında acı en derinlere ulaşmaya başlamıştı. Aradan tam on dakika geçtikten sonra bıçağı çıkarttı.

Kahkaha sesi bu sefer daha da çoğalmaya başlamıştı. Burnumdan aşağıya akan kan agzıma doğru gelirken elimle kanı sildim. Oda dönüyordu, ışıklar sönüp kapanıyordu, her yer kana boyanıyordu ama biz hâlâ aynı yerdeydik. "Seni lanet olası," dedi kahkaha atan kadın. "Hâlâ ölemedin mi, seni küçük pislik. İçimde filizlenen korku tohumu kalbime doğru ilerledi. "Ona inanma, benim küçük meleğim," dedi şarkı söyleyen kadın. Sesi huzur vericiydi. İçimde filizlenen korku tohumunun tüm köklerini silip attı. "Sakın korkma, ben buradayım."

Bıçağı üçüncü ve son defa kalbime sapladığında ağzımdan bir çığlık koptu. Kalbimin en derinlerinden çürümeye başladığını, hatta yanmaya başladığını hissediyordum ama yapamıyordum, durduramıyordum.

Bir çığlık daha attığımda çığlıklarım odada yankılanıyordu ama ses bana ait değil gibiydi, sanki çığlık atan ben değildim, başkasıydı ve bende onu sanki bir tiyatroyu izler gibi izliyordum ama onu kurtarmak için hiçbir şey yapamıyordum.

Sanki dokunsam, parmaklarımı uzatsam her şey bitecekti, benden gittikçe uzaklaşıyordu. Gözyaşlarım oluk oluk yanağıma dökülürken yaşadığım acıyı anlatan sadece onlardı. Bıçağın zehri kanıma işliyordu ve kanımı alev alev akıtıyordu. Her çığlığımda sanki içimde bir ejderha yaşıyordu ve o ejderhanın sesi kulaklarımı parçalıyordu. Odanın içinde büyük bir ışık huzmesi parladığında ışık huzmesi ikimizin de gözünü alıyordu.

"Kızı bize ver, Matas," diyordu kalın ve güçlü ses, yaşadığım onca acıya rağmen halâ bir şeyleri duyabiliyor olmam şaşırtıcıydı. Matas onu duymazdan gelerek tılsımları fısıldamaya devam ederken bıçağı çıkardı ve ellerini tekrar göğüs kafesimin iki yanına koyup bir şeyler fısıldadı ve kalkmama izin vermeden kanlı bıçağı kendine doğrulttu ve kendi göğsüne saplandığında ruhlarımız birbirine bağlamıştı." Ulu tanrıçaların huzurunda yemin ediyorum ve insan kızı Hera ile ruhumu bağlıyorum."

Bileklerimde destek alarak ayağa kalktım ve bıçağı son kez göğsüme sapladım ve Matas'ın söylediği cümlelerin aynısını tekrar etmeye başladım. Ulu tanrıçaların huzurunda yemin ediyorum ve Gölge İblisi Matas ile ruhumu bağlıyorum. Artık ruhum ona ait, ruhum ona ait, ruhum ona ait." Bir parmak şıklatma sesi duyulduğunda ilk başta sesin nereden geldiğini anlayamadım. Kısa bir süre sonra sesin Matas'tan geldiğini anladım.

Oda kaybolurken gözlerim yavaş yavaş kapandı ve ruhum karanlığa teslim olurken kendimi hiç bilmediğim, karanlık bir ormanda buldum. Gözlerim ağır ağır kapanırken gördüğüm tek şey buydu.

 

 

 

Loading...
0%