Yeni Üyelik
4.
Bölüm

3. Bölüm

@lavinyapiraye

5 Yıl Önce

Dönülmez bir yolda, karanlık sokaklar içerisinde bir umut ışığı aradı Ayla Aydoğan. Biraz sonra öğrenecekleri için kaygılanıyor, mevcut durumuna göre çözüm arıyordu. Ama gittiği tüm yollar çıkmaz sokaktı. Bir dua etti içinden. Allah’ım ne olur sözümü tutmama yardım et.

Yıllar önce Neva doğduğunda bir söz verdi. Ömrünün sonuna kadar onu koruyacaktı. Ama sözünü yerine getiremedi çünkü Neva’ya zarar verdiler. Neva’ya çok büyük zarar verdiler. Dışarıdan sakin, mutlu biraz da çekingen bir kız olarak gözükse de ruhunun yıkık dökük olduğuna emindi Ayla Hanım. Yavrusunun yavrusuydu Neva. Ayla Hanım doğduğu andan itibaren gözünden sakınarak büyüttü ama kendi yavrusu hiç acımadan yaktı canını.

Behçet Aydoğan Ayla Aydoğan’ın ikinci çocuğuydu. İlk evladı bebekken hastalanıp öldüğü için üzerine titreyerek büyüttü oğlunu. Doğduğunda sevinç anlamına gelen Behçet ismini koydu. Ama oğlu sevinci değil azabı oldu.

Ne eşi ne kendisi ellerinde bir canavar büyüttüklerini bilmiyordu. O canavarın azabı hem gelinini hem de torununu yıktı geçti.

Kapının çalınmasıyla daldığı düşüncelerden çıktı ve misafirini karşıladı. Mesut Ünal alanında uzman bir psikiyatristti. Yıllardır Neva ile ilgileniyordu ve bir sorun olduğunu düşündüğü için Ayla Hanım’la görüşmek istedi. Bu istek ise şu anki sorunlarının üstüne son noktaydı Ayla için.

“Hoş geldiniz, Mesut Bey.” derken hemen konuya giriş yapmasını istiyordu ama kendini sakin kalmaya zorladı. “Hoş buldum Ayla Hanım ama durumlar Neva için pek iyi değil. Neva’nın yaşadıkları oldukça ağır şeyler. Bu yüzden yıllardır kliniğimizdeki uzmanlar tarafından tedavi gördü. Bir buçuk yıl konuşmaması ardından terapimiz sonuç verdi. Konuşmaya başladıktan sonra seanslarımız azaldı ama sizinle görüşünce bazı endişelerim oluştu. Neva’nın davranışları tutarsız gelmeye başladı. Size içinde konuşan sesler olduğunu ve bazı anlarını unuttuğunu söylerken benimle olan seanslarında hiç böyle sorunlardan bahsetmiyordu. Hatta daha olgun biri gibi konuşuyordu. Bunun sonucunda seansları arttırdım ve daha detaylı inceleme yaptım. Bunların sonucunda iki hastalıktan şüpheleniyorum.” deyip sözlerine bir es verdi. Yıllardır torununa gözü gibi bakan kadına bunları söylemek oldukça zordu.

“Gösterdiği semptomlar birçok hastalıkla benzer ama duyduğu sesler ve hafızasındaki eksiklikler bana çoklu kişilik bozukluğu gibi geliyor. Seanslarımızın çoğunda olgun bir kadın gibi konuşup davranıyor. Çoklu Kişilik Bozukluğunda ev sahibi kişilik dışında oluşan alter kişiliklerin kendine özgü yaşı, ırkı ve ismi olur. Ancak Şizofreni olma ihtimali de var. Bu iki hastalık birbirine oldukça yakın olduğu için şu an kesin bir teşhis koyamıyorum. Neva’yı kliniğimizde bir süre misafir etmemiz lazım. Hastalığına kesin bir teşhis koyup tedaviye başlamalıyız.”

Ayla Hanım duyduklarıyla resmen buz kesti. Nutku tutuldu, tepki veremedi. Gözüne yaşlar doldu ağlayamadı, ağzını açtı konuşamadı. Dondu kaldı sadece. Eğer bir insan acıdan taşa dönüşseydi Ayla yüreğindeki acıyla o an taş kesilirdi. “Dayanamaz.” Tek diyebildiği bu oldu çünkü sorun bir tane değildi.

Yaşanan acı günden sonra Aydoğan ailesinin sırları ifşa oldu. Behçet’in evliliğinin arka yüzünü herkes gördü. Bu yaşananları eşi Mehmet Bey’in kalbi kaldıramadı ve kısa bir süre sonra vefat etti. Babasının ölümüne göstermelik üzüntü yaşayan Behçet babasının mezarı soğumadan vasiyetini okutmak istedi. Ancak istediğini alamadı. Babası yaşanan olaylardan sonra mirasını yeniden yazdırdı. Şirketin hisselerinden kendine ait olan yüzde elli ikilik kısmın yüzde otuzunu eşi Ayla Hanım’a ve torunu Neva’ya, kalan yüzde yirmi ikilik kısmı da oğlu Behçet’e bıraktı. İstediğini alamayan Behçet daha da hırslandı ama Neva on sekiz yaşından küçük olduğu için sesini çıkarmadı. Asıl hamlesini ise şimdi yaptı. Neva’nın annesini öne sürerek psikolojik açıdan açığını aramaya başladı. Kurbanını en iyi katil tanır. Verdiği hasarın farkında olduğu için kullanmaktan asla çekinmedi.

Sırf oğlu duymasın diye bu terapileri torununa kayıtsız şekilde aldırıyordu Ayla Hanım. Şimdi ise karşısındaki adam kliniğe yatmasından bahsediyordu. Behçet bunu duyarsa Neva’nın daha beter olması için elinden geleni ardına koymaz diye düşündü Ayla Hanım. O öldükten sonra oğlunun miras için Neva’yı akıl hastanesine yatıracağına adı gibi emindi. Ve onun ömrü oldukça kısaldı. Beyninde üçüncü evre tümör olduğunu öğrenen Ayla Hanım gerçeklerle üst üste yüzleşiyordu.

“Bu söylediğiniz asla mümkün olamaz Mesut Bey.” Dedi kati bir sesle. Bunu duyan Mesut Bey ise oldukça şaşkındı çünkü torunu için elinden geleni yapan bu kadın şu an onu durduruyordu.

“Ayla Hanım bu ciddi bir durum. Neva hasta. Eğer tahminlerim doğruysa çoklu kişilik bozukluğuna sahip. Belki birçok karakteri var. Belki de şizofren ama iki seçenek de tedavi edilmezse oldukça tehlikeli.” Derken Mesut oldukça telaşlıydı ama ne derse desin Ayla’yı ikna edemeyecek gibi duruyordu.

“Hayır, bu asla duyulmamalı. Neva bile bunu bilmemeli. İlacı varsa yazın bir şekilde durduralım ama kimse bilmemeli.”

“Bu mümkün değil Ayla Hanım, ayrıca ilaç kesin çözüm değil psikoterapi görmesi lazım.”

Ayla da durumun farkındaydı ama daha mantıklı bir çözüm yolu bulamadı. “Neva’nın neler yaşadığını size anlattım Mesut Bey. Bunların sebebi babasıydı ve yıllardır ona karşı torunumu korumaya çalıştım. Daha yeni hayatı düzene oturdu. Şu an üniversiteye gidiyor ve ikinci sınıfa geçti. Bu duyulursa Neva ölmekten beter olur. Onun bir buçuk sene konuşmamasına sebep olan kişi ben ölünce ona neler yapar?”

“Bu yine de bir çözüm olamaz Neva Hanım toplum için de tehdit oluşturabilir.” Derken asla ikna olmuyordu Mesut.

“Onu sakinleştirecek ne gerekiyorsa vereceksin, ben ölünce de Neva bilmeden o ilaçları kullanmaya devam edecek. Kliniğe olan faydalarımı ve nüfuzumu biliyorsunuz Mesut Bey beni bunu kullandırtmaya zorlamayın. Yarın reçeteyi getirirsiniz. Yardımcım Emine sizi yolcu etsin.” diyerek konuyu noktaladı.

Yaptığı ne mantıken ne de ahlaki açıdan doğruydu. Ama başka çaresi yoktu. Ölecekti ve Neva daha fazla acı çekmemeliydi. Çaresizdi. Allah’ım sen beni utandırma derken de çaresizdi.

Sonraki gün Mesut Bey ilaçlarla geldi, şansını yeniden denedi ama başarılı olamadı. Yeminine ihanet ediyordu ama Aydoğan soyadının ne kadar güçlü olduğunu da biliyordu. Ayla evin yemek işlerini yapan Emine’yi de yanına çağırdı. İlaçların nasıl kullanacaklarını öğrendiler. Tehditkâr ses tonuyla “Bu sır bu odadan çıkmayacak. Ölene kadar bizimle olacak. Ben ölsem bile kimse bilmeyecek, özellikle Neva. Önünüzdeki anlaşmaları imzalayın, eğer bu sır yayılırsa ben ölsem bile avukatım gerekli işlemleri halledecek.” dedi.

İşini sağlama almak zorundaydı, ne olursa olsun torununu korumalıydı. O günden sonra babaannesi her sabah Neva’ya kahvaltının ardından portakal suyu içirdi. Neva gün geçtikçe beyni uyuşmuş gibi hissetti ama sebebinin her gün içtiği portakal suyundaki ilaç olduğunu bilemedi.

Neva’yı şeytanlarından korumak için her şeyi yapmaya hazırdı.

Onun bu haline üzülse de oğlu Behçet’in planları suya düştüğü için devam etti Ayla Hanım. Sır ifşa olmayacak diye tekrarlayıp durdu. Ancak hesaba katmadığı şey kaderin de onun oynadığı bu oyunun içinde olmasıydı.

Ayla Aydoğan öldükten sonra Neva’ya ilaç vermeye devam eden Emine talihsiz bir şekilde trafik kazasında vefat etti.

Sır onlarla toprağa gömüldü.

Canavar serbest kaldı.

***

Kendi karanlığınızı keşfederseniz başkalarının karanlığıyla daha kolay başa çıkarsınız.” der Jung.

Kendimi bildim bileli o karanlıktan korktum. Babaannemle beraber İstanbul’a taşındığımızda yıllar süren bir terapi sürecim oldu. Ama bunun katkısı ne kadar oldu bilemiyorum. Çünkü seanslarda neler yaptığımı hatırlamıyordum. Zaten ben üniversitedeyken de seansları sonlandırdık. Ama hâlâ o sesleri duymaya devam ediyorum. Sanki kendilerine has özellikleri var. Birisi şuh sesle konuşan ve geçmişimden tanıdık gelen kadın sesi. Diğeri de geçmişimden hiç hatırlamak istemeyeceğim bir andan tanıdık gelen kadın sesi. Ama diğerine göre daha soğuk ve acımasız çıkıyor.

Ben de bu halimi kabullendim, itiraz etmedim. Babaanneme sevgimin yanında minnettim de vardı. Beni bir cehennemin ortasından aldı, yüzümdeki kanlı el lekesini sildi ve benim için oğluna sırt çevirdi.

Annemin yapamadığını yaptı. Beni kimseye kurban etmedi.

Kabuslarla dolu bir gecenin ardından bir de düşüncelerimle boğuşuyorum. Son birkaç yıldır var olan uykusuzluk sorunumun üstüne bir de kabuslar eklendi. Tanımadığım daha önce hiç görmediğim adamları rüyamda görmeye başladım. Daha önce karşılaşmadığıma eminim ama bilinçaltımda nasıl yer edindiler bilmiyorum. Bazı zamanlar o insanları ölü olarak görüyorum hem de boğazı kesilmiş halde. Kan görmeye asla katlanamam ama bilinçaltımda hep bu görüntüler var. Yanımda birinin eli kesilse bakmaya dayanamaz kriz geçiririm.

Ah hiçbir şeyden haberin yok minik ucube.

Olması gerekiyordu. Cezalarını çekmek zorundalar.

O kadar çok konuşuyorlardı ki artık alıştım. Sanki bedenimde yer alan benden ayrı varlıkların sesleri.

Kahvaltı niyetine birkaç şey atıştırıp üzerimi değiştirdim. Kahvaltı kültürüne sahip değilim ama babaannem hayattayken asla atlamazdım. Çok dikkat ederdi. Üniversiteye gittiğim zamanlarda çok yoruluyorum güçten düşmeyeyim diye her sabah kahvaltıdan sonra taze sıkılmış portakal suyu içirirdi. Onun vefatından sonra aynı alışkanlığı yemeklerimizi yapan yardımcımız Emine abla devam ettirdi. Ama çevremdeki herkes birer birer gittiği için trafik kazası sonucu onu da kaybettim. Sonra hiç kahvaltı da yapmadım, portakal suyu da içmedim. Benim için bir değeri kalmadı çünkü.

Kahverengi kayık yaka bir bluz ve krem rengi dökümlü bir kumaş pantolon giydim. Kemer ve aksesuarlarla kombinimi tamamladıktan sonra makyajımı yapmaya başladım. Özellikle burnumun etrafında yoğun çillere ve uykusuzluktan dolayı moraran gözaltımı kapattım. Yoğun bir makyaj yapmadım. Özellikle de gözlerime, çünkü onları daha dikkat çekici hâle getirmeye niyetim yok. Kahverengi dalgalı saçlarımı topladım.

Saçlarımı seviyorum, küçükken hep gözümün önüne getirip yüzümü kapatmak için kullanırdım. Ama şu an istediğim gibi topluyorum. Kendimle barışamadım ama en azından artık yüzümün özellikle de gözlerimin görünmesinden korkmuyorum. Çünkü bu sebeple bana kızacak, beni banyoya kilitleyecek kişi artık yok.

Arabama binip butiğe gittim. Yoldayken de iki gündür olduğu gibi mezarlıktaki adamı düşündüm. Tanımadığım birini neden düşündüğümü ben de bilmiyorum. Ama hikâyesi beni çok üzdü ve bence devamı da vardı. Acı çektiği için sustu. Kendimden biliyorum, ben de acı çektiğim o günü anlatamadım. Belki bu yüzden bana tanıdık geldi, ondan rahatsız olmadım.

Bir daha görmeyeceğim biri için bu kadar kafa yormam mantıksız. İşime dönmeli ve başka düşüncelerden uzak olmalıyım. Her zamanki gibi kendi halimde yaşadığım kaostan uzak hayatıma devam etmeliyim.

Ah minik ucube çok safsın.

Yeter artık, sıram gelsin.

Butiğe gelince Şule’ye selam verip atölyeme çıktım. Çocukluğumdan itibaren kumaşlarla içli dışlıydım. Babaannemin dediğine göre Aydoğan’lar yedi göbek boyunca terzilik ve kumaşçılık işiyle uğraşırmış. Dedemin kumaş fabrikası vardı ve ben küçükken hep beni oraya götürür gezdirirdi. O günden sonra renk renk kumaşlara âşık oldum. Babaannem küçükken bana şan dersleri aldırttı ama benim hevesim hep kumaşlara, elbiselere dairdi.

Annemin çiçekli elbiselerine bakar bebeklerimi öyle giydirirdim. Hep onun kadar güzel olmak isterdim. Emel Aydoğan çok güzel bir kadındı. Özellikle de gülünce. Bana pek gülmezdi ama. Babama çok güzel gülerdi, gözlerinin içine bakardı. Ben annem beni görsün diye gözlerinin içine bakardım ama o da aynı şekilde babama baktığı için beni göremedi. Babamsa kendinden başkasına bakmadığı için onu görmedi.

Düşüncelerimin arasında dikiş yapmaya devam ederken Şule’nin seslenmesiyle aşağı indim. Elinde kocaman bir buket gül vardı. “Şule ne kadar güzel çiçeğin, kim gönderdi?”

Şule muzip bir gülümsemeyle cevap verdi. “Neva abla çiçekler bana değil sana, kimin gönderdiğini sen daha iyi bilirsin.” Oldukça şaşırdım, bana kim çiçek gönderir ki?

“Bana mı? Üzerinde not var mı?” derken Şule’ye ilerleyip buketi aldım. Kırmızı güller arasında mavi çiçekler vardı ve çok güzel duruyordu. “Bak abla, burada küçük bir zarf var.” Çiçeği tekrardan Şule’ye uzatıp zarfı açtım.

Gözlerinizin eşsizliğinden ilham aldığım bu buketi umarım beğenirsiniz. Haftaya olacak sergime katılmanızı sağlarım belki bu şekilde. Eğer bu hamlem de işe yaramadıysa sizi ikna etmek için çabalamak isterim. Numaramı yazıyorum katılım sağlamak isterseniz arayın. İstemezseniz de arayın, eminim ki sizi ikna etmenin yolunu bulurum.

Han Akın

Oldukça şaşırdım ve utandım. Çünkü öylesine davet ettiğini düşünüyordum. Sırf sergisine geleyim diye beni ikna etmeye çalışıyor. Gelip gelmemem onun için neden önemli ki? Şule sessizliğime daha fazla dayanamamış olacak ki “Kimmiş, adı yazıyor mu? Müşterilerden olduğunu sanmıyorum.” dedi.

“Müşteri değil zaten, defilenin olacağı mekânı görmeye gittiğimde tanıştım. Heykeltraş, sergisine davet ediyor.” Şule dedikodunun kokusunu almış gibi heyecanlandı. Onun aşk hayatı benimkine göre daha renkli olduğundan ve benden daha önce böyle şeyler duymadığı için şaşırması normal.

“Kim, Neva abla ünlü biri mi?” Benden yaşça küçük olduğu için içimde ona karşı bir koruma duygusu vardı ve kıyamıyordum. “Han Akın, galiba ünlü biri hakkında haberler vardı. ”dedim.

Şule ise bir miktar şaşırmakla meşguldü. “Heykel gibi olan heykeltraş Han Akın mı?” demesiyle güldüm. “Bu nasıl bir tabir Şule.”

“Ama Neva abla adam öyle ve sosyal medyada da bir sürü takipçisi var. Yurdumun insanının sanat severliğinden dolayı değil bu. Adamın kendisi heykel. Baksana şu hesaba.” derken aynı zamanda telefonundan Han’ın Instagram hesabını açıyordu. Telefonu elime verince şaşırdım.

Üç milyon takipçisi vardı ve fotoğrafları baya iyiydi. Özellikle de kendi heykeliyle yan yana olan fotoğrafı. Haberlerde çıkan kanıyla renklendirdiği heykeliydi bu. Tors heykel olduğu için sadece gövde kısmı vardı ama Han da üstsüz şekilde heykelin yanında poz verip altına “THE ART& THE ARTIST” yazmıştı. Onu araştırırken sosyal medya hesaplarına bakmak hiç aklıma gelmedi. Kendi hesabımı da sıklıkla kullanmam zaten. Genelde butiğim için açtığım hesabı aktif kullanıyorum.

“Adam çok kibar Neva abla bence şans verebilirsin.” dedi Şule. “Sadece kibar bir davet Şule şansla alakalı bir şey olduğunu sanmıyorum. Hem gidip ne yapacağım orda kalabalığı sevmediğimi biliyorsun. ” diye mırıldandım. Ama Şule ısrarına devam etti. “Tamam ama adam o kadar düşünmüş, ayıp olmaz mı? Davete icabet etmek gerekir en azından arayıp teşekkür edebilirsin.” Dedi. Sözlerinde haklılık payı vardı.

Gözlerimden ilham alması çok hoşuma gitmedi çünkü inandırıcı gelmedi. Yıllarca bir ucube olduğum kafama vura vura öğretilmişken insanların hiçbir iltifatı bana gerçek gelmiyor.

Minik ucube basit numaralar bunlar.

Yeter artık!

Ama yine de arayıp teşekkür etmeliydim. Şule’den buketi alıp tekrar atölyeme çıktım. Bir vazo bulup çiçekleri yerleştirdim. Ardından telefonumu elime alıp kartta yazan numarayı tuşladım. Aramadan önce derin bir nefes aldım, sakin ol Neva çekinecek bir şey yok. Telkinlerimi sıraladıktan sonra numarayı aradım. Birkaç defa çalmanın ardından arama cevaplandı.

“Efendim.” Güzel bir ses tonuna sahipti. Sakince konuşmaya başladım.

“Merhaba Han Bey ben Neva.” Deyip duraksadım. Neden kalbim bu kadar hızlı atıyor? Rahatsız mı oldum yoksa heyecanlandım mı?

“Merhaba Neva Hanım aramanız beni çok mutlu etti. Çiçekleri beğenmişsinizdir umarım.”

“Evet beğendim, çok teşekkür ederim. Zahmet etmişsiniz.”

“Rica ederim, önemli olan sizin hoşunuza gitmesi. Bu aramayla da teklifimi kabul ettiğinizi düşünüyorum.” Konuşması öyle öz güvenliydi ki ne kadar kibar da olsa sanki ona hayır deme imkânın yoktu.

“Bütün davetlilerinize çiçek mi yolluyorsunuz?” dedim. Ne kadar çekinsem de bunu sormalıydım. Tırnak diplerimi ısırırken cevabını bekledim. Hafif bir gülme sesi geldi.

“Diğer davetlilerim teklifimi anında kabul ettiği için ikna etme çabasına girmiyorum.”

Kaba davrandığımı düşünerek utandım. Adam nazikçe davet ediyor, neden bu kadar uzattım ki? Hem sanatı severim yaptığım ayıptı aslında.

Bu kadar çabuk ağa takıldığına inanamıyorum, minik ucube.

Her şeyi yak.

“Geleceğim.” dedim utandığım iççin konuyu uzatmak istemedim.

“Sevindim. Ayrıntıları mesaj atarım. Görüşmek dileğiyle sevgili Neva.”

Telefonu kapattıktan sonra derin bir soluk aldım. Çalışmaya devam ettim.

Akşama kadar Şule müşterilerle ilgilenirken ben de dikişleri ve çizimleri hallettim. İşimi hallettikten sonra butiğin önündeki alanda duran sandalyeye oturdum. Burayı ilk açtığımda dükkânın önündeki boş alana küçük yuvarlak demir bir masa ve iki sandalye koydum. O zamandan beridir de akşama doğru elime yeşil çayımı alır buraya otururum. Çayımı yudumlarken işten çıkıp eve giden insanları, caddeden geçen arabaları izlerim.

Karşıdaki kaldırımda mama yiyen kedilere baktım. Yemeğini yerken kafasını kaldıran kediyi görmek beni ürküttü. Yıllardır kedilerden korkar ve uzak dururum. Bakmaya dayanamam, bana kötü hatıralarımı anımsatır tıpkı şuan olduğu gibi. Yine de aç kalmalarına dayanamadığım için mama alırım ama Şule onları besler. Ben köpeklerin mamasını veririm. Kedilere bakınca aklıma ölü gözler gelir.

Yedi ya da sekiz yaşındaydım. Yaz mevsimindeydik. Bahçede kendi kendime oynuyordum çünkü hiç arkadaşım yoktu. Bulunduğumuz mahalledeki çocuklar benimle konuşmazdı. Gözlerimden korkuyorlardı. Canavar varmış içimde o yüzden böyleymişim. Onlar acımasız çocuktu bu yüzden canım yanmadı ama benim arkamda duran beni destekleyen annemin olmaması canımı yaktı.

Çünkü bir kızın da kilosuyla dalga geçmişlerdi ama kız annesine söyleyince kızın annesi diğer çocukların annesiyle konuştu ve hepsi ondan özür diledi. Benim annem ise evde ağlayıp babamı bekliyordu. Ben de babaannemim aldığı bebekleri konuşturur kendi kendime oynardım. Bir gün bahçeye bir kedi girdi. Çok güzel bir kediydi. Bembeyaz tüyleri vardı ama önemli olan tüyleri değil gözleriydi. Gözleri benim gibiydi, iki farklı renk. Biri mavi biri yeşil. Ona yaklaştığımda kaçmadı hemen kucağıma geldi. Evden süt getirip besledim. Hatta annem bile benimle onu sevdi ve yıkadı. Hayatımdaki en mutlu andı.

Annemle beraber ona isim bile verdik. Boncuk olsun dedi annem. Gözleri iri birer boncuk gibiydi. Boncukla beraber günlerim geçti. Babam evde yoktu. Annemle kavga ettiği için gitmişti, ama biliyordum gelecekti. Geldi de ,keşke gelmeseydi. Küçükken Allah’a “O eve gelmesin.” diye dua ederdim. Sonra annem üzülür diye vazgeçer ağlayarak “Allah’ım özür dilerim gelsin.” derdim.

Babam geldiğinde annem ona koştu. “Behçet neden eve gelmedin? Seni çok özledim.” dedi.

“Hâlâ hatanı anlamadın mı Emel? Senin yüzünden eve giremiyorum. Hareketlerine çeki düzen vermişsindir umarım.” Annem haklıydı ama sustu. “Evet fazla çıkıştım sana, özür dilerim.” Deyip babama sarıldı. Babam istediğini almanın huzuruyla mutluydu. Annem de babam geldiği için mutluydu. Ben ise odamdan çıkmadan Boncuk ile oynardım. Ancak mutluluğum kısa sürdü.

Babam kedimi gördü. Her zamanki gibi bana bakarken yüzünü buruşturdu. “Kendin gibi bir ucube bulmuşsun. Sen bunu nasıl benim evime sokarsın?” dedi. Bağırmazdı, öyle tiksinerek konuşurdu ki benimle. Keşke derdim, keşke bağırsaydı. Gözlerine baktım, korkmadım bu sefer. “O benim kedim. Adı Boncuk, tek arkadaşım.” dedim.

“Seni bu evde tuttuğuma şükret ucube. Bu pire torbasını görmek istemiyorum. Emel şu yaratığı evden at.” Annem itiraz etmek istedi ama babamın bakışlarını görünce sustu. Bir kez daha anladım. Babamın olduğu yerde benim şansım yoktu. O da bu kediyi seviyordu ama babamın gitmesinden korktuğu için sessiz kaldı. Boncuğumu dışarı attılar.

Bahçeye süt bırakıp gizlice onu besledim. Ama bir gün çok kötü bir şey oldu. Boncuğa araba çarptı. Onu kurtarmak için koştum ama ayağıma takılan taşla yere düştüm. Pembe şortumun açıkta bıraktığı dizlerim kanadı. Ellerim yara oldu ve yaralarımın arasına küçük taşlar girdi. Umursamadan gözümdeki yaşlarla koştum. Ama Boncuk hareket etmedi. Çığlık çığlığa ağladım. O benim tek arkadaşımdı. Komşuların hepsi sesimle başıma toplandı. Babam da geldi. Önce bana sonra insanlara baktı. Yanıma diz çöküp, “Güzel kızım neden ağlıyorsun?” dedi. Komşuların yanında bana hep böyle seslenirdi. Konuşmadan ağlamaya devam ettim. Komşulara bakıp “Kızım çok duygusal, biz gidip bu hayvancağızı gömelim.” dedi. Boncuğun ölü bedenini aldı, diğer eliyle de elimi tutu ve bahçeye yürüdü. Bahçe malzemelerini koyduğumuz eski kömürlüğün kapısını açtı. Benimle içeri geçti. “Eğer sesini bir kişi duyarsa çok daha kötüsünü yaparım. Beni daha fazla rezil edemezsin. Bu da cezan.” deyip Boncuğun ölü bedenini üstüme atıp kapıyı kapattı ve kilitledi. Babam beni ölü bir kediyle karanlık bir odada kilitli bıraktı.

“Baba, baba.” Sesimi kimse duymadı. Çığlık atmak istedim ama babam daha çok kızardı. Boncuğun ölü bedeniyle beraber sabaha kadar o karanlık odada kaldım. Dişlerimi elime geçerek olduğum yerde sallandım. İçimden hep aynı cümleleri geçirdim. “Neva burada değil. Neva evde mutlu. Neva burada değil.”

Sabah olduğunda babaannemin geleceğini öğrenen babam beni oradan çıkardı. Babaanneme söylememem için tehditler etti. Ama benim korkudan ağzım açılmıyordu zaten. O günden sonra hep kapalı alanlardan ve karanlıktan korktum. Babam da hep beni bununla sınadı.

Hatırladığım anıyla gözümden bir damla yaş düştü. Hatırlamak beni üzüyordu. Unutmalıydım. Tekrardan yolu izlemeye devam ettim ve sonra evime gittim. Kâbus görmemeyi dileyerek gözlerimi yumdum.

***

Gözleri yıldızlarda aklı ise bir çift gözdeyken sigarasını içmeye devam etti genç adam. Aylardır onu aklından çıkaramıyordu. Neva’yı. Gerçi artık buna niyeti de yoktu. Aklının da kalbinin de Neva ile dolmasından şikâyetçi değildi. Mezarlıkta karşılaştıkları anı düşündü genç adam. Annesinin hikâyesini ona neden anlattığını kendi de bilmiyordu. Tamamını anlatamadı ama yine de bahsetti çünkü Neva’nın yanında daha farklı bir adamdı. Annesinin yetiştirdiği o beyefendiydi. Karanlık yüzünü Neva’ya göstermek istemiyordu. Neva fark etmese de mezarlıktaki karşılaşmaları ilk değildi. Tekrardan o günü hatırladı genç adam.

Doğum gününü kutlamazdı. Sahte ailesindeki kutlamalar onu mutlu etmiyordu. Annesinin yaptığı kekin üzerine diktiği mum onu daha mutlu ederdi. Bu yüzden yıllardır olduğu gibi yine annesinin mezarına gitti. Bir tek orada özgürce ağlardı. Mezarlıktan çıkacakken yere çökmüş birini gördü. Konuşmak istemese de genç kadının halini merak etti. Belki bir sorunu vardı ve hava kararmak üzereydi. Başına bir şey gelmesinden korktu. Abi olduğu için fazla korumacıydı. “İyi misiniz?” diye sordu. Genç kız başını kaldırıp ona bakınca sekteye uğradı. Gözleri öyle güzeldi ki. Sanki bir tarafı cehennem bir tarafı cennet. Sonra hemen kendine geldi. Kıza öküz gibi bakma oğlum, rahatsız olur. Dedi kendi kendine.

Kız safça ona bakıp gözlerini kırpıştırdı. “İyiyim.” dedi. Sonra tekrardan genç adama baktı. Dikkatle adamı incelerken bakışları kızarmış gözleri ve çökmüş omuzlarında oyalandı.

“Siz nasılsınız?” diye çekingence sordu. Genç adam bu soruyu beklemedi. Uzun zamandır kimse onunla bu kadar içten konuşmadı esasında. O an maskesini indirmek istedi. Bunu neden yaptığını kendi de bilmiyordu.

“İyi değilim.” dedi.

Genç kadın çekingence yine konuştu. Kaldırımda oturmaktan rahatsız olmazsanız, konuşabiliriz.” Deyip tekrardan çekingence ekledi. “Yani eğer isterseniz. İstemezseniz siz bilirsiniz. Öyle yani.” Genç adam kızın konuşmasıyla içten bir şekilde gülümsedi ve mesafesine dikkat ederek yanına oturdu.

“Bugün benim doğum günüm. Kutlamayı sevmem, annem öldüğünden beridir. Doğum günümün onu benden aldıkları gün olmasından beri aslında.” Bunları neden anlattığını bilmiyordu genç adam.

Genç kız ona anlayışla baktı. Acımadı, sanki yarasını tanıdı. “Ben de sevmem. Doğumumun kimse için bir anlam ifade etmediğini anladığımdan beri kutlamam.” dedi güzel gözlü kız. Adam bir an o gözler hep ona baksın istedi.

“Mısır kültüründe lotus çiçeğinin gün ışığıyla beraber yapraklarını açmasından dolayı güneşi ve yeniden doğuşu temsil etmektedir. Aynı zamanda Eski Mısırlılar lotus çiçeğini ölümle ilişkilendirmiştir. Yani ölen insanların yapılacak bir büyüyle lotusa dönüşebileceklerine ve yeniden doğabileceklerine inanmışlardır.” Genç kadın bunları anlatırken aynı anda çantasında bir kâğıt aradı. Ancak defteri yanında olmadığı için bulduğu faturayı dizinin üzerine yerleştirdi. Bir kalem çıkarıp bir şeyler çizmeye başladı. Genç adam ne yaptığını anlamadı ama karışmadı da. Çizimini bitirdikten sonra kâğıdı genç adama uzattı. Kara kalemle bir çiçek resmi vardı.

“Size annenizi getiremem ama doğum günü hediyesi olarak onu temsil eden bir lotus çiçeği verebilirim. Ne olursa olsun doğum gününüz kutlu olsun.” deyip kalktı ve koşar adım arabasına ilerledi. Genç adam önce elindeki kâğıda baktı sonra koşarak giden kişiye. “Bari adını söyleseydin.” diye mırıldandı.. Sonra resmi incelerken kâğıdın köşesine baktı. Faturada isim yazıyordu.

Neva Aydoğan.

Kâğıda bakarken gülmeye başladı. Sonra bunu fark edince kendine kızdı. “Oğlum Ali kendine gel.” dedi.

Ama bu iş burada bitmedi.


Loading...
0%