@lavinyapiraye
|
23/01/1998 “İnsanlar birbirlerini sevmekle mükelleftir. Sevgisizlik tüm kötülüklerin temelidir.” Der Farabi. Ancak bu her hikâye için geçerli değil. Çünkü bazı hikâyelerde seven maktul sevgi ise cinayet aracı olabilir. Bursa en soğuk günlerinden birini yaşarken Emel Hanım usulca karnını okşadı. Pencerenin ardından manzarayı izlerken bir yandan da bebeğiyle konuşuyordu. Bir oğlu olacaktı. Bu onun için sevinç vericiydi. Çünkü canından çok sevdiği eşi bir erkek bebek istiyordu. Kendisi hep bir kız çocuğunun hayalini kursa bile eşi mutlu olduğu için o da mutluydu. Doğuma on günden az bir süre kaldığı için heyecanını bir türlü durduramıyordu. Eşi Behçet Aydoğan babasıyla beraber kumaş fabrikalarını yönetiyordu. On sekizine bastığı zamanda tanışmışlardı. İlk başta çekinse, uzak dursa da Behçet Bey peşini bırakmadı. O da en sonunda gönlünü kaptırdı ve evlendiler. Yakında bebeklerini kucaklarına alacak ve huzurlu bir hayat süreceklerini düşündü. Son zamanlarda eşiyle bazı sorunlar yaşasa da aldırmadı. Eşi biraz eleştiri sevmiyordu o kadar. Hatanın kendisinde olduğunu düşündü. Sonuçta eşi onlar için çalışıp çabalıyordu. Biraz da anlayışlı olmalıydı. Zaten öfkesini yansıtmıyordu ki ona. Sadece sakinleşmek için birkaç gün uzaklaşıyordu o kadar. O kendi içinde aynı konuları mukayese ederken kapı çaldı. Kapıyı açtığında kayınvalidesi Ayla hanımı gördü. Kendisi tam bir İstanbul hanımefendisiydi. Türk Sanat Musikisine gönül vermiş biriydi. Fakat Mehmet Aydoğan’a âşık olduktan sonra İstanbul’u ve kariyerini geride bıraktı. Gelini Emel’i severdi. Ona hiç kaynanalık yapmadı ve öz kızı gibi davrandı. Ama bir sorunlar vardı. İçine sinmeyen. Oğlunu ne kadar sevse de ondan emin olamıyordu. İlk çocuğunu toprağa vermesinin ardında Behçet onun umuduydu. Onu ne kadar iyi yetiştirmek istese de eşinin onu yüceltmesini durduramıyordu. İkisi koyu bir sohbete dalmışken Emel karnına saplanan ağrıyla birden çığlık attı. “Suyum geldi!” diye bağırdı. Ayla hanım şoförünü çağırdı ve hızla hastaneye gittiler. Ayla Hanım ameliyathane kapısında beklerken kocası ve oğlu geldi. Hemşire hanım kucağındaki bebekle kapıdan çıktı. “Gözünüz aydın, güzel bir kızınız oldu.” dedi. Sevinç nidaları beklerken şakın bakışların hedefi oldu. Behçet Bey öne çıktı. “Bir yanlışlık var galiba benim oğlum olacaktı.” Diye anlamaz bir biçimde mırıldandı. Kapı açıldı ve doktorları dışarı çıktı. “Behçet Bey çok üzgünüm ama bir yanlışlık olmuş Galiba kordon bağı gözükmüş ve biz bu sebeple erkek sandık.” Behçet Bey dışarıdan ne kadar sakin dursa da içten içe öfkeliydi. Oğlunun olmasını istiyordu. Onun şanına şan katacak bir erkek evlat. Çünkü çevresindeki herkes onu yüceltmeliydi. Eşinin de onu sevmesini seviyordu esasında. İlk gördüğünde onunla ilgilenmemesi dikkatini çekti. Elde etme arzusu her şeyden önce gelirdi onun için. Şimdi ise istediğini elde edemedi. Bu yüzden kızına öfke duymaya başladı. Kendini kandırılmış hissediyordu. Bu sadece küçük bir hata olmayabilirdi. Ya onu kandırmaya çalıştılarsa? Neden bunu yapsınlar ki? O dünyadaki en önemli insanlardan biriydi. Kesin doktor bunu bilerek yaptı. Kesin. Bu işte bir iş var. Diye düşünürken aynı zamanda koridorda volta atıyordu. O düşüncelerine dalarken eşini odaya aldılar. Ayla hanım olanları gelinine anlattı. Emel aylarca oğlu olacağını düşünürken şimdi kızının olmasına şaşırdı. Ama bir yandan da mutluydu. Her zaman içten içe bir kızının olmasını istedi. Kapı açıldığında hemşire kucağında kızıyla yanlarına geldi. “Gözleri o kadar güzel ki, hayırla büyüsün.” Dedi. Emel heyecanlandı, hemen kızını kucağına almak istedi. Bebeğini kucağına aldığında ikinci kez şaşırdı. Kızının gözleri çok farklı bir renkti. Hatta iki renk. Van kedisi gibi, biri mavi biri kahverengiydi. Ama farklılığına resmen o kadar güzellerdi ki. Emel hanım büyülendi. Kocasının gelişi ise büyüyü bozdu. Sessiz duruşunun altındaki komplo teorilerinden habersiz bir biçimde eşine baktı. Behçet Aydoğan hiçbir şey söylemeden sakince eşinin yanına yaklaştı ve kızına baktı. Odadaki herkes onun tepkisini merak ederken o, yüzünü buruşturdu. Yeni doğmuş bebeğine bakarken yüzünü buruşturdu. Emel hanım şok olmuş biçimde eşine baktı. Behçet, oğlumuzun olmasını ne kadar istediğini biliyorum ama.” Emel hanım derin bir nefes aldı ve titreyen sesiyle konuşmaya devam etti. “Takdiriilahî bu. Hem bak çok güzel gözleri var.” “Neresi güzel bu gözlerin. İnsanlar hep bizimle dalga geçecek.” Dedi. Babası Mehmet Aydoğan ona ters bir bakış attı. Geldiğinden beri konuşmuyordu ama oğlunun bu yaptıklarına daha fazla katlanamazdı.” Behçet, aptal aptal konuşma. Benim torunumla dalga geçecek adam anasının karnından doğmadı. O senin evladın, günahsız bir melek. Karın karşında ağlıyor kendine gel.” Behçet bu sözlerin ardından babasının sandığı gibi akıllanmak yerine daha da sinirlendi. Bu lanet bebek doğduğu andan itibaren ailesini ondan uzaklaştırmaya başladı. Kimse ondan daha çok sevilemezdi ancak herkesin dikkati o ucube bebeğin üstündeydi. Kendi kanından bile olsa ondan daha çok değer gören biri rakibiydi. Hem kendi kanından olduğu ne malumdu ki. Yoksa… Ya Emel onu aldattıysa? Düşüncelerini daha fazla kontrol edemedi ve odaya bomba etkisi yaratacak sözlerini söyledi. “Bu çocuk bana benzemiyor. Önce erkek dediler, kız çıktı. Şimdi gözleri böyle. Babası da böyle ucube mi? Doktor da bu işin içinde demi?” Çıldırmış gibi kafasını sallamaya başladı. “O küçük aklınızla beni mi kandırmaya çalışıyorsunuz?” Emel Hanım sarsılmış bir biçimde kaldı. Aldığı nefes ciğerlerine yetmiyordu. Yeşil gözlerinde yaşlar birikti. Ağzını açtı, konuşamadı. Ağlamak istedi, ağlayamadı. Hiçbir şey yapamadı. Sadece eşine, hayatının aşkına, hayatı yaptığı adama baktı. Gözlerindeki çığlıkları duysun istedi. Saçmalıyorum böyle bir şeyi asla düşünmem desin istedi. Hiçbiri olmadı. Kaynanası Ayla Hanım hiddetle ayaklandı. Oğlunun önüne geldi ve hızla ona tokat attı. “Hadsiz! Bu nasıl sözler, Behçet. Senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu? Yeni doğum yapmış karına bunu mu yakıştırdın? Ben seni böyle mi yetiştirdim.” diye bağırmaya başladı. Bütün vücudu sinirden titriyordu. Bugüne kadar bir fiske vurmadan büyüttüğü oğlunun yediği tokadın etkisiyle başı yana çevrildi. Hiçbir şey demeden odadan çıktı. Babası da peşinden gitti. Emel hanımın ise vücudunda derman kalmadı. Köşedeki sandalyeye çöktü. Aradan günler geçti, hastaneden taburcu olup eve geldiler ancak Behçet Aydoğan yanlarında yoktu. O olmadığı için de Emel de kızını kucağına almayı reddediyordu. Kendini odaya kilitleyip günlerce ağladı. Kızına bir isim bile koymadı. Ayla Hanım kucağındaki bebeğe bakmaya devam etti. Doğduğu günden beridir annesi kabul etmediği için o baktı. Bebek doğalı bir on gün olmuştu ama ne babası ortalıktaydı ne de annesi yanındaydı. Karşısındaki koltukta eşi Mehmet Bey düşünceli gözlerle onlara baktı. Ayla Hanım ayağa kalktı ve torununu eşinin kucağına bıraktı. “Kalk ve bu bebeğin adını koy. Ne olursa olsun benim torunum sahipsiz değil.” dedi. Mehmet Bey eşinin sözlerine hak verdi. Bebeği yüzüne yaklaştırıp sol kulağına kamet, sağ kulağına ise ezan okudu. Ardından eşine baktı. Ayla hanım ne demek istediğini anladı. “Neva” dedi. Mehmet Bey ardından tekrar etti. “Senin adın Neva. Senin adın Neva. Senin adın Neva.” Ayla Hanım torununu kucağına aldı. Neva Türk Sanat Müziğinde makam adıydı. Torununa gönül verdiği musikiyle ilgili bir isim koydu. “Bundan sonraki hayatımı da sana adıyorum Neva’m. Söz veriyorum ne olursa olsun, yaşadığım müddetçe seni her şeye, herkese rağmen koruyacağım.” ****** Neva Aydoğan “Hangi nitelikteki objelerle bir arada bulunursan senin içinde o nitelikler daha çok tezahür eder. ” der Patanjali. Bu sebepten ötürü bulunduğum her yeri aktara çevirdim. Evimde, iş yerimde çeşit çeşit tütsü ve otlar bulundururdum. Şu anda da negatif enerjisiyle beni bayıltan müşterimin ardından butiğin her bir köşesinde yaktığım ada çayını gezdiriyorum. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesinde Tekstil ve Moda Tasarımı bölümü okudum. Yurt dışında okuma fırsatım vardı ama ne babaannemi yalnız bırakmak istedim. Ne de bende o özgüven vardı. Yakın olduğum kişiler dışında insanlarla konuşurken aşırı geriliyorum. Bu sektör pek benim için değil aslında. Kendi iş yerimi açmadan önce şirkette çalıştığım zamanlar da aşırı gerilirdim. Galiba entrikaları anlayacak kadar zeki değilim. Ancak nasıl oluyorsa kriz yönetiminde iyiyim. Çevremdekiler bazı zamanlarda aşırı etkileyici konuştuğumu ve kriz yönetimimin çok iyi olduğunu söylüyor. Ama ben bunu nasıl yaptığımı bilmiyorum. Çünkü hatırlamıyorum. Yıllardır geçici amnezi yaşıyorum. Ne zaman kendimi çaresiz ve kötü hissetsem o andan sonrasını hatırlamıyorum. Ah zavallı Neva’ cık. Eziğin tekisin çünkü. Buradan çıkmak istiyorum. Yeter! Ha bir de kafamın içinde bir türlü susmayan sesler. İnsanların iç sesi nasıl oluyor bilmiyorum ama galiba benimkisi bir garip. Aynı anda birçok kişi kafamda konuşuyor sanki. Hatta bazen ben ayrı orada yaşıyorlar gibi düşünüyorum. Ya deliriyorum ya da çoktan delirdim. Bunu babaanneme ne zaman söylesem kolumu çimdiklerdi. Bu konunun şakasına bile tahammülü yoktu. Belki de ölene kadar sahip çıktığı torunu için fazla endişeliydi. Doktor geçici amneziyi ve bu sesleri travmatik çocukluğuma bağladı. Babaannem önemli bir şey olduğunu düşünseydi peşine düşerdi. Demek ki değil. Ona inanıyorum. Şu an hayatta olmasa da beni tüm kötülüklerden koruduğu için ona minnettarım. Tüm kötülükler mi? Bazılarını unutuyorsun. Buradan çıkmak istiyorum. Yeter! Kötü enerjileri kovalama işlerini ciddiyetle gerçekleştirdikten sonra rafları ve askıları düzenlemeye başladım. Kapının açılma sesiyle arkama döndüm. Gördüğüm kişiyle gülümsedim. “Dün gelmeyince artık bıraktı sandım.” dedim. Gelen kişi Emre’ydi. Kendisi on dokuz yaşında çok kibar ve iyi bir gençti. Neredeyse bir yıl önce burayı açtığımda tanıştık. Birkaç dükkân ilerideki kafede garson olarak çalışıyordu. Ve neredeyse her salı elindeki origami lotus çiçeğini getiriyor. Siyah bir kâğıttan yapılmış bu çiçeği biri bana getirmesi için biri ona veriyordu. Ama kimin gönderdiğini bilmiyorum. Ona ne kadar sorsam da adamın yüzünden başka bir şeyi bilmiyordu. Bilse de söyleyeceğini çok sanmıyorum. Çünkü annesine bakmak için garsonluk yapan Emre bir süre sonra isimsiz bir hayırsever tarafından annesinin tedavisinin karşılanmasıyla üniversiteye başladı. Harçlığını çıkarmak için çalışmaya devam etse de eskisi kadar çok çalışmıyordum. Bence abi diye bahsettiği adam sayesinde bunlar oldu. Belki de bu düşüncemden ötürü korkmuyordum. Aslında kim olduğunu bilmediğim bir adam tarafından gönderilen kâğıttan çiçekler beni tedirgin etmeliydi. Ama ilk andan itibaren içimde gereksiz bir huzur var. Ve endişelenemiyorum olmuyor. Hatta bu çiçekleri elime aldığımda içimdeki sesler bile susuyor. “Abinin işi varmış Neva abla. Buyur benim gitmem gerek.” Gülümseyerek elindeki çiçeği aldım. Artık ona bu adam kim diye sormuyordum. İlk başta deli gibi merak etsem artık akışına bıraktım. Tıpkı hayatımdaki her şeye yaptığım gibi. Bir konu hariç onu unuttun. Kuruduk kaldık burada senin yüzünden. Buradan çıkmak istiyorum. Yeter! Gülümseyerek elimdeki lotusa baktım ve hemen arkasını çevirdim. Şarkı sözü yazıyordu. Her zamanki gibi. Gönderdiği bütün lotusların ardına şarkı sözü yazıyordu. Ve ben de yenisi gelene kadar her hafta o şarkıyı dinliyorum. Hatta butiğime isim seçmek için düşünürken origami çiçeklerime bakıp butiğin ismini Lotus koydum. Galiba bu akılsızca bir hareket ama hiçbir zaman akıllı olduğumu iddia etmedim ki. Gelemem ben sana gelemem ben. Hemen şarkıyı açtım ve sözlerin devamını dinledim. Çoğu zaman böyle sözler yazıyordu. Sanki ulaşılmazdım onun için. Bazen sanki uzaktan beni seven biri gibi diye düşünüyorum. Sonrasında hemen bu düşünceden vazgeçiyorum. Yıllar hayatım boyunca kimsenin beni sevemeyeceğini yüzüme haykırıldı. İlk başta buna inanmasam da yılların ardından kabullendim. Babam haklıydı. Benim gibi bir ucubeyi kimse gerçekten sevemez. Özellikle de karşılıksız saf bir biçimde. Zaten aşkın ne kadar tehlikeli olduğunu da annem öğretti. Hayatımda asla olmayacak bir duygu. Her şeyi akışına bıraksam da kendime tek vurduğum tek eylem âşık olmak. Ölesiye korkuyorum. Ya birine kendimi, çocuğumu feda edecek kadar âşık olurum diye. Ancak bir gün güzel bir yuvam olmasını hayal ediyorum. Annem benim yaram olsa da iyi bir anne olmak saygılı huzurlu bir yuvam olmasını istiyorum. Evleneceğim kişiyle birbirimize âşık olmamıza gerek yok. Saygı duysak ve evladını seven iki yetişkin olsak bana yeter. Bu tiple biraz zor. Aşk senin sonun olur. Belki zor bir ihtimal ama anne olmak hayalim. Benim gibi bir ucubeyle kim evlenir bilmiyorum. Kendimde nefret ettiğim tek şey gözlerim. İkinci sırada çillerim var onları da sevmem. Ama gözlerim beni çirkin gösteren bakmaya bile katlanılma hale getiren gözlerim. Tam heterokromiye sahip olduğum için bir irisin rengi diğerinden farklı. Halk diline göre Van kedisiyim. Bir gözüm mavi ve diğer gözüm kahve. Kızıla yakın bir kahve olduğu için de daha çok dikkat çekiyorum. Lens kullanmayı beceremediğim için bunlarla yaşamaya mecburum. Gözlerim yeterince dikkat çektiği için bir ortamda dikkatin üstümde olmasından nefret ederim. Hatta bu yüzden okul hayatımda hep ezik bir tiptim. Kimseyle gerekmedikçe konuşmaz ve göz teması kurmazdım. Ucubesin çünkü. Bu ezikliğin de ucubeliğe dahil. Buradan çıkmak istiyorum. Yeter! Tasarımlarımı bile yardımcım Şule tanıtırdı. Bugün geç gelmek için izin alan Şule gelince rahatladım. Müşterilerle muhatap olmak beni geriyor. Pazarlama ve reklam işinde iyi değilim ama tasarımlarım oldukça beğenilir. Hatta yakın zamanda il defilemi yapacağım. Bu yüzden de mekân ayarlamalıydım. Koleksiyonuma uygun olup olmadığına karar vermek için bugün mekânı görmeye gideceğim. Eline yüzüne bulaştırmazsın umarım. Buradan çıkmak istiyorum. Yeter! Atölyem olarak kullandığım üst kata çıkıp çantamı aldım. Aynadan kendimi kontrol ettim. Siyah yelek ve pantolon takımım, kahverengi uzun dalgalı saçlarım güzel duruyordu. Güneş gözlüklerimi takıp yola çıktım. Arabaya bindiğimde bugün çiçekte yazan şarkıyı açtım. İçimde bir his var ki, tanıyamadım inan ki Sanırım yenidir, ah ölsem yeridir. |
0% |