@lavinyapiraye
|
3 Yıl Önce Vedalara mahkûm olmak mı daha zordur, yoksa hep geride kalmak mı? Hüzün bir kalp kapanıydı. Etine dişlerini geçirmiş, her gözyaşında daha batan bir kapan. İnsanoğlu yaşamadan anlar mıydı korkuları. Yahut hatırlar mıydı yaşadıklarını. Ancak yargılardı. Durmadan yargılar, kalp kırardı. Kırıkların içerisinde, paramparça bir kalp ve kan revan ruhuyla nefes almaya çalışıyordu Neva. Kimsesizliği artık tamamıyla tattı. Yaşayanlardan, kan bağı olan tek kişi babası kaldı ki bu da kimsesizlikle eş değerdi onun için. Bu hayatta onu koruyup kollayan, bazen kalkanı, bazen silahı olan onu koşulsuz seven tek insanı da kaybetti. Ayla Aydoğan sahip olduğu üçüncü evre Tümör hastalığı yüzünden hayata gözlerini yumdu. Bütün hayatını Neva’ya adadığı için hastalığını bile umursamadı. Neva ise hem yas hem de suçluluk duygusuyla boğuşuyordu. Babasının sözleri zihninde dolanıyor, ruhsal acısı artık benine yansıyordu. Son bir aydır olduğu gibi babaannesinin odasında, hırkasına sarılıp ağlarken kalbindeki ağrının geçmesini bekledi. Babasının sözleri ve zihnindeki sesler birbirine karışıp duruyordu. “Bütün her şeyin, sorumlusu sensin Neva. Annen senin yüzünden böyle. Evliliğimiz senin yüzünden bozuldu. Sen tiksinç bir yaratıksın. Geldiğin yerde düzeni de bozuyorsun. Her şey senin suçun ucube.” Ah yazık sana, minik ucube. Güçsüz iradelerin suçu. Neva göğsünde sıkışan nefesiyle titremeye başladı. Duvarlar üstüne geliyor, kalbi sökülürcesine ağrıyordu. Nefes alamıyordu, düşünceler ise ruhu boğazlayan halatlar gibi durmuyordu. İki gün önce babası arayıp bütün kinini ona kustu ve İstanbul’a geleceğini söyledi. Neva ise çaresizce ağlamaya devam etti. Bir aydır olduğu gibi yemeden içmeden sadece ağladı. Ayla Hanım’ın ölümünden sonraki iki hafta boyunca yardımcıları Emine gelip gitti. Ona zorla bir şeyler yedirtti, tıpkı babaannesi gibi portakal suyu getirdi. Ama Neva’ya desteği bununla sınırlı kaldı çünkü talihsiz bir kaza sebebiyle vefat etti. Artık Neva’nın kapısını çalacak kimse yoktu. Bursa’daki akrabaları arayıp sorsa Neva kimseyle konuşmak istemedi. Cenin pozisyonunda babaannesinin hırkasına sarılı yatarken yavaşça sakinleşmeye çalıştı. Kendine geldiğinde banyoya gidip yüzünü yıkadı. Kapının çalmasıyla merdivenlerden inip dış kapıya ilerledi. Kapıyı açtığında dondu kaldı. Bunun er ya da gerçekleşeceğini biliyordu ama bu kadar çabuk olmasını istemiyordu. Karşısında babası duruyordu. Behçet Aydoğan. Babaannesi yoktu. Artık onu şeytanlarından koruyacak kanatları arasında saklayacak kimse yoktu. Neva’nın şeytanları babası ve sebep olduğu izlerdi. Bir nakış gibi ruhuna işlenen izler. Babaların kızlarına oyuncaklar, tokalar aldığını görürdü Neva. Kızlarını mutlu edecek hediyeler ve kocaman sevgi verirlerdi. Parkta tek başına oynarken görürdü bunları Neva. Aslında babalar kızlarına gülerek bakarmış. Behçet’in Neva’ya armağanları daha farklıydı. Kilitlenen kapılar, karanlık odalar, hakaretler, suçlamalar ve büyük travmalar. Bir de doğduğu günden itibaren süren tiksinti dolu bakışlar. Babası hiç değişmeyen bakışlarıyla ona baktı. Aradan yıllar geçmişti, Neva’dan birçok şey çalındı ama Behçet Aydoğan sanki hiçbir şey yaşamamış, felaketlere sebep olmamış gibiydi. Kendinden başka bir şeyi umursamadığı için acı çektiğini bile düşünmüyordu Neva. Yıllar ona hiç uğramamış gibiydi. “Daha ne kadar kapıda duracaksın?”dedi sert sesiyle. Neva sessizce kenara çekildi ve yolu gösterdi. Salona adımlayan Behçet memnuniyetsiz bakışlarıyla etrafı süzdü. Babasının ölümünden sonra annesi koskoca konağı bırakıp buraya taşınmıştı bu ucube için. Duvarlarda Neva ve Ayla’nın fotoğraflarıyla kaplıydı. Ayla birlikte olan tüm anılarını ölümsüzleştirmek için hepsini çerçeveletip duvara asmıştı. Neva gergince ona bakarken umursamadan salonu incelemeye devam etti. Neva’nın katıldığı yarışmadan birinci olduğu zaman babaannesiyle gülerek ödülü tuttukları fotoğrafa baktı. Onu tüm Bursa’ya rezil ettikten sonra mutlulardı. Onu terk edip, burada hayatlarını yaşıyorlardı. Bu düşünce onu daha da sinirlendirdi. Bu ucubeye hepsini ödetirdi ama şu an geldiği işi halletmeliydi. “Avukat birazdan burada olacak, vasiyeti okumak için.” Neva şimdi anlamıştı neden geldiğini, para için. Neden şaşırıyordu ki onu görmek için zaten gelmezdi. Bu saçma düşünce yüzünden kendine kızdı. Babasının dediği gibi eziğin tekiydi. Hâlâ üzülmesi bunun kanıtıydı. Bu düşünceler onu daha da üzdü. Kapının çalmasıyla bulunduğu yerden ayrılıp kapıyı açtı. Babaannesinin avukatı Ahmet Bey’i gördü. Selamlaştıktan sonra beraber salona geçtiler. Behçet de o sırada tekli koltuğa oturmuş onları bekliyordu. Neva da kanepeye oturduktan sonra Ahmet Bey’in çantasından zarfı çıkarmasını bekledi. ”Yasal mirasçılar burada olduğuna göre başlayabiliriz. Ayla hanım vefatından iki yıl önce vasiyetini yazdırdı. Eşinden kalan şirketin bütün hisseleri, bankadaki parasını, şu an Neva hanımın oturduğu evi ve ailesinden kalanları Neva Aydoğan’a bıraktı. Behçet Aydoğan’ı ise evlatlıktan reddetti.” “Bu ne demek oluyor.” diye sinirle yükseldi Behçet. Annesi bunu gerçekten yapmıştı. Öz oğlunu evlatlıktan reddedip her şeyi bir kız çocuğunun eline bıraktı. “Noter tarafından onaylandı Behçet Bey. Tüm mal varlığını Neva Aydoğan’a bıraktı. Ve Neva Aydoğan’a bir zarar gelmesi durumunda bütün paranın hayır kurumlarına bağışlanması şartını da ekledi.” Neva şaşkın bir şekilde, avukata baktı. Babaannesinin onu sevdiğini biliyordu ama bütün mal varlığını ona bırakacağını düşünmemişti. Behçet avukatı evden gönderdikten sonra salona geçti. Bir şeyler düşünmeliydi, plan yapmalıydı. Bütün bu serveti ucubeye bırakamazdı. Gururu incinmiş, büyük bir darbe aldı. Annesi bunu ona nasıl yapabilirdi nasıl? Behçet gibi bir adama bunu yapamazdı. Hem de kim için? Annesi bu şekilde onu alt edeceğini düşünüyorsa yanılıyordu. Bu ucubeden bütün parayı alacaktı. Hepsini paşa paşa devredecekti. Başka bir ihtimal düşünülemezdi çünkü. Neva’ya doğru döndü. “Yarın ilk iş notere gidiyoruz ve şirketin hisselerini benim üstüme geçireceğiz. Bankadaki para sana kalabilir ama hisseler benim. Anladın mı?” Otoriter ses tonu ve tiksinen ifadesi yıllardır olduğu gibi devam ediyordu. Neva onunla asla konuşmak istemiyordu. Şirket de umurunda değildi ama adamın yüzsüzlüğü katlanılmazdı. Hayatlarını mahvetmesine rağmen hiçbir şey umurunda değildi. Neva konuşamadı sadece sustu. Ama Behçet durmadı. Vücudunda kol gezen bütün siniri bir zehir gibi atmak istiyordu. O zehirle Neva’nın canını yakmak istiyordu. “Sakın sevinme. Annem bunadı ve oyalanacak bir oyuncak olarak seni yanına aldı. Sen sevilmeye layık değilsin. Bu hayatta gerçekten seni seven bir kişi bile olmayacak. Biri seni sevdiğini söylese bile bu yalan bir sevgi olacak. Tıpkı benim annene sunduğum sevgi gibi. Çünkü sen de onun gibi eziksin.” Neva kulaklarını tıkamak istedi. Bu sözleri duymak istemedi. Kocası uğruna ölen kadın için sarfedilen bu sözleri duymak istemedi. Aldığı nefes ciğerlerinde tıkandı. Elleri titremeye başladı ama Behçet durmadı. Vücudunda tehlike alarmları çalmaya başladı. Bacaklarını göğsüne yaslayıp oturduğu koltukta kıvrıldı. “Sadece görünüşün yüzünden değil, senin ruhun ucube. Aklınca tüm sevgi, ilgi sende olsun istedin demi? Beni kandırabileceğini düşündün mü gerçekten. Sen benden daha zeki olabilir misin? Kimsin ki sen.” “Alev’im.” Behçet duyduğu isimle şaşkınlıkla arkasına baktı. Tükürükler saçarak bağırırken kızdaki değişimi fark edemedi. Neva az önce küçüldüğü koltuğa şimdi rahatça yaslanmış, alaylı bir ifadeyle ona bakıyordu. “Ne oldu? Bu isim sana tanıdık mı geldi? AA hatırladım şimdi. Sevgilinin de adı Alev’di demi? Bak sen şu tesadüfe.” derken yüzünde kibirli bir sırıtış vardı. Behçet’le dalga geçme cüretini nerden buluyordu bu kız. “Kes sesini ve bana odamı göster. Yarın notere gideceğiz. ”dedi dişlerini sıkarak. “Koridorda sağdan ikinci kapı. Sevgilin nerde, yanına gitsene. Emel’i bırakıp koşa koşa ona giderdin. Sonra da Emel’i suçlardın.” “Doğru ya o da öldü. Karınla birlikte. Tüh unutkanlığım üzerimde bu aralar.” Behçet’in adımları kesildi. Kızın bakışları, konuşması farklıydı. Neva onun gözlerine bakamazdı. On dakika önce de aynı şekilde davrandı, gözlerine bakmadı. Ama şu an karşısındaki kız gözlerini ona dikmiş, annesinden bir yabancıdan bahseder gibi konuşuyordu. Sinirle Neva’ya doğru atılacakken kendini durdurdu. Yarın hisse işlerini halledecekti. Ondan sonra haddini bildiririm dedi ve ilerledi. Neva’nın arkasından iş çevirme ihtimalini önlemek için burada kalmaya karar verdi. Amcasının çocuğu Mehmet ile görüştüklerini biliyordu. Neva’nın hisseleri ona devretme ihtimali olduğu için onu gözünden ayırmamalıydı. Arkasındaki tehlikenin farkında değildi. Alev onu kışkırtmanın memnuniyetini yaşıyordu. Aptal adam anlamamıştı bile. Neva’nın masumiyeti onun için şanstı. Kimse Neva’yı tehlike olarak göremezdi, kendi korumaktan acizdi. Bunun keyfiyle Alev mutfağa gidip dolaptaki yemekleri ısıttı. Neva’nın odasından uyku ilacını aldı ve içinden birkaç tanesini ezip çorbayla karıştırdı. Aynı sakinlikle Behçet’i çağırıp masayı kurdu. Behçet bu duruma şaşırmadı çünkü Neva’nın yapması gereken buydu, Behçet’e hizmet etmek. Sakince yemeklerini yediler. Adam yavaşça esnemeye başladı. “Ben yatıyorum, sabah hazır ol.” Diyerek odasına gitti. Alev ise ardından sinsice gülümsedi. Şişenin yarısını koyduğu için adamın uyanması mümkün değildi. Alev bir süre bekleyip diğer kişiliğin gelmesine izin verdi. Az önceki alaycı bakışlar gitti, yerine nefret dolu bakışlar geldi. Güçsüz iradeye sahip insanlar kelebek etkisine neden olurdu. Bu etki insanların hayatını mahvederdi. Behçet güçsüz bir iradeye sahip, aciz bir adamdı. Emel ise kendini ve kızını ona karşı koruyamadığı için ondan daha acizdi. O adamın yapacağı her şeye gönüllü olmuştu. Behçet’ten başka gidecek yeri olmadığı için değil, istemediği için gitmedi. Melek bunlara şahit olarak ortaya çıktı. Bu gece Emel’in yapamadığını yapacaktı. Kendine ve kızına kıyabilecek güce sahip olan Emel Behçet’e kıyamadı. Kızının ağlamalarına hep göz yumdu. Bazı şeyler hukukla çözülebilirdi ama bazı adamlar çıban gibiydi. Bulunduğu vücudu ölüme sürükleyen, irin akıtan bir çıban. Olan ise çocuklara oluyordu. Tıpkı Neva’nın her seferinde orda olmadığını hayal ederek ortaya çıkardığı kişilikleri gibi. Melek bu sorunları çözmek için vardı. Çocukları kurtaracaktı, bu onun göreviydi. Şu an kurtarması gereken Neva’nın çocukluğuydu. Görev bilinci içerisinde sert adımlarla mutfağa ilerleyip çekmecedeki plastik eldivenleri eline geçirdi. Neva ete dokunamadığı için mutfakta mutlaka bulunurdu. Şimdi başka bir amaç için kullanılacaktı. Behçet’in kaldığı misafir odasına gitti. Alev burayı özel olarak söylemişti. Çünkü bu odada bazı zamanlar Ayla Hanım’ın hemşiresi kalırdı. Ayla’nın ağrıları oldukça şiddetli olduğu için de Ayla’ya morfin verirdi. Şırınga morfin ve tüm ilaçlar da hemşirenin kaldığı odadaki çekmeceli şifonyerin içinde bulunuyordu. Sakince çekmeceyi açıp içinden morfini aldı. Morfin yavaş yavaş ve az dozajda uygulanmalıydı. Ama Melek Behçet’e cömert davranacaktı. Çekmeceye bakarken bir şişe dikkatini çekti. Fentanil. Bu morfinden yüz kat daha etkili bir ilaçtı. Ayla’nın ameliyatlarının ardından yoğun ağrı çektiği dönem içindi bu ilaç. “Ah, Behçet sana harika bir kokteyl hazırlayacağım.” Yatakta uyuyan Behçet’e doğru yürüdü. Bu bir canilik değil görevdi. Melek görevini yerine getirmeliydi. Çekmeceden aldığı şırıngaya önce morfini enjekte etti. Ardından Behçet’in kolunu sıyırıp, damarı bulabilmesi için lastiği koluna bağladı. Ardından morfini enjekte etti. Sonra ise fentanili. Bu işlemi birkaç kez tekrarladı. Şişelerin gramajı düşük olduğu için öldürecek miktarı bulana kadar yaptı. Altın vuruşa ulaştı. Herkes Behçet’in bağımlı olduğunu ve yoksunluk yüzünden ölmüş annesinin ilaçlarını kullandığını düşünecekti. Hak ettiği gibi Behçet can çekişiyordu. Görevini tamamlamanın memnuniyetine ulaştı. Nefret dolu bakışların yerine tekrar alay dolu bakışlar geldi. Alev, Melek ve Neva arasında bir köprü gibiydi. Melek’e ulaşmak için önce Alev’e ulaşılırdı. Ardından tekrar ev sahibi olan kişiliğe yani Neva’ya dönmek için de yine Alev gerekliydi. Alev oldukça titiz ve zeki bir kadındı. Herkesi kandırmak ise onun en büyük zevkiydi. Şişelere Behçet’in elini değdirerek parmak izleri bıraktı. Ardından Behçet’in vücudunu yere çekti. Yoksunluk yüzünden yere çökmüş aciz bir durumdaymış izlenimi verdi. Bilmeyen biri hemen ilaçları bulamayacağı için içi ilaçla dolu olan dolabı yere devirdi. Etrafı dağıttıktan sonra eserine baktı. Neva uyku ilaçları olmadan uyuyamadığı için o yukarıda uyurken Behçet burada yoksunluk krizi geçirmiş ve altın vuruşu yapmıştı. Ah ne büyük trajedi. Polis ne kadar sorgulasa da bir şey bulamazdı. Çünkü Neva bunlardan habersiz olduğu için dedikleri doğruydu. Tek sıkıntı Neva’nın sabah cesedi bulacak olmasıydı. Bunun için çözüm yoktu, üzülmesi gerekti ki polis ondan şüphelenmesin. Kahkaha atarak mutfağa ilerdi. Masayı topladı, etrafı toparlayıp uyku ilacı içerek uyudu. Neva sabah zar zor uyandı. Başını kaldırdığında günün ışıdığını fark etti. Hızlıca yüzünü yıkayıp aşağıya indi. Babasının hâlâ kalkmamış olmasına şaşırdı. Noter işi için onu erkenden uyandıracağını düşünmüştü. Behçet’in bulunduğu misafir odasına gitti. Kapıyı tıkladı, ses gelmedi. Biraz bekleyip seslendi, yine ses gelmeyince kapıyı açtı. Neva gördükleri karşısında şok oldu. Babasının yatağın kenarına çökmüş hareketsiz bedenine baktı, ardından yerdeki enjektöre ve ilaç şişelerine. Koşarak adamın yanına gitti ama nefes almıyordu. Bedeni titriyordu, koşarak odasına çıkıp telefonunu aldı ve ambulansı aradı. Babasının karşısına çöktü. Donuk bakışları onun yüzünde gezindi. Morarmış dudaklarına ve soluk tenine baktı. İşte şimdi tamamen kimsesizdi. Behçet’in kötü bir adam olduğunu biliyordu ama yine de gözyaşlarına engel olamadı. Hıçkırarak ağladı. Ambulansın gelmesiyle sağlık görevlilerini içeri aldı. Babasının cansız bedenini götürdüler. Polisler ifadesini aldı. İntihar olduğuna karar verilince dosya kapandı. Ölümler Neva’nın hayatında dönüm noktası oldu, kendisi fark etmese bile. Annesinin ölümüyle içindeki şeytan yaratıldı. Babasının ölümüyle şeytanları serbest kaldı.
*** Saatlerdir olduğu gibi dolabın karşısında durmuş ne giysem diye düşündüm. Giyecek hiçbir şeyim yok diye ağlamak istedim ama sonra giyinme odamdaki kıyafetlere baktım ve bir butiğim olduğu aklıma gelince sustum. Bir de tasarımcı olmamla ilgili bir ayrıntı vardı ama onu da umursamadım. Bugün Han Akın’ın sergisine gidecektim. Kalabalık beni gerdiği için şimdiden kaygılanmaya başladım. Sonra sabahtan beri yaptığım gibi yine kendime telkinlerde bulundum. Mesleğimden ötürü daha kalabalık ortamlara da girdim ve hiçbirinde de çuvallamadım. Nasıl yaptığımı hatırlamıyorum ama olsun güzel dönütler aldım. Bugün de halledebilirim. Önce ne giyeceğime karar vermeliyim ama. Genel olarak sade ve şık giyinirim ve klasik parçalar kullanırım. İddialı parçaların kadını değildim. Olmak isterdim ama taşıyamayacağımı bildiğim için giymiyorum. Korselere ve korseli elbiselere bayılıyorum. Tasarımlarımda da hep kullanırım ve dolabımda da çeşitli tasarımlarda birçok korse var. Taşlı ve iddialı tasarımlı olanları eledim. Giymeyecek olsam da dolabımda olmaları hoşuma gidiyordu. Beyaz kare yaka kolsuz ve üzerinde çiçek detayları olan bluzumu aldım. Altına da lacivert midi saten etek giydim. Eteğimin hafif bir yırtmaç detayı vardı. Saçlarıma dalgalı yapıp açık bıraktım ve hafif tonlarda makyaj yaptım. Kombinime uygun gümüş takılarımı taktım ve beyaz topuklu ayakkabı giyip lacivert küçük çantamı aldım. Yaza girmek üzere olduğumuz için hava sıcaktı ceket alma gereksinimi duymadım. Anahtarlarımı alıp yola çıktım. Daha sergi saatine çok vardı ama trafik ihtimaline karşı erken çıktım. Geç kalma ihtimalinden nefret ettiğim için çoğu zaman erken gider beklerdim. Beklemek benim için geç kalmaktan iyidir. Geç kalınca insanların bakışına maruz kalmak oldukça gerici. Sanat galerisine ulaştığımda on dakika erken geldiğimi fark ettim. Arabamı park ettikten sonra biraz bekledim ve içeri girdim. Görevliye ismimi söyledikten sonra bakışlarım etrafta gezindi. Han’ı göremedim. Farklı ebatlarda heykellerin bulunduğu alana baktım. Çok olmasa da kalabalık sayılırdı. Eserlere bakmaya başladım. Genel olarak soyut tasarımlar ve farklı materyaller kullanmıştı. Yavaşça alanın ortasında duran en büyük heykele baktım. Han kendi heykelini yapmıştı. Birebir neredeyse aynısıydı. Oldukça başarılı olduğunu kabul etmeliyim ama neden kendini yaptığını anlayamadım. Frida Kahlo’nun da kendi portrelerini çizdiğini düşünürsek garipsememeliydim. Aynadaki aksine bakmaya katlanamayan biri olduğum için şaşırdım galiba. “Beğendiniz mi?” gelen sesle hemen arkama döndüm. Han bana bakıyordu. “Evet, tebrik ederim çok güzel bir sergi.” dedim. Kekelemeden konuştuğum için kendimi şanslı hissediyorum çünkü Han’ın bakışları üzerimden bir an bile çekilmedi. “En beğendiğiniz hangisi yoksa bu mu? ” diye gülümseyerek kendi heykelini gösterdi. “Çok güzel ama hayır bu değil.” dedim. Cevabıma şaşırdı, evet heykeli işçilik içeriyor ve güzeldi ama bana göre bir ruhu yoktu. “Neden beğenmediniz? ”dedi. “Bu işin uzmanı değilim ama açıkça görünüyor ki çok başarılı bir eser. Ama bence sadece işçilik önemli olmamalı bir eserin hikâyesi de olmalı. Kendinizi yapmışsınız ama bir hikayesi var mı ya da birinin yaşantısına dokunacak hisler canlandırıyor mu?” “Birebir boyutlarda mermerden oyma bir heykel bu. Hikâyeden çok emeği var. Her kıvrımını yaparken nasırlaşan parmaklar var ama sanırım sizi tatmin etmeye yetmiyor.” Demesiyle gerildim. Ben onun emeğini kötülemek istemedim ki. “Onu kastetmek istemedim. ” deyip açıklama yapacakken gülümseyerek beni durdurdu. “Sanat sanat içindir. Beğenmeseniz de sorun değil. Diğer eserlere baktınız mı?” dedi. Konunun uzamaması beni sevindirdi. “Hepsine değil. ”dedim. Benimle beraber gezdi. Ne anlatmak istediğini açıkladı. Bakış açısı ve eserleri farklıydı. Yanımda konuklarla konuşan adama baktım. Kendi sergisi olmasına rağmen oldukça rahat giyinmişti. Beyaz tişört, siyah bol paça kumaş pantolon ve siyah beyaz spor ayakkabı. Bir de tüm parmaklarını kaplayan yüzükler, küpe ve kolye. Kolyesine dikkatle baktım. Ouroboros. Ouroboros, kendi kuyruğunu ısıran bir yılan ya da ejderha şeklinde resmedilen sembolüdür. Kendini yaratmayı sembolize eden kuyruğunu yutmuş bir yılan şeklindedir. Kendini sürekli yeniden yaratan anlamında, biter bitmez yeniden başlayan döngüler olarak algılanan şeyleri, Anka kuşu gibi, simgeler. Başlangıçtan beri şeyin içinde var olan ya da kendini yok edilemez kudreti veya tabiatıyla sürdüren ilkel birlik ve bütünlük ideasını simgeler. “Heykellerden çok kolyeyi beğenmiş gibi duruyorsun.” Sesiyle kendime geldim. Gözümü kolyeye diktiğim için adam fark etti. “Afedersin, anlamından dolayı dikkatimi çekti de.” “Ouroboros, öz dönüşümlülük. Bana unutmamam gereken şeyi hatırlatması için boynumdan çıkarmam.” “Neyi?” “Kendimi yaratan, döngüyü başlatan da benim. Sonu da ancak ben getiririm.” Hiç belli olmaz o işler. Görevimi yapmalıyım. Cevap vermeye fırsat olmadan Han’ı çağırdılar. O misafirleriyle ilgilenirken ben önümdeki heykele hayranlıkla bakmaya başladım. Belki de sergideki en küçük heykeldi. Bir el içerisinde küçük bir kalp ve kalbin damarlarının arasından çıkan çiçek. Çiçeğin sarmaşıkları kalbin damarlarından çıkıp onu tutan elin bileğini de sarmalamış. Heykelin altındaki açıklamaya baktım. Eserinin ismi AŞK’tı. Uygun bir isimdi aslında yüzyıllarca anlatılan kitaplara konu olan aşkların esası avuçlarındaki kalbe çiçek açtırabilmekti. Avuçlarına koyduğunuz kalpte bazıları çiçek açtırır, bazıları ise o kalbi avuçlarında ezer. Babaannemin anlattığı aşk hikâyesi çiçek açtıran tıpkı bu eserde olduğu gibi. Babamla annemin hikayesi ise daha kanlı. Ben hayranca bakarken Han tekrar yanıma geldi. Tüm gün çok kibar davrandı ama bakışları fazla dikkatliydi. Sanki bir şey arıyor gibi. “Çok güzel. Galiba en beğendiğim bu.” Dediğimde gülümsedi. “Sonunda sana bir şey beğendirebilmişim ne mutlu bana. ” dedi. Biraz utandım acaba bu adama istemsizce kaba mı davranıyordum. “Bunu almak istiyorum, umarım satılmamıştır. ”dedim. Tıpkı onun kendine bir şeyleri unutturmamak için kolye takması gibi ben de bu heykeli istiyordum. Bana bir şeyleri unutturmaması için. Kalbimi kimsenin avuçlarına bırakmamak için. “Maalesef çoktan satıldı.” demesi beni biraz üzdü. Artık burada yapacak bir şey kalmadı. Hatta sandığımdan uzun bile durdum Han yanımda diye. “Çok güzel bir sergiydi. Başarılarınızın devamını dilerim Han Bey. İzninle ben gidiyorum.” dedim. İlk başta suratı asılsa da sonra gülümsedi. “Beni kırmadığın için teşekkür ederim. Güzelliğin taş parçalarını şereflendirdi. Ve lütfen bey ve hanım ifadelerini atabilir miyiz?” Sözleri beni utandırdı. Kalp atışlarım hızlandı. Heyecanlandım mı? Yoksa rahatsız mı oldum. Tekrar teşekkür ettikten sonra galeriden çıktım. İstemsizce yine iltifatı inandırıcı gelmedi. Yıllardır babaannemden başka kimsenin iltifatları inandırıcı gelmiyordu. Cidden sorunluyum, acaba bunun için de terapi alsam mı diye düşündüm. Ama sonra vazgeçtim, birine geçmişim ve kendimle ilgili bir şey anlatacağım zaman aşırı geriliyordum. Çoğu zaman da seansları hatırlamıyordum zaten. Platon’un mağara alegorisini yaşıyorum aslında. Platon’un ‘Devlet’ adlı kitabında geçen ve Antik Çağ’ın en önemlileri arasında gösterilen bu alegoriye göre: Sadece mağaranın duvarını görecek ve kafalarını çeviremeyecek şekilde üç mahkûm bir mağaraya zincirlenmiştir. Ve bu üç mahkûm hayatlarında mağara duvarı ve birbirleri dışında başka hiçbir şey görmemiştir. Sadece arkalarından vuran ışığın mağara duvarında oluşturduğu gölgelerini görebilmekte ve yine mağaranın içinde yansıma/echo yapan tuhaf sesleri duyabilmektedirler. Mağarada ateşin arkasından geçen nesneleri, kişileri ve duydukları tuhaf sesleri anlamlandırmaya çalışan mahkumlar, dışarıdaki dünyanın sadece böyle bir yerden ibaret olduğunu düşünmektedirler. Nasıl olduğu bilinmemekle birlikte mahkumlardan biri, günün birinde zincirlerinden kurtulur ve mağaranın dışına çıkmayı başarır. Mağaranın dışına çıktığında önce parlak ışıktan dolayı gözleri kamaşan ve geçici körlük yaşayan mahkûm, yavaş yavaş etrafı gözlemlemeye ve tanımaya başlar. Etrafta gördüğü diğer canlıların, nesnelerin ve duyduğu seslerin mağaradaki eski siluet ve seslerle bir alakasının olmadığını anlar. Etrafı tanımaya devam eden mahkûm, akarsu kenarına giderek kendi yansımasını suda görür. Sudaki bu yansıması ile tepeden güneşin vurmasıyla yanı başında oluşan gölgesinin birbirinden farklı olduğunu deneyimler ve bütün tabusu yıkılır. Mahkûm, dünyanın sadece mağaradan ibaret olmadığını anlar. Dışardaki dünyanın mağaradan daha güzel olduğunu ayırt ederek diğer mahkûm arkadaşlarının yanına döner. Arkadaşlarına dışarıyı anlatır, gölgelerin gerçek olmadığını ve onlara yardım teklif ederek zincirlerinden kurtarmayı sonra da birlikte mağaranın dışını tanımaya davet eder. Diğer mahkumlar arkadaşlarının zincirden kurtulduktan sonra dışarıda delirdiğini ve dışarısının aynı şekilde onları da delirteceğini söyleyerek serbest kalmayı reddederler. Özgürlüğün tadını anlatan eski mahkûma şiddet göstererek karşı çıkarlar. Özgürlüğe adım atmak da mağaranın dışına çıkmak da cesaret ister. Ben ise o cesarete sahip değilim. Babaannem bana yıllarca terapi aldırdı ama eminim ki o seanslar buzdağının görünen yüzü ve ben geri kalanıyla yüzleşemem. On yaşındaki Neva’ya şu anki halimi söylesem asla inanmazdı. Değişimim bu noktaya kadar sürdü. Daha fazlasını yapacak gücüm olmadığı ve tek başıma hayatımı sürdürmek zorunda olduğum için umursamamaya çalışıyorum. Ne kadar dokunaklı, ah minik ucube. Görevimi yapmalıyım. Eve geldikten sonra duş alıp, pijamalarımı giydim. Yıllardır uyku problemi yaşadığım için yatmadan önce yoga, meditasyon ve birkaç ritüel uyguluyordum. Eskiden uyku ilacı alırdım ama artık o da işe yaramıyor. Ben de iki yıl önce zihnimdeki sesleri susturmak için yogaya başladım. Hemen uykuya dalamasam da bana iyi hissettiriyor. Sabah banyoda yüzümü yıkadıktan sonra kapının çalmasıyla aşağı indim. Kapıyı açtığımda kargocunun elinde büyük bir kutu vardı. Ben hiçbir şey sipariş etmedim. İşle ilgili bir şey olsaydı direkt butiğe giderdi. Kargocudan paketi aldığımda kapıyı kapatıp holde bıraktım. Mutfaktan bıçak alıp geldim ve kutuyu açtım. Patpatlarla sarılı şey dün sergide beğendiğim heykeldi. Satın almak istediğim ama Han’ın satıldı dediği heykel. Kutunun içine yine baktığımda bir de not gördüm. Gözlerindeki hayranlık için tüm heykelleri önüne serebilirim. Mahcup hissetmeni istemem sadece senin elindeyken değerli olur diye düşündüm. İstersen bunları yarın akşam yemeğinde detaylıca konuşabiliriz. Han Akın *** Defalarca kez aynı dosyayı incelemeye devam etti genç adam. Bir davaya kafasını taktığında aradığını bulmadan durmazdı. Bu yüzden cinayet bürosunun deli komiseri lakabına layık görüldü. Kim ne derse desin bir tuhaflık vardı ve Meriç Akın bunu çözmeden durmayacaktı. Son üç vakada da kurban aynı şekilde öldürülmüştü. Boğazı kesilerek ve maktulün üzerinde DNA izine rastlanmadı. Hepsi izbe mekanlarda olduğu için parmak izleri de işe yaramıyordu ama Han hepsinin sahibiyle tek tek görüştü. Ve hiçbir sonuç alamadı. Kurbanların birbirleriyle alakaları yoktu. Sadece hepsi orta yaşlarda ve erkekti. Maktullerin fotoğrafına tek tek baktı. Hepsi aynı yöntemle ve titizlikle öldürülmüştü. Vücutlarında darp izi yoktu. Bu da demek oluyordu ki katil kurbanlardan daha güçlü ve hızlıydı. Asıl soru cinayetin olduğu yere kurban nasıl geldi. Bu da iki seçeneği gösteriyordu ya katille kurbanlar tanışıyordu ve buluştular. Ya da bir suç ortağı var. Ve başkomiserinin dediği gibi kiralık katildi. Ama Meriç’in aklına yatmayan şeyler vardı. Ona göre bu herif ruh hastası sosyopatın tekiydi ve zevkine adam öldürüyordu. Tıpkı Dahmer gibi. Ancak elinde bir kanıt yoktu ve katilin profilini bile net belirleyemedi. Adamın seçtiği bütün mekânlar uyuşturucu gibi işlerin döndüğü yerler olduğu için hiçbirinde kamera yoktu. Eğer sandığı gibi zevk için öldürüyorsa istediği kurbanları bulma imkânı vardı. Ve her cinayetin mekânı farklıydı. Kurbanların isimlerine tekrar baktı. Ercan Kılıç Bedri Salih Emin Köse İlk cinayet beş ay önce işlendi. Ünlü iş adamlarından biri olan Ercan Köse bir barın kiralık odasında bulundu. Birçok düşmanları olacağı için araştırıldı ve net bir sonuca ulaşılamadı. Kanıtlayamasalar da onun masum bir iş adamı olmadığını bildikleri için Meriç önce bunu mafya infazı olarak düşündü. Ardından olan cinayetin ise mafyayla ilgisi yoktu. Bedri Salih bir mahalle esnafıydı. Emniyette dosyası kabarıktı ama her seferinde şikâyet olmadığı için salıyorlardı. Karısına işkence yaptığı ve kadının çığlıkları yüzünden komşular polis çağırıyorlar ancak karısı şikayetçi olmadığı için geri salınıyor. Büyük ihtimalle kadın korkusundan şikayetçi olmuyordu çünkü ülkedeki ne uzaklaştırma emri işe yarıyordu ne de verilen ceza. Ölmektense işkenceye razı geliyordu. Adamın yaptıklarını öğrenince Meriç bir polis olmasına rağmen ölmesine sevindi. Adalet sisteminin duraksadığı noktalar kadınların mezarı oluyordu maalesef. En son olan cinayet ise bir hafta önceydi. Meriç bu manyağı yakalamadan durmayacaktı ama geçmişinden ötürü ekiptekiler duygusal yaklaştığını söyleyip bu fikre inanmıyordu. Meriç daha on sekiz yaşındayken bir adam zevkine art arda cinayetler işledi. Seri katil olarak anılmak için elinden geleni yaptı. Bu dikkat çekme arzusuyla her Çarşamba bir çatıya çıkıp sokaktaki rastgele insanları öldürmeye başladı. Kendisine Çarşamba katili denmesini istiyordu. Bir Çarşamba Meriç’in anne ve babası çocukları için alışveriş yapıyordu. Han hasta olduğu için dışarı çıkartmak istemeyip Meriç’i başında durması için eve bıraktılar ve akşam döneceklerini söylediler. Ancak dönemediler. Çarşamba katilinin kurbanları oldular. Bu sebeple Serdar Başkomiser Meriç’in intikam arzusunu bu yolla gidereceğini düşünüyor ve ona inanmıyordu. Meriç yeniden kurbanların fotoğraflarına baktı. Hepsinin parmağında yüzük izi vardı. Kurbanların şahsi eşyalarının kayıtlı olduğu dosyalara baktı. Hiçbirinde yüzük yoktu. Kurbanlar eğer bilerek yüzüklerini çıkardıysa neden üstlerinde yoktu? Arabada ya da evde bırakmaları da ihtimaldi ama üçünün de aynısını yapması da mı ihtimaldi. Seri katiller kurbanlarına ait bir parça alır ya da kendi imzalarını temsil edecek bir işaret yaparlardı. Meriç bu sefer İstanbul’daki sonuçlanamayan tüm cinayetleri araştırdı. Sabaha karşı gözleri yorgunluktan kızarmışken aradığını bulmanın mutluluğuyla dudakları kıvrıldı. Aynı yöntemle öldürülen dört kurban daha vardı. Ve hepsinin parmağında yüzük izi olmasına rağmen, yanlarında yüzükleri yoktu.
|
0% |