Yeni Üyelik
7.
Bölüm

6.Bölüm

@lavinyapiraye

Günlerdir olduğu gibi Behçet Aydoğan kendini tekrar aynı yerde buldu. Bursa’da yeni açılan bir pavyondu. İlk başta geliş amacı arkadaşlarıyla beraber dağıtmak ve evden uzaklaşmaktı. Ancak sahnedeki kadını gördüğünden beri ondan uzaklaşamıyordu. Adı Alev’di. Alev Özer. Adı gibi Behçet’i cayır cayır yakıyordu. Onu sahnede gördüğü an öyle bir etkilendi ki, ne evde onun için ağlayan karısı ne de kimsenin bakmadığı hasta yatan kızı aklına gelmedi.

Belinden aşağı uzanan kızılın en güzel tonu saçlar, bir kuyu gibi içine çeken siyah gözlerini unutamıyordu. O ince belini sarmak, beyaz gerdanında soluklanmak istiyordu. Ama Alev onu reddetti. Bu yüzden Behçet ona daha çok çekildi. O pervasız tavırları, arsız gülüşü Behçet’in hatırından gitmiyordu.

Alev’in onu reddetmesi gururuna dokunduğu için onu sinirlendirse onu elde etme isteği içindeki ilkel arzuları perçinliyordu. Bu arzular ilk başta Emel’i gördüğünde ortaya çıktı. Emeli ilk gördüğünde o daha 18’ine girmiş bir genç kızdı. Katı bir ailenin en küçük kızıydı. Çekingen tavırları ve güzelliği kuşkusuz Behçet’i etkileyen ilk şeydi. Behçet yaklaştıkça Emel’in uzaklaşması elde etme arzusunu daha fazla perçinliyordu. O Behçet Aydoğan’dı. Baştan aşağı kusursuz bir varlıktı. Bir şeyi elde etmek istiyorsa ederdi, onun kontrolü dışında hiçbir şey gelişmezdi ve gelişmemeliydi de.

Bu yüzden Neva’dan nefret ediyordu. Onun kontrolü dışından gelişmişti ve bütün ilgiyi toplaması rahatsız ediciydi. Behçet için kendi canından kanından olan evladı değil bir rakibiydi. Behçet Aydoğan kendi kızını rakip olarak görüyordu.

Bu yüzden Emel’in tüm ilgisinin üstünde olmasını istiyordu Behçet. Emel de onun bu isteğini karşılıyordu. Artık Emel’den elde edebileceği bir şey kalmadı. Eskisi kadar genç ve güzel değil. Kendisi Emel’den yedi yaş büyük olsa da o kusursuzdu. Şimdi önünde yeni bir av vardı.

Alev şarkısını söylerken en önde oturduğu masasından ona kadeh kaldırdı. Alev yine onu yok saydı. Behçet yapacaklarının kimin hayatını etkileyeceğini umursamadı. Alev onu fark edene kadar peşinde koştu.

Kendi elleriyle nasıl bir canavar yaratacağını, şeytanlarının ne acılar çektirteceğini bilmeden.

                                                                              ***

Farabi Mutluluğun Kazanımı kitabında der ki: “Her kalp kendi hüznünü kucaklar, anlaşılmayı bekleme.”

Bu yüzden ben de susmayı seçtim. İlk başta tüm kelimelere sustum. Yaşadığım acıyı suskunlukla atlatmaya çalıştım. Sonra sessizlik de bana yoldaş olmadı. Ötelemeye başladım ben de. Vazgeçtim her şeyden. Üzüntülerden, kırgınlıktan, sevilmekten, övülmekten. Her şeyi arkamda bıraktım. Gülümsedim, içime kapandım, yeri geldiğinde de unuttum yaptıklarımı. Ama şu an bugüne kadar yaptığım eylemlerden hiçbirini yapamıyorum.

Han ile çıktığım yemeğin üstünden üç gün geçti. O akşamdan sonra daha konuşmadık. Ama önemli olan o değildi. Saatlerdir bir kâğıt parçasıyla bakışmamın ve hayatımı gözden geçirmemin başka bir sebebi vardı. Bugün günlerden salıydı.

Her Salı olduğu gibi bugün de Emre’nin sabah saatlerinde yanıma uğramasını, bana kâğıttan lotus çiçeğimi verip soru sormayayım diye hızla kaçmasını bekliyordum. Ama olmadı. Emre öğlene doğru geldi ve bana bunun son çiçek olduğunu söyledi. Ellerimin arasında tuttuğum çiçek bana gönderilen son çiçekti, son şarkıydı.

Neredeyse bir yıldır her hafta çiçek gönderen adam şimdi neden bıraktı bilmiyorum. Ve neden buna üzüldüğümü de anlamıyorum. İçimde çözemediğim bir burukluk var. Tekrar çiçeğe baktım, şarkı sözünü okudum.

Bu son şarkımız içim rahat artık.

Sen beni yak ben sigaramı.

Neden hiç görmediğim birinin yokluğuna üzülüyorum ki. Ben bugüne kadar hep yoklukla sınandım zaten. Babamın sevgisizliğine alıştım, annemin yanımdayken olan yokluğuna da. Hatta bu hayattaki en değer verdiğim insan olan babaannemin yokluğuna da alıştım.

Şu an resmen abartıyorum. Evet evet, kesinlikle abartıyorum. Sapığın tekiydi belki de. Bugüne kadar o çiçekleri kabul etmem de yanlıştı. Ve hiçbir zaman tedirgin olmamam en büyük yanlıştı.

Ama olmuyordu, görmediğim bir adamdan, bir yabancıdan rahatsız olmuyordum. Ben yeni tanıştığım insanlara bile hemen ısınamam ki. Han’la konuşurken bile içimde kırk ayrı savaş veriyorum.

Ancak bu kâğıttan lotusları görünce içimde kopan fırtınalar, yüreğimdeki dalgalar duruluyordu. Zihnimin şehrinde olan depremler kesiliyor, kendimi o şarkıların arasında huzurlu hissediyordum. Bu delilikti. Sevgisizliğim beni öyle aciz kıldı ki bir yabancının gönderdiği kâğıttan çiçeklere muhtaçtım. Dolan gözlerimi yumdum.

Bir kez daha babama kızdım. Her şey onun yüzündendi. Mahvolan hayatlar, çürüyüp giden çocukluğum ve içten içe küf atan ruhum. Hayatımı öyle mahvetti, öyle yaraladı ki beni, dışarıdan ne kadar sakin dursam da içten ağır yaralıyım. Babam bana o kadar çok ucube dedi ki, beni o kadar çok ezdi ki artık kurtulamıyorum. Ezik bir ucubenin tekiyim.

Yaşanan olaylardan sonra asla ders almadı. Babaannemle İstanbul’a taşındığımızda bir kere bile beni aramadı. Nasıl olduğumu sormadı. Yıllar sonra yanıma gelmesinin sebebi ise mirastı. Babaannem ölünce miras için geldi. Ve sanki hayatımı daha fazla mahvedemezmiş gibi geldiği gün aşırı dozdan kendini öldürdü. Aklıma gelen dizelerle acı bir tebessüm ettim.

“Çok yalnızım, mutsuzum,
Göründüğüm gibi değilim aslında
Karanlıklarda kaybolmuşum bir ışık arıyorum, bir umut arıyorum uzun zamandır
Aradıkça batıyorum karanlık kuyulara
Kimse duymuyor çığlıklarımı
Duyan aldırış etmiyor çekip kurtarmak istemiyor
Bense insanların bu ilgisizliği karşısında ilgiye susamışım
Ümidimi yitirmişim

Biliyorum bir gün dayanamayacak küçük kalbim
Arkamı dönüp inandığım ve güvendiğim her şeye
Veda edeceğim

…”

Nilgün Marmara her dizesinde sanki ruhumu tasvir ediyordu. Dışarıdan sakin belki biraz soğuk biraz da ezik duruyordum. Ama benim de minik kalbim yoruluyordu. Hem aşktan, insanlardan kaçıyordum hem de ilgiye susamıştım. Ve bunu bugün fark edebildim. Olay birinin gönderdiği kâğıttan çiçekler değil aslında. Babaannem öldükten sonra sahici bir ilgi görmemem, tamamen kimsesiz kalmamdı olay. Küçükken insanlar bana yaklaşmazdı, büyüyünce de ben onlardan uzaklaştım.

Onun bana gönderdiği kâğıttan lotusların hiçbirini atmadım. Hepsini bir kutunun içinde saklıyorum ve nedenini bilmiyorum. Lotuslara tek tek bakmaya başladım. Kutunun en dibinde olanı elime aldım. Bu bana ilk gönderdiği çiçek ve şarkıydı.

Ben deniz olsam da sen Ankara’sın .

 

Önce garip bulsam da sonra günlerce Saman Sarısı şarkısını dinleyip durdum. Bazen acısını paylaşır gibi şarkılar yollardı, bazen de günüme neşe katmak ister gibi. Ya da ben öyle anlamak istiyordum.

Bu yaptığım tamamen saçmalık, kendime gelmeliyim. Öfkeyle soludum. Lotusları kutuya koyup kapattım ve atölyemdeki dolabıma koydum.

Zihnimin doluluğunu bu sefer çalışmak bile çözemeyecekti.

Çizim defterimi ve kalemlerimi büyük çantama atıp, butiği Şule’ye emanet edip çıktım. Erken çıkmama Şule şaşırsa da bir şey demedi. Satış işiyle ve mağazayla o ilgilense de özel tasarım elbiseler için müşterilerle bizzat görüşürdüm. Çoğunluğu sosyetede ileri gelen kişiler olduğu için özel görüşme istiyorlardı.

Önceden çalıştığım yer ünlü bir modacının markasıydı. Kendisi genel olarak yurt dışında olsa da ismi tanınmış bir modacıydı. Alp Yavuz ismi ülke içinde de dışında da oldukça popülerdi. Okul bittikten sonra oraya başlamak benim için şanstı. Alp Bey ile çok bir sohbetimiz yoktu. Sadece birkaç tasarımımı koleksiyonuna almıştı.

O iyi bir patron olsa da plaza yaşamı ve rekabetli iş ortamı benlik değildi. Arkadaşım olmak isteyen bir kişi tasarımımı çalmıştı hatta. Sonrasında hakkımı savundum ve o kovulmuştu ama nasıl yaptığımı da maalesef hatırlamıyorum.

Merak etme tatlım, ben hatırlıyorum.

Yardım bekleyen ve cezalandırılması gereken insanlar var.

Alp Yavuz’un koleksiyonundaki elbiselerimden sonra yavaşça ismim duyulmaya başladı. Aynı zamanda moda hakkında yazdığım bloglar da popülerleşince bir süre sonra kendi markamı kurabildim. Çalışmak benim ilacım oldu artık. Ancak çalışmanın da yeterli gelmediği günlerde butiğime yakın olan sevdiğim bu kafeye gelirdim. Yürüme mesafesinde olduğu için yürürken kendimi düşüncelerden soyutlamaya çalışırdım. Köşedeki masaya geçip Matcha çayımı sipariş ettikten sonra sakince çizim yapardım.

Burası sakin bir kitap kafeydi. Hem çalışan garsonları çok sıcakkanlı hem de mekânın tasarımı çok huzur verici olduğu için buraya gelince huzurlu hissederim. Her zaman oturduğum yerin boş olduğunu görünce oraya geçtim. Siparişimi verdikten sonra çalan caz müzikle sakince çizim yapmaya başladım. Bir şeyler çizdikçe, ürettikçe içimdeki boşluk doluyor gibi hissediyordum. Böyle devam etmeli ve geriye atmalıydım. Siparişimin gelmesiyle teşekkür edip çizim yapmaya devam ettim. Bir yandan çayımı yudumlarken yan masadakilerin sesiyle istemsizce onlara baktım.

Buranın tek kötü yanı küçük olduğu için masalar fazla yakındı. Yanımdaki masada oturan kişiler de bir miktar yüksek sesle konuşuyordu. Öğrenci olduklarını tahmin ettiğim bir kız ve erkek vardı. Tahminimin sebebi de kızın kocaman bir çizim çantası olmasıydı. Öğrenciyken ben de hep bunlarla dolaşırdım. Kız tam benim tarafımdaki sandalyede oturuyordu, arkadaşı ise karşısındaydı.

Çocuğun sempatik bir tipi vardı. “Noldu sana Hiroş?” diye bağırmasaydı iyiydi. Yaptığım ayıp olduğu için daha fazla onlara bakmadan çizime devam ettim ama sesleri geliyordu. Ben dinlemek istemiyorum onlar yüksek sesli konuşuyordu.

“Aynı dertler Cancağızım. Ayrıca bağırmasan mı senin yüzünden kafe değiştirmekten yoruldum. Senin yüzünden okulun yanındaki Star’a gidemiyorum. Oradaki herkes özelimizi biliyor. Kafe kafe dolandırtma beni!” diye tabiri caizse çemkirdi. Çocuğa kızıyordu ama kendisi de bir miktar yüksek sesliydi.

Dikkatimi çektikleri için istemsizce yine onlara baktım. Çocuk kollarını önüne çekmiş sinsi olduğunu düşünen bir ifadeyle kıza bakıyordu ancak korkunç değil, komikti. “Sen sus pis büyücü!” diye çemkirir tonda konuştu.

“Ya büyü yapmıyorum, büyü yapmıyorum. Fal bakıyorum sadece. Tarot büyü değil bir görsel okumadır, cahil köpek seni!”

Onlara bakmamın yanlış olduğunun farkındayım ama çok komik ve samimi oldukları için istemsizce bakasım geliyordu. Tam onlara bakmayı kesip çizime geri dönecekken çocukla göz göze geldim. Sanki öylesine etrafa bakıyormuş gibi yapıp başımı çevirecekken çocuğun tepkisiyle tekrar onlara baktım.

“Ay! Senin ne güzel gözlerin var. Van kedisi gibi. Büyücüm ben de istiyorum. Benim de bundanım olsun!” diye heyecanla konuşmaya başladı. Ben ise oldukça şaşkındım. Bizi mi izliyorsun diye kızacağını düşünmüştüm. Onun söylediklerinden dolayı kız da bana baktı.

“Kusura bakmayın küçükken ateşli hastalık geçirdi o.” Deyip çocuğa gözünü diktikten sonra masanın üstündeki koluna çimdik attı. O çaktırmadan yapmaya çalıştı ama çocuk bunu fark etmedi galiba. “Ne çimdikliyorsun deli. Küstüm sana.” Dedikten sonra kalkıp yanıma geldi. Tatlı bir gülümsemeyle “Oturabilir miyim?” diye sordu. Şaşırdığım için başımı salladım sadece.

O rahatça karşımdaki sandalyeye otururken ben hâlâ şaşkındım. “Ben Can, ya sen?”

İsmimi söyleyip uzattığı elini sıktım. Masa üç kişilik ve cam tarafındaydı. Yan tarafımdaki boş sandalye de çekildi ve kız da oraya oturdu. Yüzünde bezgin bir tavır vardı. “Selam, ben Lara. Verdiğimiz rahatsızlık için özür dilerim ama başta kabul etmemeliydin bu daha başından kalkmaz.” Siyah uzun saçlı beyaz tenli güzel bir kızdı. Siyah çerçeveli, muhtemelen dereceli, gözlüğü ona ayrı bir hava katmıştı.

Galiba Can denen çocuk bunu ilk defa yapmıyordu. Çünkü kızın üstünde alışkanlığın verdiği bir bezginlik vardı. Şaşkınlığımı üzerimden atıp kıza hafifçe gülümsedim. “Neva ben de. Ve sorun değil.”

Can meraklı bakışlarla beni inceledikten sonra çizim defterime bakmaya başladı. Çok sempatik bir tipi vardı ve tavırları rahatsız edici değildi. Can onların masasına sipariş götüren garsona seslenip siparişleri bu tarafa istedi. Sonrasında nasıl oldu bilmiyorum ama biz baya bir konuşmaya başladık. Lara İTÜ’de mimarlık son sınıf öğrencisiymiş. Can ise Koç’ta işletme son sınıftaymış. Ama bu onun galiba üçüncü üniversitesiymiş. Diğer bölümleri sıkılıp bırakmış. O kadar samimilerdi ki istemsizce sohbete katılmaya başladım. Çoğu zaman bana soru sorulmadığında konuşmazdım.

Gözlerim yaşardı minik ucube.

Görevimi yapmalıyım.

Biz konuşurken Can ve Lara yine didişmeye başladı. Durduk yere birbirlerine laf atıyor sonra geri sarılıyorlardı. Arada da tanımadığım insanların dedikodusunu yapıp beni de katıyorlardı.

“AA! Cancağızım Neva’ya gerçek adını söylesene bir söyle. Eksik tanıtma kendini.” Dediğinde Can’ın gülen yüzü bozuldu, suratı asıldı. Lara’da gülmeye başladı. Can bana bakarak devam etti.

“Giray Can Yavuz. Babam bu ismi istemiş. Giray ne biçim isim baba ya. Moğolca prens demek. Hani nasıl bir manası var bunun. Ben Moğol muyum? Ya da sen Cengizhan mısın baba. Yetmemiş gibi annem modern dursun diye Can ismini de eklemiş.” Diye serzenişte bulunurken Lara ve ben gülüyorduk. Yüz ifadesi o kadar komikti ki.

Ama Can durmadı. Gazı almış gibi isyanına devam etti. “Abime hiç böyle sürprizler yapılmadı. Haksızlık bu yani. Tamam o olmamış diye beni yapıp olayı zirvede bıraktınız anlıyorum ama benden bu kadar çok beklentiniz olmasın.”

“Aşko yalnız, Esra teyzeler senin aptallığın yüzünden çocuk yapmayı bıraktı.” Lara tekrar gülmeye başladıktan sonra bana dönüp sözlerine devam etti. “Bak asla unutmam, ailecek davete gittik. Bu da iste ailesine trip atıyor daha sekiz yaşında falan. Sonra bu tuvalete gitti. Mekânın tuvaletinden kaçma planı yapmış. Birden bu ağlayarak içeri girdi, üstünde kan var. Nasıl korktu herkes o an. Bu mal tuvaletin penceresinden kaçmaya çalışırken pencere kırılmış. Her yanına cam batmış. Ve asıl komik olan tuvaletin olduğu koridorda arka kapı vardı. Hani sakince yürüse gidebilirdi. ” deyip neşeli bir kahkaha attı.

Can yine tripli davranışlara başladı. “Aksiyon filmlerine özenmiştim. Ne gülüyorsunuz. Ama bak o zamandan belliydi film sektörüne katkım.”

Gülmesi yeni biten Lara bana bakıp tekrar gülmeye başladı. Bu kadar komik olan neydi ki.

“Gülme pis büyücü. Bu ülkedeki dizi ve film sektörü bana minnettar bir kere.” derken gururla gülümsedi.

“Oyuncu değilsin bunu biliyorum. Ne gibi bir faydan var ki.” dediğimde alaycı bir ifade belirdi yüzünde. “Neva’cım küçük düşünüyorsun. Oyunculuk nedir? Bu sektöre daha büyük bir faydam var. Hadi tahmin et.”

Biraz düşünüp tahminlerimi sıralamaya başladım. “Senarist?” dediğimde başını olumsuzca sallayıp eliyle devam et der gibi bir hareket yaptı. “Yapımcı? Yönetmen?” dediğimde tekrar olumsuzca başını salladı. “Bilemiyorum nedir?”

Can gururla göğsünü kabarttı ve o kutsal cümleyi söyledi. “Yalım var.”

Ben manasızca bakarken Lara’nın artık gözlerinden yaş geliyordu. Can istediği tepkiyi alamadığı için küçümseyen bakışlar attı. “Hadi bu büyücü cahil. Senden bunu beklemezdim Neva.”

Masumca bakışlarımı Can’a yönelttim. “Ama anlamadım ki.”

“Çok tatlı baktığın için anlatıyorum Nevoş. Türkiye’de yalı olmazsa dizi sektörü de olmaz. Topu topuna üç yüz yalı var ama her türlü yalı kaçkını dizi ve film var. Bu sektörü beslemek de bana düşüyor. Paşazadelerden geliyor bizim soyumuz. Dedem ölünce çok hayırlı bir torun olduğum için bana bıraktı o yalıyı. Kazulet abim pek sevilmez.” derken son cümleleri sır verir gibi söyledi.

Lara gözündeki yaşları silmeyi bitirince hemen gözlüğünü takıp sohbete katıldı. “Adam Alzheimer hastasıydı kalktın pavyona götürdün. Eğer son anda yetişmeseydik sana değil oradaki çalışan ablaya bırakacaktı yalıyı.” dediğinde şaşırsam da gülmeye başladım. Anneleri yakın arkadaş olduğu için bebeklikten beri tüm anıları berabermiş ve Can’ın foyasının ortaya dökülmesi baya komikti.

“Tamam bir Alp Yavuz olmasak da bizim de ailede ağırlığımız var.”

Söylediği isim fazla tanıdıktı ya da tesadüftü ve eski patronum olan Alp Yavuz’dan bahsetmiyordu.

“Alp Yavuz ismi fazla tanıdık geliyor bana. Abinin tasarımcı olma ihtimali yüzde kaç?”

“Yüzde yüz canım. Tanıman normal sizin sektörden. Bizimkiler aile mirası cart curt dedi. İkimizin de şirketin başına geçmesini istediler. Tabi bu abim bir ergen o zamanlar gör.” derken tam dedikodu moduna geçmişti.

“Dedi ki yok siz sığ görüşlüsünüz, benim yeteneğim var çürütemezsiniz falan filan. Tabi herkes karşı çıktı buna, başta da paşazade dedem var tabi. Annem de dedi ki bırakın hevesini alsın, geri döner. Hepimiz geri bırakacağını düşündük. Adam bırakmadı. Tasarımcı olacağım sektörde en iyi olacağım dedi oldu da. İtalya’da moda tasarım okudu, orda Liberta’yı kurdu ve kimseden destek almadı.”

Alp Yavuz’un İtalya’da okuduğunu biliyordum ama onunla ilgili bilgim sınırlıydı. Çok ketum biri olduğunu duydum. Birkaç kez gördüğüm de de sert bir insandı. Can ondan oldukça farklıydı. Dış görünüş olarak da çok benzetemedim. Can hem karakter özelliği hem de dış görünüş bakımından abisine göre daha sempatikti.

“Mezun olduktan sonra ilk çalıştığım yerdi. Sonra işten ayrılıp kendi markamı kurdum.”

Benim sözlerimden sonra heyecanla Lara bana yaklaştı. “Bir dakika sen sadece tasarımcıyım dedin. Markan mı var? Ne bilindik mi?” diye sorularını peş peşe sıraladı.

“Konusu açılmadı, o yüzden. Lotus Collection markamın adı. Butiğim buraya yakın hatta.”

“Ben senin hesabını takip ediyorum. Hatta bizim sınıftaki kızlar da senin blogunu okuyor. Sen niye bu kadar mütevazi takılıyorsun. Alp abinin hem kendi adı hem de markası biliniyor. Senin sadece marka adın ön planda, o yüzden başta fark etmedim.” Bu konuda haklıydı. Çok fazla ön planda olmayı sevmediğim için, tasarımlarımı ve yazdığım yazıları paylaşırdım.

“Abim seni nasıl kaybetti? Ben olsaydım senin kıymetini bilirdim. İşte benim kadar mükemmel olamaz ne yazık ki şekerim.” Can’ın tavırları nedense sempatik duruyordu. Benden küçük diye mi bilmiyorum ama bir erkek kardeş gibiydi.

“Can’ın kendini övme seansı bittiyse Nevacım Instagram’da birbirimizi eklemeliyiz. Ve bunu kesinlikle tekrarlamalıyız. Hatta sana Tarot falı bakmalıyım. Müthiş bir enerjin var.” Lara düşüncelerini heyecanla sıralamaya başladı. İlk başta soğuk biri gibi gözükse de konuşunca çok tatlı ve samimi biri olduğu anlaşılıyordu. Can’ın ifadesi bile sempatik olduğu için onu saymıyorum.

“Senin baktığın fallar tutmuyor anla bunu. Sahte büyücüsün sen.” Can yine bir tartışmanın fitilini ateşledi.

“Hiç de bile. Abim dışında kime baktıysam tuttu. Hem abimin falını sana da anlattım çok garipti. O an enerjim düşüktü galiba, sonrasında da daha bakmama izin vermedi.”

“Senin abinle insan konuşmaya çekiniyor da ondan. Suratsızın teki ona kim âşık olur? Tamam dıştan hay maşallah ama insan iki muhabbet eder. Bunda o özellikler yok hayatım. Ay Van kedim sende var mı bir şeyler?” Abartı mimikleri sonlara doğru daha da arttı.

“Ne gibi şeyler?”

“Kız ne olacak sevgili. Alık bu biraz. Oy kıyamam.”

“Yok.” Tekrar dedikoducu teyze moduna girdi.

“Neden yok?”

“Neden olsun?”

“Neden olmasın?”

Konuşmayı beceremiyor çünkü.

Görevimi yapmalıyım.

Lara artık dayanamayıp noktayı koydu. “Ay yeter artık Cancağızım. Abim beni almaya gelecek, artık kalkalım.” Onlar kalkarken fark ettim ki saatlerdir buradayım. Ben de kalkma kararı aldım. Hesabı ödeyip çıktığımızda kapının önünde elimi uzatıp onlarla vedalaşacaktım ama Lara direkt bana sarıldı. Şaşkınca karşılık verdim. O çekildikten sonra Can da bana sarıldı. Hatta kırk yıllık tanıdıkmışız gibi abartı bir coşkuya sahipti. Ayrılmadan önce dedikleri ise beklenmedikti. “Hüzün sana yakışmıyor bence Van Kedisi. Yüreğini dinle.” Ona neden böyle söylediğini soracakken yüksek bir korna sesi geldi. Siyah lüks bir araba tam yanımızda durmuş, art arda kornaya basıyordu. “Abim geldi, Can hadi. Görüşürüz Neva.”

Onlar gittikten sonra ben de butiğe doğru yürüdüm. Hayatımda ilk defa böyle bir gün geçirdim. Üniversitedeyken de sohbet ortamına birkaç kere çağrılmıştım ama bunlar samimi çağırmalar değildi. Ayıp olmasın çağırmalarıydı ve ben de gitmek istemiyordum zaten. Can ve Lara sıcakkanlı ve samimi insanlardı. Duvarlarım olmasına rağmen onların sohbeti gayet iyiydi.

Şu an önceki ruh halime göre daha iyiydim. Can’ın sözlerini düşündüm. Acaba üzgün olduğumu fark ettiği için mi yanıma geldi diye düşünmeye başladım.

Seni kimse sevmez Neva. Sadece sana acırlar bir ucube olduğun için.”

“Neden sınıftakiler seninle arkadaş olsun? Sen ucubesin unutma bunu evlat bozuntusu.”

Babamın sesi zihnime doluşmaya başlayınca düşüncelerimi durdurmaya çabaladım. Can’ın dediği gibi belki de yüreğimi dinlemeliydim. Butiğe geldiğimde atölyeme çıktım. Bir tane beyaz kâğıt alıp onu katlamaya başladım. Turna kuşu ortaya çıktığında kenardan kalemimi aldım. Kuşun üstüne yüreğimden gelen dizeleri yazdım.

Emre’yi arayıp bunu ona vermesini istedim. Yaptığım doğru mu bilmiyorum. Sadece içimden geleni yaptım bu defa.

Bakalım başımıza ne dertler açacaksan minik ucube.

Görevimi yapmalıyım.

***

 

Genç adam, içindeki buruklukla baş etmeye çalışıyordu. Hayır içinde burukluk yoktu. İçi paramparçaydı. Tarif edemediği duygularla perçinlenmişti. Annesi yaşarken geçirdiği güzel günlerde annesi ona kitaplar okur. Şiirler ezberletirdi. Bir kadına nasıl davranması gerektiğini, dürüst bir insan olmasını en önemlisi de bir kadının kalbinde mezar açmaması gerektiğini öğretmişti. Bilerek ya da bilmeyerek hiçbir kadına kötü davranmamasını, yara açmamasını hep öğütlerdi. Annesinin dediği gibi dürüst ve iyi bir insan olamadı. Hayat buna izin vermedi. Bu yüzden o da diğer öğüdü yerine getirmeye çalıştı.

Ne olursa olsun hiçbir kadına kırıcı davranmadı. Ne kadar sert ve otoriter bir duruşu olsa da yerini bilerek hareket etti. Travmalarının gözünü kör etmesine izin vermedi ve onların arkasına sığınmadı. Neva’yı gördüğü andan itibaren onu unutamadı. İlk başta duygularını kabullenemese de sonra anladı. İmkânsız bir aşkın pençesindeydi. Hayatının baharında bir çiçekti Neva. Onu soldurmamalıydı. Ancak şunu bilmiyordu ki; Evrende tesadüf yoktur ve her şeyin mutlaka bir sebebi vardır.

Neva ile karşılaşmaları boşuna değildi. Ve Neva sandığından farklı bir hayata sahipti. Ona yara vermemek için uzak durdu ama fark etti ki o zaten ağır yaralıydı. Bursa’dan gelen bilgilerden sonra Neva’nın doktorunu konuşturdu. Neva’sının ruhu incinmişti. Hasta demek istemiyordu. Onu zihninde ayrıştırmak ve bir hasta, deli kalıbına sokmak istemiyordu.

Onun için elinden geleni yapacaktı ama o gerçekleri ararken beklemediği bir şey oldu. Ne olur ne olmaz diye Neva’yı takip eden koruma ona bir fotoğraf gönderdi.

Tekrardan günlerdir açtığı fotoğrafı açtı. Güzeller güzeli Neva içinde cenneti ve cehennemi bulunduran gözleriyle elemanın birine bakıyordu. Ve gülümsüyordu, kocaman gülümsüyordu.

Neden gülümsüyordu? Kıymet bilmeyenlere de çiçek açılmamalıydı. O eleman iyi bir ayak değildi. Bari ona değer verecek birine gülseydi. Sonra diğer fotoğrafa geçti. Canı daha çok acıdı.

Neva o adamı yanağından öpmüştü. Her şeyi enine boyuna öğrenmeden adım atmak istememişti. Hatası bu muydu? Yanlışlıkla ona zarar vermemek için araştırmak istemişti, yanlışlıkla bile onu kırmamak için öğrenmesi lazımdı.

O lavuk bunların hiçbirini bilmiyordu. Ya onu üzerse?

Bu yüzden detaylı düşünmeden bir karar verdi. Yerinden kalktı. Çekmeceden siyah kâğıt aldı. Ona kâğıttan lotuslar yapabilmek için aldığı kağıtlardı bunlar. Son kez katladı ve içine saatlerdir dinlediği şarkı sözünü yazdı.

Bu son şarkımız içim rahat artık.

Sen beni yak ben sigaramı.

Ali ilk şiirini annesinden öğrenmişti. Annesinin ölümünün ardından aşk şiirleri de sevda sözleri de ona yavan geldi. Onun için hayat Yaşar Kemal’in Yalnızlık şiiri oldu.

“…

Kuş uçmaz, kervan geçmez bir yerdesin.
Su olsan kimse içmez,
Yol olsan kimse geçmez,
Elin adamı ne anlar senden?

…”

Neva anlasın istedi. Su olsa Neva içsin, yol olsa Neva geçsin istedi. Neva’dan sonra şarkılar güzel, şiirler anlamlı geldi onun için. Her dinlediği şarkıda Neva’yı düşündü. Okuduğu her şiiri ona armağan etti. Neva için sevda sözlerini ezberleten hayat onu şimdi üçüncü şahıs yaptı.

Atilla İlhan’ın Üçüncü Şahsın Şiiri duygularına tercüman oldu ama keşke olmasaydı. Keşke Neva o adama gülmeseydi.

Ulan Ali! Bir âşık oldun götün başın ayrı oynadı. Kendine gel salak. On dört yaşındaki ergen oğlan triplerini bırak. Hayır daha dün mafya babalarına racon kestin, mekân bastın şimdi utanmasan zırlayacaksın.

İç sesi ne derse desin duygularına da düşüncelerine de engel olamıyordu. Olabilseydi eğer en başta Neva’ya âşık olmazdı. Ama pişman değildi. Ondan gelecek her şeye razıydı. Her şeye.

Düşüncelerinin arasında sabahı zor ettikten sonra Neva’ya vermesi için lotus çiçeğini Emre’ye gönderdi. Aslında sabahları gider kendi verirdi belki Neva’yı görebilme ihtimali olur diye. Ama bu sefer gidemedi. Zaten gitse de bir şey fark etmeyecekti. Neva onu şikayet etmedi diye yüz bulmuştu ama Neva o çiçekleri belki de çöpe atıyordu. Artık manyağın birinden kurtulduğu için şükrediyordur.

Kendini düşüncelerden uzaklaştırarak çalışmaya başladı. Günün sonuna doğru ne kadar çalışsa da duramadı. Son kez bakacağım, kapının önüne çıkarsa son kez izlerim diye düşünüp arabasına atladı. Neva’nın butiğine bakan tarafa arabasını park edip beklemeye başladı. Tabelaya bakarken yine onu düşündü.

Markasının adını da lotus koymuştu. Bu yüzden Ali onun en sevdiği çiçek Lotus sanıyordu. Aslında onun gönderdiği kâğıttan lotuslar yüzünden Neva o ismi koymuştu ama Ali bunu bilmiyordu. Neva’nın sevdiği çiçek lotus sandığı için evini saksılarla doldurmuştu. Bataklıkta yetişen bir çiçeği evde büyütmeye çalışmıştı. Evinin her köşesi lotus çiçekleriyle doluydu. Onlar varken Neva yanında gibi hissediyordu.

Ne kadar beklese de Neva her zaman mola verdiği saatte çıkmadı. Hatta hiç çıkmadı. Umudu tamamen kesildi. Akşam kardeşiyle buluşma sözü olduğu için ona mesaj attı. Kardeşi Neva’nın butiğinin yakınındaki bir kafedeydi. Arabasını kafenin önünde durdurduğunda kardeşi biriyle sarılıyordu. Saç rengi ve duruşu tanıdık gibiydi. Can da sarılmak için o kadına yaklaşırken genç adam bir an hayal gördüğünü sandı. Neva?

O Neva mıydı? Ve Can’la mı sarılıyordu? Hızla kornaya bastı. Görmesi lazımdı o Neva mı diye bakması lazımdı. Kornanın sesiyle kadın irkildi ve o gözleri gördü. Hızla art arda kornaya bastı ayrılmaları için. Cenneti ve cehennemi olan gözlerin sahibi oradaydı.

Can ve Lara arabaya bindiğinde Ali hâlâ giden kadının ardından bakıyordu. Kardeşinin seslenmesiyle ona döndü. “Efendim?” dediğinde bile afallamış haldeydi.

“Sen bizi dinlemiyor musun? Can’ın arabası bozulmuş, onu da bırakalım diyorum.”

Başını sallayıp arabayı çalıştırdı. Kafasındaki soru işaretleri çift kale maç yapıyordu.

“O kimdi? Arkadaşınız mıydı?” diye sorarken içindeki tüm meraka rağmen yüzü ifadesizdi.

“Ay yeni tanıştık. Öyle tatlı biri ki. Adı Neva, o da Alp abi gibi tasarımcı. ”deyip uzun uzun anlatmaya devam etti.

Ali’nin merak ettiği kısım ilk cümleydi. Gerisine fazlasıyla hakimdi. Bunlar yeni tanıştıysa Can zevzeğiyle neden sarıldılar?

Acaba o zibidiyle de normal arkadaşlar mıydı? Kendisi bu konularda bir miktar yabani olduğundan ötürü uzaktı. Ama arkadaşlar birbirine çiçek alır mıydı?

O düşünerek yola devam ederken telefonu çaldı. Araba kullandığı için açmak istemedi. Ama telefon art arda çalmaya başladı. Arabayı kenara çekip telefonu açtı. Arayan Emre’ydi. Neva’ya gönderdiği çiçekleri veren genç.

“Efendim koçum. Bir sorun mu var?”

“Abi Neva abla sana bir şey vermemi istedi. Yani dedi ki git bunu o çiçekleri yollayan adama ver.”

Ali o an ne yapacağını bilemedi. Neva ona bir şey mi göndermek istedi?

“Tamam koçum, bekle hemen geliyorum.” Dedikten sonra telefonu kapattı. Arabaya bindiğinden beri ters bakışlarının hedefi olan çocuğa döndü.

“Benim işim çıktı sen in.” Dediğinde Can şaşırdı.

İtiraz etmesine izin vermedi genç adam. “Kalk git kendine taksi bul. Paran mı yok it herif.”

Tabiri caizse Can’ı kovaladıktan sonra kardeşinin sözünü umursamadan gaza bastı.Hızla geldiği yolu geri döndü. Kardeşine arabada beklemesini söyledikten sonra Emre’nin çalıştığı pastaneye girdi. Emre ile selamlaştıktan sonra emanetini aldı.

Ali ne hissedeceğini bilmiyordu. Elindekiyle donup kaldı. Neva ona origami yapmıştı. Kağıttan bir Turna Kuşu. Ve üzerinde ise şiir dizeleri. Ali’nin ezberinde olan bir şiire ait.

“Göründüğüm gibi değilim aslında
Karanlıklarda kaybolmuşum bir ışık arıyorum, bir umut arıyorum uzun zamandır
Aradıkça batıyorum karanlık kuyulara”


Turna kuşu Japon kültürüne göre tıpkı ejderha ve kaplumbağa gibi mistik ve kutsal bir varlıktır. Kimilerine göre dileklerin kabul edilmesi yerine göre mutluluk ve sonsuza kadar iyi şans getiren turna origamileri, özellikle de uzun bir yaşam ve hastalıkların iyileşmesi anlamında fayda sağlar.

Olurdu, Ali ona şans da olurdu. Umut da olurdu. Her şeyi olurdu. Artık duramazdı.

Neva farkında olmasa da ona bir şans verdi. Ve o bu şansı boşa harcamayacaktı.

Hayat bir tiyatroysa oyun onun için yeni başlıyordu.

Ali Arslan Kılıç artık sahnedeydi.

 

 

Loading...
0%