Yeni Üyelik
3.
Bölüm

2. Bölüm

@lavinyapiraye

Son nerededir? Ya da sonu başlatan nedir?

Mükemmelliktir diye düşündü genç adam. Mükemmel olma yolunda harcadığı çaba, hedefine ulaştığında onu bitirecekti. Bunu biliyordu, adı kadar emindi. Yakın zamanda mükemmele, sonuna ulaşacaktı.

Her geçen gün artan karmaşasıyla uzandığı koltuktan kalktı.

“Acaba bir şeyler mi içsem yoksa kendimi mi assam?”

O bunları düşünürken telefonuna mesaj geldi. Arkadaşları yeni keşfettikleri gece kulübüne çağırıyorlardı. “Bugün de varlığımın yokluğuyla insanları hüzne boğmam için uygun değil anlaşılan.” dedi kalkıp hazırlandı ve aynadan kendisine baktı. Her zamanki gibiydi yani nefes kesici.

Hem yaşam alanı hem de atölye olarak kullandığı stüdyo dairesinde gezindi. Kusursuz sanat eserine baktı. Yakın zaman da olacak sergisinin en önemli eseriydi bu. Ünlü bir heykeltraştı. Biliyordu ki bu sergi onun ününe ün katacak ve geriye bir boşluk hissi kalacak. Çünkü elde etmesi gereken hedefleri bitti.

Kusursuz yüz hatlarına ve vücuda baktı. Yansıması olacak kadar iyi yapmıştı kendi heykelini.

İnsanlar bunun narsistçe olduğunu söylese de asla katılmıyordu. Han Akın’dan daha kusursuz yüz hatlarına sahip biri yoktu ki. Olsa yapardı. Bir mermer parçasından harikalar yaratırdı. Her zamanki gibi.

Gerçekten son yakındı. Bu sergiden sonraki gün intiharına uygun olabilirdi.

Arabasının anahtarını aldı ve yola çıktı. Arkadaşlarıyla çoğu zaman aynı mekânda takılırlardı. Ama Utku yeterince ava ulaşamadığını iddia ettiği için yeni yerler arayışındaydı. Tekliflerini kabul etmesindeki en önemli sebep orada satılan mallardı. Öncekilerden çok daha etkili olduğu söyleniyordu. Ayık kafayla dünya çekilmezdi. Uyuşturucuya bağımlı değildi, sadece gevşemek için kullanıyordu. Abisi bundan haberdar olsa yumruğu suratına çakardı ama neyse ki bilmiyordu. Cinayet büronun deli komiseri olduğu için katillerin peşine düşmekten kardeşiyle uğraşmaya vakti yoktu. Meriç Akın bir davaya kafasını taktığında kendisini dünyadan soyutlardı.

Mekâna ulaştığında arabasını durdurdu ve anahtarı valeye attı. Yüzüne kibirli bir gülümseme kondurup arkadaşlarının bulunduğu locaya ilerledi. Onlarla selamlaşırken Selin’in ilgili bakışlarını fark etti. Selin aralarına sonradan dahil olmuştu. Arkadaşı Deniz’in kuzeniydi. İstanbul’a taşındığından beri onlarla takılmaya başlamıştı. Aylardır kendisini hayran hayran süzdüğünün farkındaydı Han. Ama bilmiyormuş gibi davranmaya devam etti. Selin güzel kızdı ama ilgisini çekmedi. Çünkü sıradandı ve o sıradan hiçbir şeyi sevmezdi. Ulaşılması zor olan şeyler onu cezbederdi. Ancak ilgisi hoşuna gittiği için ses çıkarmamaya devam etti. Arkadaşları kendine av seçerken o ise sabırsızlıkla yeni malları bekledi.

İçkisini yudumlarken etrafta gezinen bakışları biriyle kesişti. Biri değil bir afetti. Beyaz omuzlarına dökülen kızıl saçları ateş gibi yakıyordu. Siyah straplez elbisesi ve iki bacağından dekoltesi olan fırfırlı etekli bir elbise giyiyordu. Kollarında ise dirseklerine kadar uzanan siyah saten eldivenler vardı. Bacak bacak üstüne atmasıyla elbise baldırlarına kadar çıktı.

Uzun bacakları ve ince belinin yanı sıra tavırları da dikkat çekiciydi. Bakışlarındaki kibir, dudaklarındaki davetkar gülümseme insanı etkisi altına alırdı. Sanki kimi istese ona ulaşacak gibi bir ifadeyle etrafı süzmeye devam etti. Bakışları yeniden kesişince kadın gözlerini kaçırmadı. Han mesafeden dolayı gözlerinin rengini net seçemedi. Kadın onu alıcı gözle süzdü. O anda Han’ın da dudaklarında kibirli bir gülümseme yer edindi. Beşe kadar sayacağım ve kuzu kuzu yanıma geleceksin güzellik diye mırıldandı içinden.

Han beşe kadar saydı ama beklemediği bir şey oldu. Kadının süzen bakışları aşağılayıcı bir tavra büründü ve başını çevirdi. Han bu duruma içten içe bozulsa da yansıtmadı. “Ah güzelim zoru oynuyoruz demek.” diye mırıldanıp güldü. Selin ise bunu üstüne alırcasına gülümsedi.

Ancak Han onu umursamadı. Utku’nun seslenmesiyle ona baktı. “Adam tuvaletlerin oradaymış, sen gitsene biraz meşgulüm.” deyip kucağındaki kızı göstererek sırıttı. Han ona göz devirip kalktı. Son bir kez daha içkisini yudumlayan kızıl afete baktı. Birazdan görüşürüz güzelim dedi içinden.

Han istediği mallara kavuşup masaya geldiğinde sabırsızlıkla poşeti açıp haplardan birini ağzına attı. Sonra başını arkaya yaslayıp rahatlamayı bekledi. Kanına karışan uyuşturucunun etkisiyle vücudu gevşemeye başladı. Arkadaşı Deniz’in mırıldanmasıyla gözlerini açtı.

“Ulan hatun alev ateş bir de yanındaki dangalağa bak. Paraysa bizde de var amına koyayım bu kadın niye bana bakmadı lan.”

Bahsettiği kadın az önceki kızıl afetti. Yanındaki adama baktı. Saçlarının ortası kelleşmiş birkaç tutamı oraya yapıştırarak gizlemeye çalışan, göbekli ve tahmini kırkının sonlarında tipsiz herifin tekiydi. Amacı neydi ki bu kadının. Aptal bir paragöz olmadığı belliydi. İşte şimdi meraklanmaya başladı. Kızıl afetin kel herife yaklaşmasıyla adamın gözleri parladı ve keyifle kadının vücuduna baktı. Gözleriyle kadını soyup kırk ayrı fantezi hayal ettiğine yemin edebilirdi Han, ama kanıtlayamazdı. Adam kızıl afete yaklaşıp bir şeyler söyledi.ve gitti. Genç kadın duyduklarından tatmin olmuş bir biçimde gülümsedi. Han ayağına gelen fırsatı kaçıramazdı. Aniden ayaklanmasıyla masadakilerin bakışı ona döndü. “Bir de ben şansımı deneyeyim.” dedi Deniz’e. “Bu sefer sert kaya oğlum kabul et.” dedi Deniz ama tam tersi çıkarsa büyük bozulurdu.

Han’ın mavi gözleri haylaz bir ışıltıyla parladı. Dudaklarında yer edinen serseri gülüşle kızıl afetin yanına ilerledi. Arkadaşları onun ne yapacağına bakarken kimse Selin’in asılan suratını umursamadı. Bar taburesine oturup bir kolunu tezgâha yaslayarak kızıl afete eğildi. Kadın onun geleceğini biliyor gibi gülümsedi. “Sanat eserinin kıymet bilmez ellerde olması ne acı.” Dedi genç adam. Kadının kaşları havaya kalktı. Böyle bir giriş beklemiyordu esasında. Ama cevapsız da bırakmadı. Han’ın masanın üstünde duran elinin üstüne siyah saten eldiven geçirilmiş elini uzattı. Elini yavaşça hareket ettirirken Han’a doğru sokulup gülümseyerek “Değer bilen eller bunlar mı?” dedi. Han teninde gezinen dokunuşlarla şaşkındı. Kadında karşı koyulamaz bir aura vardı.

Genç adam serseri gülüşüne devam ederek karşılık verdi. “O bunağı bırakırsan hepsini gösterebilirim.” Dedi ve alt dudağını ısırıp biraz daha yaklaştı. “Uygulamalı bir biçimde.”

“Kriterlerime uymuyorsun.”

Han sinirleri bozulmuşçasına güldü. Onun uymayacağı bir kriter olamazdı ki. Kavruk teni, kumral saçları ve mavi gözleri… Heykeli yapılması gereken bir vücudu vardı ki yapmıştı da.

“Kriterlerin ellisine dayanmış, kel göbekli ve kokuşmuş bir herif mi? Eminim ki şu an bir köşede mesir macunu arıyordur. Kalıbımı basarım ki evli ve evde karısıyla çocuğuna hayatı zehrettikten sonra parasını eskortlara yediren bir tiptir.”

Kadın şuh bir kahkaha attı. Han dikkatle yüzünü ve vücudunu inceledi. İlk defa birinin heykelini yapma arzusu duydu. Elleri karıncalandı. Kusursuz yüz hatları ve çene kemikleri vardı. Ve yüz asimetrisi muazzamdı. Dudakları ya estetik ya da makyaj hilesiydi ama doğal olmadığı belliydi. Yine de kan kırmızısına boyalı dudaklar günaha davet ediyordu. Hayır bu kadın cehennemin ta kendisiydi. Adım attığı an düşüp cezalandırılacağı bir leza çukuruydu.

“Ben eğlenceme bakarım. Belki de o bunağın nabzını attırmak istiyorumdur. Ya da nefesini kesmek.” Alayla gülümsedi kadın. “Anlaşılan senin de nefesini kestim. Kriterlerime uyduğun zaman mutlaka görüşelim unutulmaz bir gece yaşatırım sana.” dedi ve ayağa kalktı.

“En azından adını söyle.” diye ardından seslendi genç adam. Kadın arkasını döndü ve şuh bir gülümsemeyle “Alev.” Dedi ve arkasına bakmadan ona yaklaşan kel adama gitti.

Han şaşkınca arkasında bakakaldı. İlk defa başına böyle bir şey geldi. “İşte şimdi merakımı cezbettin Alev.” Dedi.

Masaya döndüğünde arkadaşları onunla dalga geçip durdu. Selin kadının o kadar da güzel olmadığını söyledi. Ama o hiçbirine cevap vermedi. Sadece içti. Ve Alev’i düşündü.

Reddedilmek içindeki narsiste yara verdi. Bu his onu hırslandırdı. “Seni bulacağım ve kesinlikle elde edeceğim.” dedi.

Sabah olduğunda başına şiddetli bir ağrı saplandı. Ayılmak için duşa girdi. Üzerini giyindikten sonra mutfakta kahvaltı yapan abisini gördü. Ayrı yaşıyorlardı ancak onun evi emniyete daha yakın olduğu için abisi yoğun olduğu zamanlarda ona geliyordu. “Meriç Bey siz emniyetten çıkar mıydınız?” diye abisiyle dalga geçti. Tüm gece uymadığını belli eden kızarmış gözleriyle kardeşine baktı Meriç. “Sen sabaha kadar içerken ben cinayet peşinde koşturuyordum.” Dedi. Kelimeler bile ağzından zorlukla çıkıyordu. “Yeni bir olay mı var?” diye sordu Han.

“Night Bar diye bir yerde bir adam öldürülmüş. Ve arkasında hiç iz bırakılmamış. Zaten mekândaki kameralar da çalışmıyor.”

Han duyduklarına oldukça şaşırdı çünkü abisinin bahsettiği yer dün gece gittiği bardı. “Öldürülen kişi kim?” diye sordu. “Tanıyacağını sanmıyorum. Emin Köse diye bir adam 49 yaşında evli. Uyuşturucu ticareti yapıyormuş, büyük ihtimalle o yüzden oradaydı. Al bak bu adam.” deyip dosyadaki fotoğrafı kardeşine gösterdi. Han fotoğrafa baktığı an dondu.

Çünkü kurban dün gördüğü kel adamdı. Alev’in yanındaki adam. Aklında bazı sözler canlandı. Onun nabzını arttırmak istiyorum. Ya da nefesini kesmek. Bu bir tesadüf olabilir miydi? Belki de kriter derken hedefini kastediyordu. Her şey olabilirdi. Belki de peşinde olduğu kadın bir katil ya da onun ortağıydı. Bu ihtimal onu heyecanlandırdı.

“Daha önce hiç görmedim.” dedi. Alev’i bulma arzusu daha da arttı. Biten amacı yerine yenisi geldi. Ondaki gizemi çözecekti. Girift yapıdaki olaylara karşı koyamazdı.

Abisiyle olan konuşmasını bitirdikten sonra o birkaç saat uyurken Han hazırlanıp arkadaşının yanına gitti. Alp sanat galerisine sahipti. Kendisi yakın zamanda olacak olan sergisini burada yapacaktı. Üç katlı galerinin ilk katında tablolar, ikinci katında heykeller ve üçüncü katında ışık gösterisi vardı.

Alp’in ofisinde otururken kapı çalındı. Elindeki telefonla ilgilenirken gelen kişiye bakmadı. Nahif ama bir o kadar tanıdık sesi duydu. “Merhaba Alp Bey, ben Neva telefonda görüşmüştük.”

Alp ayağa kalkıp kadını içeri davet etti. Kadın karşısındaki koltuğa otururken Han ona dikkatle baktı. Tanıdık bir his oluştu içinde. Daha önce karşılaşmış olabilirler miydi?

“Hoş geldiniz Neva Hanım. Bir şey içer misiniz?”

“Hayır, teşekkür ederim.” Kadının tavırları fazla çekingendi. Daha önce tanışmış olsalar bile hatırlayamazdı onun dikkatini çekecek biri değildi.

“Sizi arkadaşımla tanıştırayım. Han bir heykeltraş, yakın zamanda onun da burada sergisi olacak. Han, Neva Hanım tasarımcı defilesini burada yapabilir.”

Han kadına bakıp “Tanıştığıma memnun oldum Neva Hanım. İlk defileniz mi?” diye sordu. Kadın çekingence başını salladı. Net bir göz teması kurmuyordu. Kadının tavırları çekingen olsa da gözleri dikkat çekiciydi. Biri kızıla yakın kahve diğeri ise mavi. Bunun bir çeşit mutasyon olduğunu biliyordu Han.

“İlk solo defilem. Daha önce çalıştığım şirketteki defilede tasarımlarım vardı ama bir yıl önce kendi markamı kurdum.” Neva konuşurken oldukça gergindi. İletişim konusunda zaten iyi değildi, bir de adamın gözlerine dikkatle bakması onu gerdi. Bu sebeple Alp’e dönüp hemen asıl mevzuya döndü.

“Defileyi yapacağımız alanı görebilir miyim?”

“Elbette, buyurun hep beraber bakalım” diyerek ayağa kalktı Alp.

Han normalde umursamazdı ama kadını nereden tanıdığını merak ediyordu. Bu yüzden onların peşine takıldı. Işık gösterisinin olduğu kata çıktıklarında Neva dikkatle etrafı inceliyordu. Han’ın gözleri yüz hatlarında dolaştı. Kemiklerine ve yüz asimetrisine baktı.

Oval yüzündeki uyuma bakarken gözleri dudaklarına kaydı. Ne kalın ne ince yüzüne tam oturan boyuttaydı ve yüzünde estetik yoktu. Kahve saçlarını inceledi.Dudakları biraz daha şişkin ve makyajı daha ağır olsa bir de kızıl saçlarla Alev’e benzerdi. Birden durdu. Yüz asimetrisi Alev’inkiyle birebir uyuyordu. Normal bir insan bu detaylara dikkat etmeyebilirdi ama Han detaylar konusunda profesyoneldi. Bir mermer parçasından yüzler ortaya çıkarıyordu. Sesi Alev’inki kadar yoğun değildi. Gerçi o an etraftaki sesler de bastırmış olabilirdi.

İki ihtimal vardı.

Ya takıntılı bir manyak olduğu için hırsından dolayı yanlış düşüncelere kapıldı.

Ya da haklıydı. Bu kız da bir gizem vardı.

Han Akın asla yanılmaz. Bu yüzden ikinci ihtimalin peşinden koşacaktı.

Neva Alp’le mekân konusunda anlaşırken yanlarına yaklaştı.

“Neva Hanım yakın zamanda olacak sergime katılmanız beni çok mutlu eder. Görüşlerinizi oldukça merak ediyorum.”

“Teşekkür ederim Han Bey. Duruma göre bakarım.” dedi. Yalandı. Direkt gitmeyecekti. Adam’ın bakışları fazla yoğundu, hoşuna gitmedi.

Han Neva’nın onu geçiştirdiğini anladı. Ve geçiştirilmekten asla hoşlanmazdı.

“Davetiyeyi size yollarım Neva Hanım. Mutlaka bekliyorum.”

Han ilk hamlesini yaptı. Eğer bir şeyi elde etmek istiyorsa kimse bunu engelleyemezdi.

Sen kimsin Neva öğrenelim.

***

Her şeyin annesi kaygılar ve doğurduğu hastalıklı duygular.

İçimi kaplayan yoğun bir rahatsızlık hissiyle atölyeme döndüm. Bir yandan da kendimi sorgulamadan edemedim. Neden böyleyim? Bir erkek gözümün içine baktı diye şu an içimde fırtınalar kopuyordu. Zihnim sanki bir savaş alanı, duygular birbirine düşman bir grup ve ortalıkta uçuşan mermiler ise düşüncelerim.

Defilemi yapacağım yer için görüşmeye gittim. Galerinin sahibi Alp Bey sıcakkanlı ama mesafesini bilen biriydi. Ancak yanındaki adam… Han Akın. Çok garip bir aurası vardı. Ondan aldığım negatif enerji gerçekten doğru muydu yoksa benim savunma mekanizmam mı? İşte bu kafamda cevabını bulamadığım bir soruydu.

Dejavu! Bu kadar erken karşılaşacağımızı düşünmezdim.

Boş işler. Buradan çıkmak istiyorum.

İçimdeki meraka engel olamadım. Telefonumu açıp Han Akın ismini arattım. Hakkında haberler vardı. Sanat sayfalarından birine baktım.

“ESERLERİNE KENDİ RUHUNU ÜFLEYEN SANATÇI”

Garip bir haber başlığıydı. Tıklayıp okumaya başladım.

“Ünü gün geçtikçe yayılan genç sanatçı Han Akın Töz ve Öz sergisinde sanatseverleri şaşırttı. Sergisindeki Tors heykeli kendi kanıyla renklendiren sanatçının eseri oldukça beğeni topladı. Kolları, bacakları ve başı olmayan heykelin vücudunu kendini ilham alan sanatçı kendinden bir parça eklemek için renklendirilmesinde yarım litre kendi kanını kullandı. Sanatçı bu hamlesiyle ününü yurt dışına taşıdı.”

Haberi okuduktan sonra kaydırıp eserlerine baktım. Oldukça çarpıcı ve güzellerdi. İnsan vücudu olan eserlerinde sadece kendisini model almıştı. Bu da kendini işine ne kadar adadığını gösteriyordu aslında. Çünkü ben de eserlerime kendimden bir şey katmam gerektiğini düşünürüm.

Defilemin konsepti bile çocukluğumun en büyük yarasıydı. “Aşk’ın Evreleri” Hayatımı yerle bir eden duyguyu ilk solo defilemde konsept yaptım. Belki de acılardan besleniyordum, kim bilir. Ancak aşk sadece konseptimde sınırlı kalmalıydı, hayatıma girmemeliydi.

Bu eziklikle zaten olmaz. Ucubenin tekisin.

Aşk sonumuz olur.

Doğrudan şaşmamalısın.

Ben de kendi kanım olmasa da tasarımlarıma ruhumu ve emeğimi veriyorum. Elbiselerimi hem kendim tasarlayıp hem de aylardır hepsini dikiyorum. Aslında bunun için birilerini tutabilirdim. Ama benim işimden başka bir hayatım yok zaten. Yalnızlığımı ve kaygılarımı kendimi işe vererek bastırıyorum. Zaten sosyal bir insan değilim ve doğru düzgün bir arkadaş çevrem yok.

Dikim için ihtiyacım olduğunda ise dikilecek kısımları işaretleyip, evden çalışan ve paraya ihtiyacı olan ablalara gönderiyorum. Hem onlara geçim kaynağı oluyor hem de ben sektörden insanlarla muhatap olmak zorunda kalmıyorum. Bu konuyu eski iş yerimden bir arkadaşımla konuştuğumda benimle dalga geçmişti. Hatta bunun işimi ucuzlaştırdığını bile söyledi. Ancak ben diken kişinin kim olduğunu söylemeden önce elbisenin dikişlerine hayranlıkla bakıyordu.

Dünyaca ünlü markalar binlerce dolara sattıkları çantalarını elli dolar gibi bir fiyata üretiyorlar. Ve bu işçilerin emeğini asla düzgün vermiyorlar. Ancak kimsenin buna sesi çıkmıyor, o çantayı değil markayı almanın huzuruyla evlerine gidiyor.

Ben ise yoksulluk çeken, çocuklarına daha iyi bir gelecek sunmaya çalışan kadınlara istihdam sağlıyordum. Ayrıca dikişleri oldukça güzeldi. Onları bulmamda Şule’nin yardımı büyüktü. Benim evim şehrin dışında olduğu için doğru dürüst insan tanımıyordum ama Şule herkesin birbirini tanıdığı bir mahallede oturuyordu. Hem özel tasarım elbiseler hem de defile derken tam anlamıyla tükenmiştim. İşte o zaman Şule yardımıma koştu. Biraz çekinerek bana bu fikri anlattı ve oldukça hoşuma gitti. İlk bulduğu kadının dikişleri oldukça iyiydi ve ben hakkını verdiğim için devam ettik. Sonra başka ablalar aramıza katıldı. Şimdi ise on kişilik bir ekibiz. Hatta ne kadar çekinip istemesem de birbirlerinde toplandıklarında beni de çağırıyorlar. Şule’nin zorlamasıyla gittiğimde ben de oldukça eğlendim.

Babaannemle ikimizden başka kimsemiz olmadığı için böyle kalabalık ortamlara yabancıydım. Annemle ise… Annemin gözü babamdan başkasını görmezdi. Ondan arta kalan vakti ve ilgisini bana verirdi. Ben elimdekiyle yetinmesini öğrendim. Ama babam benim gibi bir ucube için bunu bile fazla gördü. Annem de babamın dediğini yaptı. Ona hiç karşı gelmezdi zaten. Annem babamı çok severdi.

Hayır. Annem babama tapardı. Sanki babam bir tanrı, annem ona tapınan bir kul. Ben ise sevgisine karşılık verdiği kurbanı. Annem babam için sadece hayatından değil benden de, öz kızından da vazgeçti.

O yüzden aşk çok tehlikeliydi benim için. Sonum olurdu. Emel Aydoğan’ın sonu olduğu gibi.

Kızlar annelerinin kaderlerini yaşarlar. O kara günde ambulansın önünde beklerken duymuştum bu sözü. Mahalledeki teyzeler annemin yaptıklarından sonra bana acıyorlardı. Bir tanesi onlara boşuna acıdıklarını benim de annem gibi olacağımı söyledi. Çünkü kızlar annelerinin kaderini yaşarlar.

Yanılıyorlardı. Böyle bir şey olmayacak. Bir erkek için ne kendimi ne de çocuğumu kurban edeceğim. Ben annem gibi değilim. Bir narsiste kurban veremem, bir narsist için birini cezalandıramam.

Aşk tutsaklıktır. Ben böyle gördüm, esir düşemem. Bundandır bir erkeğin benimle ilgilenmesinden korkmam. Bundandır bir ezik gibi kaçmam. Üniversitedeyken bir sınıf arkadaşım benimle ilgilenmişti. Ama ben ısrarla uzak durdum. Bana aşk itirafı yaptığında ondan kaçtım. Sonrasında karşılaştığımızda korkak bir ezik olduğumu ve beni böyle kabul edecek tek kişiyi kaçırdığımı söyledi.

Babam da böyle söylerdi. Ucubenin tekisin, gerçekten seni sevecek bir insan yok. Annen sana mecburiyetten katlanıyor. Babaannen sana acıyor. Sen bir ucubesin. Sevilmeye layık değilsin.

Bunların hepsi beynime soktuğu sözleriydi. Bir gün bunun babamla alakalı bir sorun olabileceğini düşündüm. Belki de sadece o sevmiyordu beni. Ama annem benden vazgeçince anladım. Yabancının biri söylediğinde anladım. Birinde çocuk, öbüründe genç kızdım. Şimdi yetişkin bir kadınım ve üçüncü kez aynı şeyleri kaldıracak gücüm yok.

Acılar bizi ortaya çıkardı. Güçlü kalabilmen için.

Asıl cezayı hak edenin acısını başkalarına yüklüyoruz.

Pişman olacaksın.

Bir şansım olsa farklı bir hayat dilerdim. Kafamda seslerin olmadığı, yaşadıklarımı unutmadığım, sevildiğim bir hayat isterdim. Çünkü bir insan darbeyi ailesinden alırsa o yara asla kapanmaz ve dışarıdaki bir daha göremeyeceğiniz bir insan bile canınızı acıtır. Çünkü açık olan yara sızlar.

Geçmiş boğazımda takılı kalınca daha fazla burada kalamayacağımı anladım ve çantamı alıp, butiği Şule’ye emanet edip çıktım. Yeşil Mını Cooper arabama binip mezarlığa sürdüm. Bu araba babaannemin bana ehliyet hediyesiydi. Ehliyetimi aldığım zaman bana bunu almıştı.

Doğumumun kimseyi mutlu etmediğini anladığım andan itibaren doğum günlerimi kutlamayı bıraktım. Babaannem ise bu yüzden her günümü özel kılmaya çalışarak bir şeyi bahane eder ve hediye alırdı. Mutlu olmam için elinden gelen her şeyi yapardı. O öldüğü zaman boşluğa düştüm. Ondan başka kimsem yoktu. Geçici amnezi rahatsızlığım daha da artmaya başladı. Çoğu gece ne yaptığımı hatırlamamaya başladım.

Sanki içimde bir canavar vardı da babaannem onu kontrol ediyordu ve o gidince canavar kafesinden çıktı.

Mezarlığa vardığımda arabadan indim ve içeri girdim. Burada ziyaret edeceğim hiç kimse yoktu. Annem Bursa’dayken öldü ve mezarı orada. Babaannem ise benim için her şeyi bırakıp İstanbul’a geldikten sonra kanserden dolayı vefat etti. Ancak vasiyetinde hayat arkadaşının yani dedemin yanına gömülmek istediği için mezarı Bursa’daki aile mezarlığına defnedildi. Ancak ben gidemedim. O günden sonra Bursa bana yasaktı. Oraya adım atma cesaretim yok.

Bu yüzden ben de bunaldığım zaman buradaki mezarlığa gelip bakımsız mezarlara su döküp dua okurum. Torpidoda duran siyah şalı başıma doladım ve arabadan indim. Topuklu ayakkabıyla yürümek zorlasa da alıştım artık. Çeşmenin yanında duran şişelerden birkaçına su doldurup kuru mezarlara döktüm. Bakımsız duranların üstündeki yabani otları temizledim. En son suyu döktüğüm mezarın mermerine yaslandım. Şişenin dibinde kalan suyla çamur olan mermeri yıkadım.

Meryem Güneş

D. 18.04.1973

Ö.03.02.2009

Ruhuna Fatiha okuduktan sonra babaannemden öğrendiğim sureleri okudum. Mezarının üstü beyaz güllerle doluydu. Başka farklı çiçek yoktu ama bunlar da kurumak üzereydi. Demek ki daha önce biri baksa da bu aralar gelmiyordu. Kuruyan yaprakları temizlerken kendi kendime konuşmaya başladım.

“En azından size değer veren birileri var. Çiçekler ekmiş, sulamış. Ardınızda cesur biri bırakmışsınız. Ben asla cesur biri olamadım. Ne beni doğuran annemin mezarına gidebildim ne de beni büyüten babaannemin. Vicdanımı susturmak için tanımadığım insanların mezarını ziyaret ediyorum. Böyle söyleyince de sanki vicdanımı rahatlatmak için sizi kullanıyormuş gibi oldum. Sakın yanlış anlamayın beni.”

Biri şu konuşmalarımı duysa ağır dalga geçer benimle. Kimsenin duyma imkânı olmadığı için rahattım belki de. Beni yargılayacak aşağılayacak kimse yoktu. Kafamdaki seslerden başka.

Gerçek bir ucubesin. Ölüler bile senden sıkılır.

Bunlar çok saçma. Çıkmak istiyorum!

Yanlış yöntem.

“Ben hastalıklı bir aşkın kurbanıyım. Umarım sizin yaşamınız da bir aşka kurban gitmemiştir. Yaşınız da gençmiş. Ömrünüz huzurla geçmiştir umarım.”

“Izdırap ve pişmanlıkla geçti.” Yabancı bir ses duymamla irkildim. Hızla arkamı döndüm tam arkamda elinde beyaz gül fidesiyle bir adam duruyordu. Bunca zamandır burada mıydı? Nasıl fark etmedim salak kafam umarım tamamını duymadı.

Kesin duydu. Kara bahtlısın sen.

Çok saçma. Çıkmak istiyorum!

Hemen ayaklandım. Kenara bıraktığım çantamı alıp mahcup bir ifadeyle karşımdaki adama baktım.

“Ben toprak kuru diye su dökeyim dedim. Rahatsız ettiysem özür dilerim. Kusura bakmayın lütfen.”

“Sorun değil, asıl ben teşekkür ederim. Bir süredir gelemiyorum, toprağını bile temizlemişsiniz.” dedi. Kalın bir ses tonu olsa da o kadar sakin konuşuyordu ki şaşırdım. Ben kesin kızar diye düşündüm ama kızmadı. Konuşurken gözlerime baksa da bakışlarını kaçırıyordu. Benden mi rahatsız oldu yoksa ben rahatsız olmayayım diye mi yaptı bilmiyorum. Ama içimden bir ses ikincisi diyor.

“O zaman ben gideyim, iyi günler dilerim.”

Arkamı dönüp ilerlerken sesini duydum. “Eğer hikâyesini merak ediyorsanız.” dedi ve duraksadı. Sanki tereddütte gibiydi. Başımı çevirip ona baktım. Ona dönmemle devam etti. “Bu gülleri dikerken size anlatabilirim.”

Normalde olsa arkama bakmadan kaçmam lazımdı. Hatta hiç konuşmadan sesini duyduğum an koşmalıydım. Ama yapmadım, yapamadım. Kalbimi yokladım, gayet sakindi. Vücudum tehlike alarmı vermedi ve içim garip bir şekilde huzurluydu. Belki de pişman olacaktım ama kendimi bile şaşırtacak bir cesaretle yabancıya doğru ilerledim.

Ona doğru yaklaşırken ifadesi bir an bocalar gibi oldu ama sonra geri eski haline döndü.

Topuklu giysem de boynumu kaldırmam gerekiyordu. Kalıplı bir vücudu olduğu belliydi. Hafif esmer teni, yeşil gözleri ve kirli sakalıyla yakışıklı bir adamdı. Siyah üzerine oturan hatta özel tasarım olduğu belli olan bir takım elbise, içinde de beyaz gömlek vardı.

Yanında durunca bakmayı kestim çünkü biraz daha bakarsam yanlış anlayacaktı.

Sapık olduğunu düşünür ve seninle dalga geçer.

Buradan çıkmak istiyorum. Yeter!

Bir şey söylemeden mezarın boş kalan kısmını poşetten çıkardığı küçük kazmayla eşeledi.

“İstanbul’da memur bir baba ve ev hanımı bir annenin kızıymış. Kendi çapında aydın bir aileymiş. O ise ailenin son çocuğu olmasına rağmen hiç şımarık olmayan akıllı kızıymış. Makine mühendisliği okuyormuş. Ne olduysa da staj zamanı olmuş zaten. Staj yaptığı fabrikaya bazen patronun oğlu uğrarmış. O zaman karşılaşmışlar ve âşık olmuşlar. O saatten sonra ailenin akıllı kızı hayal kırıklığına uğratacak her şeyi yapmış. Aşktan kör olan gözleri yüzünden adamın evli ve çocuklu olduğunu anlayamamış. Anladığında ise her şey için çok geçmiş. Hamile kalmış. O adama haber vermemiş. Ailesine söylediğinde babası evden kovmuş. O adama da gidemezmiş çünkü adam ona yalan söylemiş. Bekâr değil çocuklu ve güzel bir evliliği varmış. O da eşyalarını alıp gitmiş. İlk gelen otobüse binmiş.”

O sakince anlatırken sözünü kesmeden onu dinliyordum. Bakışları eşelediği toprakta gibi dursa da geçmişi düşündüğüne emindim.

“Otobüs Sinop’a gidiyormuş. Varınca elindeki parasının çoğunu bir alyansa vermiş, onun evlilik dışı çocuğu olduğunu anlamasınlar diye. Etrafta ev aramış bulamamış, ilk gecesini sokakta geçirmiş. Sonra yaşlı bir kadına bakmak için yatılı hasta bakıcı aradıklarını duymuş. Kocasının öldüğünü söylemiş. Kadın yalan söylediğini anlasa da kabul etmiş. Fadime teyze onu yargılamamış. Dini bütün nur yüzlü bir kadınmış. Onu ayıplamamış hatta Kuran okumayı öğretmiş. Fadime teyze onu kızı gibi görmüş. O ise yıllarca tövbe ettti. Hayatını çocuğuna adadı. Fadime Teyze ölünce vasiyet bırakmış, hiç çocuğu olmadığı için tek mal varlığı olan evini ona vermiş. Meryem ve oğlu mutluluğu birbirlerinde bulmuşlar. Onların birbirinden başka kimsesi yoktu. Ta ki o güne kadar. Meryem kanser oldu.”

Birden sustu sanki devamını getirecek gücü yoktu. Gül fidesine doğru uzandı. Hızlıca poşeti kavrayıp ona verdim. Gülü çıkarmasına yardım ederken bir yandan da sorular soruyordum.

“İyileşmiş mi? Çocuğuna ne olmuş?” derken elime gülün dikeni battı. Hemen fideyi bıraktı sanki kanayan parmağım çok önemliymiş gibi ceketinin cebindeki beyaz kumaş mendili çıkardı. İzin ister gibi gözlerime baktı ve nazikçe parmağımı kavrayıp mendili bastırdı.

Kalbimi kontrol ettim, hâlâ hızlanmıyordu. Niye rahatsız olmuyorum ki ben! Kafamdaki sesler bile sustu.

“İyileşmesine izin vermediler.” Dedi gözlerime acılı bir ifadeyle bakarken.

“Peki ya çocuk?” diye sordum.

“Kimsesiz kaldı. Annesine verdiği sözleri tutamadı ve çaresizce mezarında af diliyor.”

Bana karşı bu kadar açık olacağını düşünmedim esasen. Şaşkınlıkla ona baktım ama ona acımadım. Büyük ihtimalle acıyacağımı sanıyordu ama ben de ondan iyi halde değildim ki. Anlaşılan yaralarımız dosttu. Belki bundandır ona karşı içimdeki tanıdıklık.

Sonrasında hiçbir şey demeden gülü dikip can suyunu verdik. Beyaz gül af dilemeyi simgeler. Annesinden af diliyordu. Sert görüntüsüne rağmen ince bir ruhu olduğunu düşündüm. Dışımdan söylemeye cesaret edemesem de onun için mutluluğu diledim.

Sakince mezarlığın çıkışına doğru yürüdük. Ne o adımı sordu ne ben onun adını. Gerçi ben hikâyeden dolayı buruk hissediyordum. Sanırım o da öyleydi ya da ismimi umursamıyordu. Bir daha karşılaşacak mıydık sanki.

Parmağıma bastırdığı mendile baktım. Kan olmuş. Sanki ne diyeceğimi bilir gibi konuştu.

“Hiç sorun değil çıkarma.” Bir şey demeden başımı salladım. Gözleri gözlerimde dolandı. Önce sol taraftaki kızıl kahve gözüme baktı, sonra sağ taraftaki mavi gözüme baktı. Normalde biri gözlerime baktığında rahatsız hissederim ama o sanki ender bir manzaraya bakar gibi bakıyordu.

Sessiz vedasını ettikten sonra arkamı döndüm ve uzaklaştım.

Bir daha görüşmeyeceğim bir yabancının sözleri zihnimde dolanıp dururken.


Loading...
0%