Yeni Üyelik
8.
Bölüm

7.Bölüm

@lavinyapiraye

Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde üçüncü basamak ait olma ve sevgi ihtiyacıdır. Fizyolojik ihtiyaçlar ve güvenlik ihtiyacının hemen ardından gelir. Bir insanının yaşaması için ekmek ve su ne kadar lazımsa sevgi de gerekliydi. Özellikle de görülmek. Fakat küçük Neva buna sahip değildi. Bir ailesi vardı ancak aynı zamanda da yoktu. Eğer bir ailesi olsaydı onu korurlardı, düştüğünde yarasını sarar onu severlerdi.

Anne ile babanın görevlerini bilmeyen Neva bunu parkta gördüğü aileler sayesinde öğrenmişti. Onun için bir sığınak, bir dağ sadece babaannesi ve dedesiydi. Şefkatin ne olduğunu sadece babaannesinden görmüştü. Bazen küçük ellerini açar, tanrıya yalvarırdı. Küçük yüzü ağlamaktan kızarmışken “Beni annemle babamın yanından al. Onlar ben gidersem mutlu olur. ” demişti.

Çünkü o ailesi için bir yüktü. Annesi ona bazı zamanlar ilgi gösterirdi. O zamanlar Neva dünyanın en mutlu çocuğu olurdu. Diğer zamanlar ise hayal dünyasında kaybolurdu. Kendini farklı biri gibi hayal eder, vücudunun gidemediği yerde zihninin gitmesini sağlardı. Kendine yabancılaşır, yabancılaştıkça kaçardı.

O küçük yaşta uçurum kıyılarında dolaşan bir ruha, savaşın ortasında kalmış bir bedene sahipti. O da hayal dünyasına sığınmıştı. Onu çok seven bir ailede büyüdüğünü hayal etmişti, Neva olmadığı her türlü versiyonu hayal etti. Annesiyle babasının kavga sesleri yükselirken, ya da kömürlüğe kapatılmışken.

Sevgisizliğini ancak bu şekilde bastırmıştı. Babasının en sevdiği yemek zeytinyağlı fasulye olduğu için annesi Behçet evde olmadığı her gün bu yemeği yapar ve onun gelmesini beklerdi. Neva ise kendisini farklı bir aile sofrasında hayal ederdi.

Annesi onun kendi kendine konuşmalarını, hayattan soyutlanmasını ve yaşıtlarından farklı bir çocuk olduğunu fark etmedi. Babaannesi her seferinde uyarıp Neva’yı yanına almak istese de Behçet buna müsaade etmiyordu. Çünkü herkes Behçet’in isteklerine göre hareket etmeliydi.

Behçet ise onların çektiği hiçbir acıyı umursamıyordu. Bir hedefi vardı ve evlat bozuntusunun ucubelikleriyle uğraşamazdı. O küçük çaplı kazançların peşinde koşarken bu umursamazlığının kimlerin sonu olacağını asla tahmin etmemişti.

***

 

Doğruların içerisinde yanlışlar çabucak göze batar. Ancak kaygı işin içine girdiğinde insan ne doğruyu biliyor ne de yanlışı. Bu sözlerim şu anki haleti ruhiyemin özetidir. Dün Can ve Lara ile olan tanışmamdan sonra akşam eve gittiğimde Han Akın’dan bir telef

 

 

Seni düşünmek güzel şey, ümitli şey

(Umudunu yitirdiğinde aynaya bak, ya da bir çiçeğe.)

Hayatta, kötü bir davranışa uğramaktan daha kötüsü buna alışmaktır. Anlaşılmamaya ve bir şeylerin üstünü kapatmaya öyle alışmışım ki iki gündür aynı cümleleri tekrardan okuyup duruyorum. Kâğıttan Turna Kuşu yaptıktan sonra ne cesaretle ona gönderdim bilmiyorum. Hatta onun da tekrardan çiçek gönderme nedenini de bilmiyorum.

Ben bu konuyla ilgili hiçbir şey bilmiyorum. Ama bazı şeyler hissediyorum. Mutluluk gibi. Ben hiç tanımadığım bir yabancı beni anladı diye mutlu oldum. Dün sabah Emre lotusumu getirdiğinden beri yanımdan ayırmıyorum. Yanıma bir de ayna aldım. Ama aynaya bakarken umudu bulamıyorum.

 

Aynaya bakınca umudu nasıl bulabilirim ki? Aynadaki sadece yansımam. İçte ne varsa dışta da o vardır. İçimdeki hayal kırıklıkları ümitsizlik hepsini aynadaki yansımamda da görebiliyorum.

Aynadaki aksimi inceledim. Yüzüme bakınca dikkat çeken ilk yer gözlerimdi. Sol gözüm kızıla çalan bir kahveydi, sağ gözüm ise mavinin açık bir tonuydu. Gözlerim iri olduğu için de daha çok ortaya çıkıyorlardı. Burnum ve şakaklarımda yoğun miktarda çil vardı ama makyajla kapatıyordum. Orta kalınlıkta dudaklarım ve hafif kemerli bir burnum vardı. Bir de perçemlerin örttüğü alnımdaki yara izi.

Yüzüme düşen perçemleri kenara ittim. Normalde saçlarım kıvırcıktı ama çoğu zaman kıvırcık rutini yapmıyor sadece saçlarımı dalga şeklini veriyordum. Makyajsız dışarı çıkmazdım, çok yoğun yapmasam da kusurlarımı kapatabilirdim en azından. Lens takmayı asla beceremiyordum yoksa çoktan lensle gözlerimdeki kusuru da gizlerdim.

 

Umut neredeydi? Aynaya bakmaktan aciz birinin gözlerinde mi? Hiç sanmıyorum. Umut belki de bunu söyleyenin bakışındaydı. Ama o bakışlar yanılıyordu. Aynadaki yansımam çirkindi. Her anlamda.

Ben düşüncelere dalmışken Şule heyecanla merdivenleri çıkıp yanıma geldi. Nefes nefese kaldığı için cümlelerini toparlayamıyordu.

“Neva Abla biz erkek giyimine giriştik de aşağıdaki taş parçası aman beyefendi de model mi olacak?”

Anlamsızca baktım sadece. Sonra düşündüm, biraz daha düşündüm.Yine anlayamadım.

“Kim Şule’cim. Müşteriyse ilgilenseydin. ”derken güldüm.

“Ama seni istiyor. Hiçbir elbiseye bakmadı. Bence kesin model.”

Merakımı sadece adamın beni çağırdığı kısım cezbetti.

Şule yakışıklı tüm erkeklere karşı abartı tepkiler verirdi. Artık alışmıştım. Hâlâ elimde tuttuğum kâğıttan lotusu ve aynayı masaya bırakıp ayaklandım. Atölyem büyük bir alanı kapsıyordu.

Karşılıklı iki duvar boydan boya rafla kaplıydı. Raflarda özel bir sıralamayla ayırdığım kumaşlarım ve çeşitli malzemelerim vardı. Sağ taraftaki raflar duvarın yarısına kadar kaplıydı.

Çünkü kalan kısımda bir deneme kabini vardı. Sol tarafta rafların önünde ise dikiş makinelerim duruyordu Ortada kalan duvarı ise kocaman bir pencere kaplıyordu. Oval şeklinde tasarlanmış pencerenin önüne çalışma masamı koymuştum. Merdivenlerin bulunduğu kısımda da iki tane boydan ayna vardı. Çalışma masamın önünde de karşılıklı iki koltuk ve küçük bir sehpa duruyordu.

Aynanın yanından geçerken kendime baktım ve oturduğum için kırışan elbisemi düzelttim. Acı kahve halter yaka ve krep kumaşa sahip olduğu için üstüme oturan bir elbise giymiştim. Ayağımda da aynı renk topuklu ayakkabılarım vardı. Bugün monokrom bir kombin yaptığım için çantam da acı kahveydi. Üzerimdeki tek farklı renk altın saatim ve takılarımdı. Daha fazla oyalanmamak için adımlarımı hızlandırarak aşağı indim.

Uzun boylu, arkası dönük duran bir adam vardı. Sanırsam telefonla konuşuyordu. “Tamam Sevda Hanım işiniz bitince çıkabilirsiniz. Kalan dosyaları sabah masamda görmek istiyorum.” dedikten sonra telefonu kapattı.

Sabit durmayı bırakıp ona doğru birkaç adım attım. Adımların sesini duymasıyla ismini bilmediğim müşterim bana döndü. Ve o çok tanıdık bir yüze sahipti.

Elinde beyaz güllerle annesinden af dilemeye gelmiş olan ve bana annesinin hikâyesini anlatan adam.

Mezarlıktaki adam.

“Peki ya çocuk?” diye sordum.

“Kimsesiz kaldı. Annesine verdiği sözleri tutamadı ve çaresizce mezarında af diliyor.”

Kimsesiz bir çocuk. O günkü gibi değildi. O gün kırgın ve yaralı bir çocuk gibiydi yüzüne yerleşen hüzün. Şu an ise ulaşılmaz ve çok güçlü duruyordu. Omuzları geçmişin yüküyle çökmemişti. Tekrar karşılaşacağımızı hiç düşünmezdim.

Ben afallamış bir şekilde ona bakarken onun yüzünde şaşkınlığın zerresi yoktu. Şaşırmıyordu, büyük ihtimalle beni unutmuştu. Hatırlaması saçma olurdu zaten. Ben niye hatırlıyorum o zaman. Sorun bende demek ki. Sorun var mı ortada. Normal bir şey bu. Belki hafızası güçlü değildir. O günkü konuşmalarımızı ve karşılaşmamızı unutmuştu. Ben unutmamıştım ama. Yüzümdeki ifadeyi toparlamaya çalıştım. Lakin onun ifadesinde de kırılmalar oldu. Hatırladı mı yoksa? Hatırlamadıysa eğer rezil olmamak için mezarlık konusunu açmayacaktım.

Hafifçe yaklaşıp “İyi misiniz?” diye sordu. Salak kafam! Kendi içimde sorgulamalara daldığım için boş boş adamın yüzüne bakıyordum. Kendine gel Neva!

“Evet. Affedersiniz biraz dalgınım da bu ara.” diyerek durumu toparlamaya çalıştım. İletişim becerilerimi zorlayarak yardımcı olmalıydım.

“Hoş geldiniz. Aradığınız özel bir model var mı?”

Yeşil gözlerini üzerimden ayırmıyordu. Sanki unuttuğu şeyi hatırlamışçasına başını salladı.

“Özel bir elbise diktirmek istiyorum. Bir de davet elbisesi almam lazım. Ben çok anlamam yardımcı olur musunuz?” Evet anlamında başımı salladım. Onu gece elbiselerinin olduğu kısma götürürken alacağı kişinin bedenini sordum. O etrafı incelediği için fırsattan istifade hafifçe ona baktım. İtalyan kesim siyah kumaş bir pantolon ve tam üzerine göre antrasit gömlek giymişti. Kolundaki saati ve ayakkabılarını hesaba katarsak zengin biri olduğu belliydi. Böyle insanların son gün gelip kıyafet seçmeyeceklerini biliyordum. İllaki aile terzileri vardır. Son anda Nişantaşı’nda bir butiğe gelmesi mantıklı gelmedi. Yine de sorgulamadan elbiseleri gösterdim.

“Kız arkadaşınız genel olarak ne tarz sever. Ona göre alternatifler bakabiliriz.” Derken elimdeki boncuklu mini elbiseyi gösteriyordum. Hoşlanmadığı bir şey varmış gibi yüzünü buruşturdu.

“Çoğu zaman spor giyinir, koyu renkleri sever. Ve bu elbiseleri kız kardeşim için istiyorum. ”derken hafifçe gülümsedi.

Bana mezarlıkta kimsesiz kaldığını söylediği için kız arkadaşına alıyor sanmıştım. Belki de sonradan babasıyla görüşmeye başladı. Anlattığı hikayedeki adamın çocuğu olduğunu söylemişti. Açık renk kıyafetleri eledim ve rafın sonun ilerledim. Gece mavisi askılı saten bir elbiseyi elime aldım. Düz kesim üste oturan bir elbiseydi ama asıl detay sırt kısmındaydı. Kuyruk sokumuna doğru V şeklinde inen bir dekolteye sahip çok şık bir elbiseydi.

Annesinin hikâyesini anlatırken tek çocuk olduğunu söylemişti. Büyük ihtimalle kız kardeşiyle anneleri farklıydı. Yine de onu düşünmesi ve mutlu etmek için uğraşması çok ince bir davranıştı. Bu yüzden genişçe gülümsedim. Gülümsememi bozmadan ona bakarken onun bakışları bendeydi. Tanımlayamayacağım bir ifadeyle beni izliyordu. Ama bakışlarında asla rahatsız edici bir his yoktu. Kalbim hâlâ huzurluydu. Niye rahatsız olmuyorum ki. Ben yoğun bakışlardan rahatsız olurum. Gülümsemem soldu. Yüzümdeki ifadeyi düzeltip tekrar ona bakıp elimdeki elbiseyi gösterdim. “Bu nasıl olur?”

Sesimle dağılan dikkati yerine gelince üstünkörü elimdeki elbiseye baktı. “Bu olur.” demesiyle elbiseyi Şule’ye verip paketlemesini istedim. Beyefendiye de eşlik ederek onu atölyeye yönlendirdim. Adını bilmediğim için ona nasıl hitap edeceğimi bilmiyordum. Çalışma masamın önündeki koltuklara oturduktan sonra kahvesini nasıl içtiğini öğrenip Şule’den iki tane sade kahve istedim. Hâlâ bakışları üzerimde dolanıyordu. Kalbimi yokladım, sakindi.

“Bu arada ben Neva.” Diyerek konuşmayı başlatmasaydım eğer beni izlemeye devam edecek gibiydi.

“Ali. Tanıştığıma memnun oldum Neva.” Derken sesinde daha fazlasını söyleyen bir ton vardı.

Kahveler gelmeden önce yerimden kalkıp çizim defterimi alıp tekrar karşısına oturdum. Bakışlarının bende olduğunu hissettiğim için başımı defterden kaldırmadım. Bunu rahatsız olduğum için değil olmadığım için yapıyordum. Çünkü garip olan benim için buydu.

“Bu aralar çok yoğunum aslında. Elbise ne zamana lazım? Bir de nasıl bir tarz olmasını istersiniz?”

Ben sorularımı art arda sıraladım ama o hiçbirine cevap vermedi. Beni dinlemediğini düşünüp başımı kaldırdığımda yeşil hareleriyle karşılaştım. Doğrudan bana bakıyordu. Bakışları gözlerimde ayrı ayrı oyalandı. “Unutmadım.” dedi sadece.

O an bakışlarımı kaçıramadım, konuyu da değiştiremedim. Çünkü ne demek istediğini anlamıştım.

Mezarlıktaki karşılaşmamızdan bahsediyordu.

“Neden?” diyebildim sadece. O gün bir yabancı olduğum için rahatça hikayesini anlatabilmişti ama şu an neden yanımda duruyor ve hatırladığını belirtiyor ki. Onun sırlarını ifşa edebilirim, ya da canını yakan konuları açıp onu üzebilirim.

Bir yabancıyım onun gözünde, beni tanımıyor ki.

“Nedeni gözlerin.”

Net bir şekilde beklemeden verdiği cevaplara gözlerim sıkıca kapandı ve hafifçe iç çektim.

“Sen kimsenin dikkatini çekemezsin ucube. Ancak alay konusu olursun. Onun dışında unutulmaya layıksın. Eziksin.”

“Sen asla güzel olamazsın.”

“Bana baba deme, senden tiksiniyorum.”

“Senden iğreniyorum.”

Gözlerimi açtığımda aynı ilgiyle bakıyordu. Konuşmaya çalıştığımda hafifçe öne eğilip, konuşmama izin vermedi.

Yeşil gözleri yakınımdayken adım dilinden bir efsun gibi döküldü.

“Neva.”

Konuşup konuşmama arasında kaldıktan sonra devam etti.

“Gözlerin, cennet ve cehennemin temsili.” Duraklarken gözleri önce sağ gözümde, açık mavi haremde gezindi. “Öylesine eşsiz.” Dedikten sonra yine es verip bu sefer sol gözümde ve kızıla çalan kahverengi haremde gezindi. “Öylesine kaçınılmaz ve unutulamayacak kadar değerliler.”

Nefesimin kesildiğini hissettim. İlk kez duyduğum bir iltifat bana gerçekçi hissettirdi. Kalp atışlarım hâlâ huzurluydu. Kalbim mi bozuldu acaba. Ben niye rahatsız olmuyorum!

Vücudum neden tehlike çanları çalmıyor?

Benim alık halim onu keyiflendirmiş gibi dudağının sol kenarı hafifçe kıvrıldı. Ben ne cevap versem diye düşünürken çalan telefonum imdadıma yetişti. Masada duran telefonum yüksek sesle çalarken tam da onun tarafında duran telefonuma bakan Ali Bey’in gülümsemesi soldu ve yüzü düz bir ifade aldı.

“Affedersiniz.” Deyip ona uzandım. O sırada duran telefonum tekrardan çalmaya başladı. Arayan kişi geçen gün kafede tanışştığım Can’dı. O ve Lara ile tanışmamızın üzerinden iki gün geçmesine rağmen hâlâ konuşmaya devam ediyorduk. Biraz da Can’ın çirkefliği ve darlaması sayesinde. Ama rahatsız olduğum söylenemez.

Can her izlediği dizinin karakterini yeni kişiliği olarak belirleyen biriymiş. Bu aralar da Prens dizisine sardığı için oradaki repliklerle konuşuyor ve zorla kendini “Prens” olarak kaydettirdi. Hatta baya ortak yönleri varmış, açıklaması da şuydu: Babası onu sevmediği için isim koymamış ve Prens diyorlar. Benim babam da beni sevmediği için Giray ismini koymuşlar ve Giray da prens demek.

Bu mantıklı açıklamasından dolayı ben ve Lara onu kırmayıp böyle kaydettik.

Telefonum üçüncü kez çalınca Ali Bey’den izin isteyip açtığım anda Can’ın yüksek desibelli sesi beni irkiltti.

“Kız Van Kedisi seni! Açsana şu telefonu kurudum kaldım buralarda. Sana önemli bir haber verecektim. Beni görme şerefine nail olacaksınız. Akşama parti veriyorum. Kesinlikle geliyorsun. Büyücüm de orada olacak zaten.”

Asla susmuyordu, nefes almadan konuşmaya devam ediyordu. Müsait olmadığımı söylemek için açmıştım ama fırsat tanımadı.

“Can bir dinler misin? Gelemem, partileri sevmem ve senle Lara dışında kimseyi tanımıyorum. Şimdi müsaadenle kapatıyorum.”

“Asla! Kabul edilemez. Ben çağırıyorum seni bir kere ben! Nasıl gelmiyorum deme cüretinde bulunursun. Can Yavuz’un partisi bu. Bak ne dedikodular vereceğim sana aklın şaşar.”

Yine konuşmama fırsat vermedi ve tanımadığım insanların dedikodusunu yaptı. Mahcup bir ifadeyle Ali Bey’e baktığımda çatık kaşlarıyla birine mesaj atıyordu. O sırada Can’ın yanına galiba biri geldi çünkü bir kadın ona sesleniyordu.

“Ay işte dedim şekerim sen ne saçmalıyorsun dedim. Efendim Sevda Hanımcım, biricik patronum bu sefer de ne istiyor?

Arslan Bey son on yılın kâr zarar tablosunu belgelemenizi istiyor. Sabah masasında görecekmiş ve bir Word dosyası olarak bir de el yazısı ile istiyor. İnci gibi olacakmış yoksa stajdan asla geçemezsiniz.”

Can ekonomi son sınıf olduğu için Lara’nın abisinin şirketinde staj yapıyordu. Kendi şirketlerinde babası onu zorlamasın ve bahsettiği Arslan abisi ona iyi davrandığı için oradaymış.

“Bu adam benim canımı mı istiyor. İki günde Deccal’e dönüştü. Allah’ım yeter!” diye çığlık atar gibi bir cümle kurdu. Hafifçe yüzümü buruşturup telefonu kulağımdan çektim. Ali Bey’e baktığımda keyfi yerine gelmiş gibiydi.

“Üzülme Can başka zaman artık.” derken artık geçiştirip kapatmak istiyordum.

“O zaman yarın. Benim narin bünyem bugün yorulacağı için planı yarın yapıyoruz. Neva kurbanın olayım gel. Bir kız var senin bloğunu okuyor anca bu yoldan yürüyebilirim. Yazık değil mi bana. Üzüleyim mi? Şu inadın yüzünden ince hastalığa mı kapılayım? Hadi Van Kedisi bana anca sen yardım edersin, bizim büyücü işe yaramadı.”

O kadar hızlı ve ikna edici konuşuyordu ki. Hafifçe güldüm, Ali Bey’in telefonunda olan bakışı aniden bana döndü.

“Tamam, yarın olabilir.”

“Canım Neva’m. Nankör olmayan tek kedisin sen bir tanem. Yarın her şeyi ayarlıyorum.”

Derken yine az önceki kadının sesi geldi.

“Can Bey, yarın da arşivdeki dosyaları düzenleyecekmişsiniz. Dersten sonra şirkete gelmek zorundasınız, Arslan Bey öyle istedi.”

Can’ın sesi gelmedi bir süre. Galiba donup kaldı.

“Lan bu adama ne yaptım ben. Daha üç gün önce başımı okşadı, bir gün sonra arabadan indirdi. Ne oluyor bu aşağılık şirkette.”

“Üzülme başka zaman görüşürüz. Hatta isterseniz hafta sonu olur.”

Çok üzgün olduğu için dayanamayıp ben alternatif teklif sundum. Kabul ederse hemen kapatacaktım çünkü Ali Bey’in çatılan kaşları rahatsız olduğunu gösteriyordu. Haklı tabi adam.

Hemen sinirle bir şeyler yazmaya başladı. Sanırsam birine mesaj atıyordu.

“Ay canımsın Neva kuşum.” O sevinçle birkaç şey daha ekleyecekti ama aynı kadın yeniden ona seslendi.

“SEVDA ÇENEN TUTULSUN. KONUŞMAMI BÖLÜYORSUN!”

Can artık zıvanadan çıkmıştı.

“Arslan Bey bütün arşivi temizlemenizi istiyor. Hafta sonu da geleceksiniz. Dosyaları düzenleyip her yeri foşur foşur temizleyecekmişsiniz.”

Can artık ağlamaya başladı, burnunu şiddetli çekmesiyle anladım.

“Bir de not olarak ekledi. Lavanta yağı kullanacakmışsınız.”

“Ebucehil misin sen? Bu ne? Allah’ım bu can kulun nerelere gitsin. Ay bayılacağım.”

Sonra bir patırtı koptu. Gerçekten bayılmıştı. Telefonu kapatıp Ali Bey’e baktığımda yüzünde keyifli bir ifade vardı.

“Çok affedersiniz Ali Bey.”dedim hızlıca.

Yine anlamını çözemeyeceğim bakışları bana döndü.

“Sadece Ali.”

O kadar güzel bir sesi vardı ki. Bu şekilde bakıp konuşsa her dediğini yapacakmış gibi hissettim.

Kendine gel Neva! Kendime gelmeliyim.

Ben telefonda konuşurken Şule kahvelerimizi getirmişti ama ikimiz de içmediğimiz için soğumuştu.

“Peki. Bu arada kahveler soğumuş yenisini söyleyeyim.”

“Zahmet etme, telafi ederiz. İllaki.”

Bakışlarını nasıl betimleyebileceğimi, anlatabileceğimi bilmiyordum. Ancak şunu söyleyebilirdim ki hayatımda ilk defa birinin bakışlarında boğulurken zerre rahatsızlık duymadım.

“Tamam, elbiseyi konuşuyorduk. Nasıl bir şey olsun?”

Az önce söylediklerini tekrar konuşmak istemedim. Hazır konu dağılmışken onları da geriye attım. Kardeşinin en sevdiği renk lilaymış. Bu sene mezun olacağı için balo elbisesi istiyordu. Defterime birkaç çizim yapıp ona gösterene kadar sessizce durdu. Ama bakışları üstümden hiç ayrılmıyordu. Ve nedensizce ben de bu durumdan şikayetçi değildim. En sonunda bir tasarımda kararlaştırdık. Onu yolcu etmeden önce defterimi çalışma masam koydum.

Başımı kaldırdığımda bakışları bu defa bende değildi. Kâğıttan lotus çiçeğim ve yanında duran aynama bakıyordu.

“Ali.”diyerek bakışlarını oradan çekmek istedim. Aslında devamında söyleyeceğim bir şey yoktu. Kâğıttan çiçeklerim bana özeldi. Birinin bakması ve sorgulaması hoşuma gitmiyordu. Seslenmemle dikkati dağıldı ve bana döndü. Neden ona seslendiğimi sormadı. Sorsa ne uydururdun bilmiyorum.

Tekrar bakışlarını gözlerimde gezdirdi. Hiçbir şey demedi. Hem şaşkın hem de mutlu bir ifadesi vardı. Onu geçirmemin ardından gitti. Onda çözemediğim şeyler vardı. Bana anlamlandıramadığım hareketler yaptıran.

Atölyeme çıkıp koltuğuma yaslandım. Yıllar sonra belki de ilk kez bu kadar uzun süre kafamdaki sesler susmuştu. Bunu kendi içimde normalleştirmiştim. Korkuyorum. Biri duysa beni anlamayıp saçma bulabilir ama ben gerçekten bir sorunum varsa ortaya çıkar diye korkuyorum. Yüzleşmek istemiyorum. Her ay checkup yaptırıp umutla fiziksel bir sorunum olmasını bekliyorum ama olmuyor. En azından fiziksel bir sorunum olursa geçmişi irdelemek zorunda kalmam.

Ben hep sustum, susmak zorunda kaldım. Babam bana kötü davrandığında sustum, susturuldum. Babamdan ayrılmamak için annem beni susturdu. Babam beni günlerce, gecelerce hatta kış gecesinde kömürlüğe kilitledi sustum. Susmadım aslında susturuldum.

Kötü bir çocuk olduğum için cezalandırılmışım. Babam öyle derdi, belki de haklıydı. Bilmiyorum çünkü haklı ya da haksız olduğumu söyleyen kimse yoktu yanımda. Babaannemle yaşayana kadar ya yok sayıldım ya da cezalandırıldım. O gün yaşadıklarımı da kimseye anlatamadım. Hatta kendime bile.

Hatırlamamak için kendimi zorladım. Düşünmek bile istemediğim şeyleri bir günde gördüm, yaşadım. Hatırlarsam daha çok acı çekerim. Bu sebeple psikiyatriste gitmek beni çok korkutuyor. O kadar çok korkuyorum ki delirip delirmediğimi öğrenemiyorum. Kimseye içimde yaşanan fırtınaları anlatamıyorum.

Ben kötü bir insan değilim korkağım. Belki de korkak değilim. Sadece güçsüzüm. Yaralarımı sarmaya mecali olmayan bir kadınım. İnsanları kendimden uzaklaştırıp izole bir hayat yaşamak ve ne yaşanırsa yaşansın geriye atmak elimden geliyordu.

Telefonumdan bir bildirim sesi geldi. Han mesaj atmıştı.

Han Akın: Küçük bir heykel meselemiz vardı diye hatırlıyorum. Yarın, sen ben ve sanat dolu bir gün. Ne dersin?

Bir de bu vardı. Çevremde insan istemiyordum ama geldikçe toplu geliyorlardı. İçimde ufak bir sıkıntı olsa da söz verdiğim için onayladım. Günün kalanında işlerimi halledip butiği kapattıktan sonra evime geçtim. Meditasyon ve gece rutinlerimi yaptıktan sonra gece lambasını yakıp, odanın kapısını kapanmayacak şekilde ayarladıktan sonra uykuya daldım.

Karanlıkta ve kapısı kapalı bir odada asla yatamazdım. Küçüklükten gelen korkular babamdan kalan armağandı bu bana. Oda ne kadar geniş olursa olsun akşam kapı kapandığında daralırdım.

Neva Aydoğan karanlıkta ve kapısı kapalı bir odada asla uyuyamaz.

Sabah kahvaltı niyetine birkaç şey atıştırdıktan sonra butiğe geçtim. Han ile öğleden sonra buluşacaktım. O saate kadar işlerimi hallettim ve Şule ile biraz sohbet ettim. Ali’nin kardeşi için istediği elbiseye birkaç ayrıntı eklerken telefonumdan art arda gelen bildirim sesleriyle dikkatim dağıldı.

BEDEVİ CAN VE DİĞERLERİ

Prens kişisi BEDEVİ CAN VE DİĞERLERİ grubunu oluşturdu.

Prens kişisi sizi ekledi.

Prens kişisi Lara’yı ekledi.

Prens: Minik kalbim artık bu acıları kaldıramıyor

Büyücü senin bu abinin derdi ne acabaaaa

Bana diyor ki arşivi foşur foşur temizle

Lan ne oldu bu adama

Üç gün önce pamuk gibiydi

Ebucehil modu açıldı adamda

Lara: AJKHSKJAHHDKDHKDK

Ne dedi ne dedi zxömszökmx

Foşur foşur mu?

Ne yaptın da kızdırdın adamı

Prens: ALLAH BELAMI VERSİN Kİ BİR ŞEY YAPMADIM

Gerçi verdi zaten

Bundan sonra hasmımsınız Kılıç soyusu

Ne güzel Neva’yı da ikna etmiştim

Lara: Bir dakika bir dakika Neva’yı ne için ikna ettin.

Benim niye haberim yok.

Bensiz plan mı yaptın GİRAY.

Prens: Deme onu deme

Ayrıca ne alakası var cahil büyücü

Abin bana eziyet etme kararı vermeseydi, sana da söyleyecektim

Handeyle konuşma fırsatım da gitti artık

Lara: Hangi Hande?

Bizim sınıftaki Hande değildir umarım.

Prens: Ta kendisi

Neva mesajları okuduğunu görebiliyorum

Yetiş kurtar beni bu cadıdan, büyü yapar bu bana

Siz: Geldim

Prens: Sağ ol hayatım, eğer söylemeseydin asla anlamazdım

Lara: O kız çok itici bir kere.

Yürüyecek kimse kalmadı mı salak Can.

Prens: Ne bileyim kızım hoşuma gidiyor işte

Onu bunu geç sen

Bu abine ne oldu da kudurdu

Üç gündür bana nefret dolu bakışlar atıyor

Abi ne oldu diyorum

Siktir git diyor

Yanına yanaşamıyorum

Ya sövüyor ya da iş kitliyor

Ne yaptınız lan bu adama

Tamam önce suratsızdı ama bu şu an Deccal olmuş

Lara: Ay bi sus

Aldın gazı gidiyorsun.

Hem Neva’ya yazık değil mi? Bu kızın kafasını ütülüyorsun?

Prens: Şey belki acır da bana küçük bir iyilik yapar diye

Lara: Neymiş o? Hande için de mi?

Prens: Şey uzun zamandır Neva’dan randevu almaya çalışıyormuş

Mezuniyet için elbise tasarlatacakmış galiba

 

Defile ve diğer işlerim olduğu için daimî müşterilerim dışında özel tasarım yapmıyordum. Aslında bugün Ali’yi neden reddetmedim onu da bilmiyorum. Belki de beni hatırlayıp hatırlamadığını görmek içindi.

Lara: Yok yok yok.

Böyle bir şeyin bu uzayda gerçekleşme ihtimali yok.

Ben bile Neva’dan istemedim bunu.

Hande için isteyemezsin!!!

Prens: Kızım, elinden gelse baloya da kotla gelirsin

Lara: Süslenmek yerine ders çalıştığım için olabilir mi?

Yarına makarnadan köprümü bitirmem gerek.

Evdeki makarna stoğu bitti.

Mimarlık benim çöküşüm oldu.

Siz: Yalnız benim artık gitmem lazım

Prens: Van kedim nereye böyle bileyim söyle

Lara: Sal şu kızı çalışıyor o.

Prens: Kız cidden nereye merak ettim

Siz: İşim var, görüşürüz.

 

İkisine çok gülüyordum. Ne kadar birbirlerine karışsalar da birbirlerini önemsiyorlardı.

Saate baktığımda gecikmemek için kalktım. Çantamı aldıktan sonra boy aynasında kendime baktım ve pantolonumla bluzumu düzelttim. Beyaz bol paça kumaş pantolonun üzerine bebek mavisi saten bluz ve bluzumdan bir ton koyu tek bantlı ince topuk ayakkabı giymiştim. Kenarda duran beyaz Prada çantamı ve güneş gözlüğümü aldıktan sonra aşağı indim.

Bazı insanların star parçası ayakkabı ya da çantadır. Ama ben kombinlerimde tek bir parçayı öne çıkarmak yerine baştan sona uyumu tercih ederdim. Tek bir yer için değil hep şık olmak önemliydi benim için. Üniversiteye giderken de spor giyinmezdim. Alıştığım tarz buydu. O zamanlar yadırganıyordu ama şu an yirmi altı yaşında bir kadın olduğum için daha iyi taşıyordum.

Şule ile vedalaştıktan sonra arabama binip Han’ın attığı konuma ilerledim. İçimde küçük bir huzursuzluk kırıntısı olsa da sözümü tutmalıydım. Bir insanın kaygı yaşaması bu hayattaki en zor şeylerden biri bence. Çünkü o kaygı zihnine o kadar çok işliyor ki içten içe gerçeklik algını kaybediyorsun.

Mesela ben şu an gerçekten Han’dan rahatsız olduğum için mi kaygılıyım, yoksa kaygılı bir insan olduğum için mi böyle düşünüyorum? Bilmiyorum. Kaygılar zihnimde bir illüzyon gibi. Ve ben artık gelişine yaşıyorum hayatı. Düşünürsem yerimden kımıldayamam çünkü. Nasıl içimdeki sesleri geriye atıp düşünmemeye çalışıyorsam, şu an da aynısını yapacaktım.

Han’ın gönderdiği adres şehrin ara sokaklarında bir apartman binasıydı. Konuma ulaşınca arabayı durdurdum. Çantamı alıp indim ve eski yüksek katlı apartmanı gördüm. Açık olan kapıyı ittirip merdivenlerden yukarı çıktım. En üst kata gelince zili çaldım. İçerden ses gelmeyince doğru adrese gelip gelmediğime dair şüphe ettim.

Başkası çıkarsa rezil olurum. Gerçi rezilliği geçtim kötü insanlar da çıkabilir. Ya organ mafyası çıksa. Kendimi de savunamam şimdi.

Ben içten içe gazı almış giderken kapı açıldı. Ancak açılmasa daha iyi olabilirdi. Çünkü Han karşımda ıslak saçları ve belinde bağladığı havlusuyla duruyordu.

Çok klişe!

Vakit kaybı.

İlk defa kafamdaki seslere katılıyordum. Yaz dizisi mi çekiyoruz burada. Hani habersiz gelsem müsait olmadığı ana denk geldim derdim. Ama bu saatte buluşmayı kendi söyledi. Saat tam öğleden sonra dört ve ben tam dediği saatte karşısındayım. İnsan duşa giriyorsa da erken girer. Kafamı yan çevirip bakışımızı kestim. Film çekiyor olsaydık belki ben de başrol kızlar gibi geçer onu incelerdim ama gerçek hayattaydık. Ve bence bu çekici değil rahatsız edici bir mevzu.

Çünkü onunla fazla bir samimiyetim yokken, kadınlar ülkedeki yaşadıkları yüzünden tedirgin ve fazla tedbirli olmaya çalışıyorken bu hoşuma gitmedi. Han yakışıklı bir adam bunun farkındayım. Sosyal medyadaki fotoğrafında da fiziğinin ne kadar iyi olduğu belli oluyordu. Ancak bunlar rahatsız olmamam için bir sebep değil. Yakışıklı olması benim tedirginliğimi etkileyemez.

Apartmana girdiğim ilk an hiç kamera olmaması bile insanı tedirgin ediyor. Burası ara bir sokak ve eğer benden hiç haber alınmazsa burada olduğumu kimse bilemez bir kanıt olmaz. Belki ben fazla şüpheciyimdir ama insan annesinin yanında bile hayati tehlike yaşayınca herkesten her şeyi bekliyor.

“Kusura bakma Neva’cım, saati fark etmemişim. Sen içeri geç lütfen, ben geliyorum. Düz ilerle.”

O kapının önünden çekilip sol taraftaki merdivenlerden çıkınca ben de gösterdiği yöne ilerledim. Babaannem ayakkabıyla içeride gezdiğimi görse beni terlik manyağı ederdi. Ama Han bir şey demediği için ilerledim. Babaannemden öğrendiğim şeylerden biri daima titiz ve özenli olmaktır. Son nefesine kadar şık elbiselerinden ve topuklularından vazgeçmeyen bir kadındı. Bu yüzden Han’ın bu özensizliği can sıkıcı ve laubali bir tavırdı. Evime pek misafir gelmiyordu ama gelseydi kimseyi böyle karşılamazdım.

Salona ilerlediğimde açık gri koltuk takımı ve duvarlardaki tablolar dışında salon sadeydi. Arkamdan adım sesleri gelmesiyle hafifçe başımı çevirdim. Geniş bir kot pantolon ve gri salaş bir tişört giymişti. Boynunda hiç çıkarmadığını söylediği ouroboros desenli kolyesi vardı ama bu sefer parmaklarında yüzükler yoktu. Mavi gözlerini yüzüme dikip kocaman gülümsedi.

“Tekrardan hoş geldin Neva. Sen gelene kadar birkaç çalışma yapıyordum sonra saati fark etmemişim. Umarım seni rahatsız etmedim.”

Aslında olmuştum ama kibarca kendini açıkladığı için bunu ona söyleyemedim. Abartmama gerek yok aslında o kibarca kendini anlatıyorsa kalp kırmamalıyım.

“Sorun değil, insanlık hali.” dedim ben de küçük bir tebessümle.

“Ayakta kalma lütfen, kötü bir ev sahibi oldum sana karşı. Kahve alır mısın?”

Sürekli kahve tüketen biri olmasam da kabul ettim. O kahveleri yapmak için mutfağa ilerlerken ben oturduğum yerde evi inceledim. Evi stüdyo daire tarzıydı. Heykel yapmak için beni çağırdığında açıkçası atölyesine davet ettiğini sanmıştım. Mutfak Amerikan mutfağı tarzındaydı. Buradan bakılınca kahve yapan Han’ı görebiliyordum. Salondan yukarı çıkan bir merdiven vardı, tuvalet ve banyo olduğunu düşündüğüm yer dışında oda yoktu.

Bakışlarım en son duvarın büyük bir kısmını kaplayan tabloya takıldı. Caravaggio’nun Narcissus eseriydi.

Narkissos'un mitolojik hikâyesini anlatan Latin Şair Ovidius'tan etkilenen Caravaggio'nun başyapıtlarından biridir bu tablo.

Narkissos Suların Bekçi Perisi Liriope ve Kephissos'un oğludur. Annesi oğlunun geleceği için endişelenir. Kör bir kâhine gider ve kâhin Narkissos'un dünyada kendi yüzünü görmediği sürece yaşayacağını söyler.

Narkissos bir su birikintisine dökülen bir kaynağın yanına gelir sudan içerken kendi varlığını görür ve âşık olur. Kimisine göre suya düşer ve boğulur kimine göre de gördüğü güzellik karşısında hareketsiz kalır ve nergis çiçeğine dönüşene dek kıpırdamaz.

Şair Ovidius Narkissos'un hikayesi Echo ile birleştirir. Narkissos'u gören Echo ona âşık olur ama Narkissos bunu önemsemez, tanrılar Narkissos'u cezalandırmak ister ve su birikintisinde kendi yansımasına âşık olmasını sağlar.

Bu nedenle nergis narsisizmin sembolü haline gelmiştir. Hatta Dorian Gray’in Portresi eserinde Oscar Wilde bu hikâyeyi esas almıştır. Ancak benim kitabı okurken tüm ruhum sıkıldığı için bitirememiştim. Dorian Gray’in yerli şubesi Behçet Aydoğan ile yaşamıştım çünkü.

“Çok güzel değil mi?” deyip önümdeki masaya kupaları bıraktı. Yanıma oturup büyülenmiş gibi tabloya baktı. Hafifçe başımı ona döndürdüm.

“Narsistliği anlatıyor ama.”

O da aynı şekilde hafifçe başını bana doğru döndürüp gülümsedi.

“Bu eserin güzelliğini gölgeler mi?”

Kararsızca başımı hafifçe omzuma yatırdım.

“Gölgeler bence. O bencilliği yüzünden Echo’nun taşa dönüşmesine sebep oldu.”

Gözleri kısa bir an boynuma değdi ancak sonrasında geri çekti.

“Narkissos Echo’yu kandırmadı yahut terk etmedi. Sadece duygularına karşılık vermedi. Onu sevmek de bu duygularından dolayı taşa dönüşmek de Echo’nun kendi tercihiydi. Narkissos sadece kendini sevdi. Bu suç mu? Belki de insan hiç sevilmeyince bu duyguyu kendi karşılamak istiyor. Narsistlik dedikleri şey belki de insanın içindeki ilgiye aç çocuğu doyurma yöntemidir ve toplum bunu yadırgıyordur. Belki de onların kendine yetmesini istemeyenler narsisttir. Bir çocuk anne ve babasından göremediği ilgiliyi kendine vermeye çalışıyorken ona kızan ebeveyn kendi egosunu tatmin etmek için kızıyor olabilir. İlgiyi sadece başkalarından istemeye muhtaç ediyor da olabilir.”

Sözleri kafamı karıştırdı. Hiçbir zaman bu açıdan bakmamıştım.

“Ama Narkissos’un ailesi var. Annesi onun geleceği için endişelenip kahine gidiyor. Nasıl sevilmiyor? Bence bu aç gözlülük.”

Yine bir şeyleri anlamak ister gibi baktı yüzüme.

“Bir çocuk elindeki sevgiyle yetinmek zorunda kalmamalı Neva.” dediğinde sözlerine bir es verdi ama cümlesini işittiğim andan itibaren boğazıma bir yumru oturdu.

Bir çocuk elindeki sevgiyle yetinmek zorunda kalmamalı.

Cümlesinin yüzümde bir yıkım oluşturduğuna eminim. Bu yüzden oturuşumu dikleştirip ifademi düzeltmeye çalıştım. Bakışlarımı yeniden tabloya diktim.

“Aile olmak, ebeveyn olmak çocukların yanında sadece fiziksel olarak durmak değildir. Eğer bu dünyaya bir çocuk getirmek istiyorsan ona her şeyinle yetebilmelisin. Sadece yemeyip yedirmek ve giymeyip giydirmek iyi bir ebeveyn olmayı sağlamaz. Manevi olarak da her şeyini vermelisin çocuğuna. Bu hikâyenin en masumu belki de Narkissos’dur.”

Bakışlarını üstümde hissediyordum. Tekrar ona baktığımda devam etti sözlerine.

Ne diyor şair;

Yani sen elmayı seviyorsun diye

Elmanın da seni sevmesi şart mı?

Yani Tahir’i Zühre sevmeseydi artık

Yahut hiç sevmeseydi

Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da

Hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.

Echo kendi aşkının yükünden taş kesildi ama sırf ona karşılık vermedi diye tanrılar Narkissos’u cezalandırdı. Sence burada kim kötü?”

Şeytan herif! Çok iyi oynuyor.

Burada olmamalıyım.

Bu hikâyeyi defalarca kez okumuştum ama hiçbir zaman bu şekilde düşünmedim. Anlattıkları bana kendi yarası varmış gibi hissettirdi. Sanki o da sevgi eksikliği görmüş.

“Hiç bu açıdan bakmadım.” dediğimde beyaz dişlerini gösterecek şekilde güldü. Kahvelerimizi içtikten sonra bana atölyesini göstermeyi teklif etti. Beraber üst kata çıkan merdiveni çıktık. Küçük bir koridor, kapalı bir kapı ve terasa çıktığını düşündüğüm bir kapı vardı. Tahmin ettiğim gibi terasa çıktık.

Evinin kocaman bir terası vardı ve o burayı atölyesi haline getirmişti. Kışın nasıl çalıştığını merak ederken tüm terası kaplayan camları fark ettim. Hava sıcak olduğu için camların çoğu açıktı. Ben olsam bu terası kış bahçesi yapar her yere çiçek ekerdim ama o her yere heykel koymuştu. Heykel malzemeleri ve büyüklü küçüklü bazıları ise yarım heykeller vardı.

 

Ben etrafı incelerken o da benim ifadelerime bakıyordu. Sanatsever bir insan olduğum için ortam hoşuma gitmişti. Kenarda duran mermer parçalarına ve biten heykellere hayranlıkla baktım. Taşı oyup yeni bir forma sokuyordu.

“Atölyemi nasıl buldun?” derken sırtını duvara yaslamış bakışları bendeydi. Ona bakarken cevap verdim.

“Çok güzel. Benim atölyem de rengarenk kumaşlarla dolu ama burasını da çok beğendim.”

“Hazırsan eğer duruşunu kararlaştırmalıyız.” diyerek tam atölyenin ortasına koyduğu ahşap tabureye doğru beni yönlendirdi.

“Heykel için taslak oluşturmam lazım bunun için seni çizsem daha iyi olabilir aslında. Senin için sorun olur mu? Bir de ilk halini hatırlamamız için fotoğrafını çekmeliyim.”

Çekinsem de sorun olmadığını söyledim. Bir türlü istediği poza ulaşamadığımız için en son Han müdahale etti.

Sol bacağım yere doğruyken taburede hafif kaydım ve ayak koyma yerine sağ ayağımı koydum. Belimin duruşunu tam sağlayamamışken Han hafifçe belime dokunarak belimin daha öne çıkmasını sağladı.Ellerimi taburenin iki yanına koyduktan sonra Han omuzlarımı hafifçe geriye ittirdi. Dokunuşundan sonra kalbim hızlı hızlı atmaya başladı. Heyecanlandım mı? Yoksa rahatsız mıyım? Bilmiyorum.

Önüme gelen saçlarımı hafifçe tek omzumda topladı. Mavi gözleri tüm dikkatiyle üzerimde geziniyordu.

“Boynun…” biraz duraksadıktan sonra devam etti.

“Boynunu hafifçe geriye yatırır mısın?”

Dediğini yaptığımda geri çekildi.

“Mükemmel görünüyorsun.” dedikten sonra masada duran fotoğraf makinesi ile birkaç kez beni çekti.

Bu beni istemsizce tedirgin etse de kendimi rahatlatmaya çalıştım. Sonuçta bu adam ünlü bir sanatçı. Nü bir çekim de olmadığına göre sorun olamaz. Bunlar hep içimdeki kuşkular. Han’a karşı en başta da fazla önyargı ile yaklaştığım için düşüncelerimi susturdum.

O gerçekten deli bir sapık.

Görevimi yapmalıyım.

Han büyük bir eskiz defterine beni çizerken ben hareketsizce durmaya çalışıyordum. Ben üniversitedeyken sınıftaki bir kız da insanları model olarak kullanıyordu. Elbiseye göre insan değil, insana göre elbise çizmeyi seviyordu. Birkaç defa beni çizmeyi istese de kabul etmemiştim. O zamanlar şimdiye göre daha soğuk bir insandım.

En azından her halimle yanımda duran babaannem vardı. Şu an bu halimi görse belki de çok mutlu olurdu. Birileriyle konuşmam onun için önemliydi. Benden gizlese de hastalığının farkındaydı ve son nefesine kadar benim için çırpındı. Araba kullanmam için beni zorladı. Kendimi korumam için dövüş sanatları kursuna gönderdi ama bu konuda ne kadar iyiyim bu da bir muamma.

Bakışlarım Han’a kaydığında tüm dikkati çizimindeydi. Kumral saçları hafifçe önüne dökülmüştü. Bir süre sonra omuzlarımın tutulduğunu hissederken Han çizimin bittiğini söyledi. Yerimden kalkıp omuzlarımı hafifçe esnetmeye çalıştım.

“Kaba taslağını yaptım ve bitince en az senin kadar harika olacak.”

İltifatına nasıl karşılık vereceğimi bilmediğim için sustum. Yemeğe kalmamı teklif etse de reddettim. Artık evime ve konfor alanıma dönmeliydim.

Han daha fazla ısrar etmeden beni geçirirken bakışlarım duvardaki fotoğraflara kaydı. Terasın bulunduğu koridorda duvara asılı birçok fotoğraf çerçevesi vardı. İstemsizce adımlarım duraksadı ve benim durmamla arkamdaki Han da durdu. Fotoğraflardan birinde dört kişilik bir aile vardı. İki küçük çocuk ve birbirine aşkla bakan bir adam ile kadın. Birkaç tane daha çocuk fotoğrafı vardı.

“Annemle babam. O büyük duran çocuk da abim Meriç.”

Han konuşunca merakla ona baktım. Mutlu bir aile gibi gözüküyorlardı. Sevgisizlik ile ilgili düşünceleriyle bu mutlu aile tablosunu anlamlandıramadım.

“Annemle babam ben dört yaşındayken öldüler. İyi bir ebeveynlerdi ama favori evlatları ben değildim ne yazık ki. Yine de onları çok severdim. Sonrasında bize amcamlar baktı. Onların da favorisi belliydi. Bu yüzden ben de kendimi sevmeye karar verdim. Yansımama âşık olmadım ama taştan kendi heykelimi oydum. Hem potansiyelimi göstermiş oldum hem de kendime hak ettiğim ilgiyi verdim.”

Sözleri içimde bir yerlere dokunurken cevap veremedim. Benziyorduk aslında. Önem verilmemenin ve ilgisizliğin ne olduğunu iyi bilirdim. Tanıştığımız andan itibaren ilk defa Han’ı kendime yakın gördüm.

Ben kafa karışıklığıyla eve dönerken neye şaşıracağımı bilemedim. Çünkü Lara’nın gruptan attığı fotoğraf ve yazdığı mesajı asla beklemiyordum.

 

Lara: Neva kuşum bu senin tasarımın değil mi?

Bayıldım.

Abim nasıl bu kadar dekolteli bir elbise aldı onu anlamadım ama.

Asistanı falan mı aldı acaba?

Fotoğraftaki elbise dün Ali’ye sattığım elbiseydi. Ali Lara’nın abisi miydi? Bugün ben yokken başkası gelip aynı elbiseyi almış olabilirdi eğer son elbiseyi vermeseydim. Hem renk hem de beden olarak bu elbiseden başka elbise yoktu butikte. Ve elbisenin etiketi benim markama aitti.

Siz: Abinin adı Arslan değil miydi?

Dün bu elbiseyi kardeşi için Ali’ye sattım.

Lara: Ali mi?

O ilk ismi, pek kullanmaz.

Ali Arslan Kılıç, abim.

 

Ali Arslan Kılıç, Lara Kılıç. Bunların hepsi tesadüf müydü?

 

***

 

Genç adam bilgisayarında açtığı fotoğrafa bakarken ağır ağır içkisini yudumluyordu. Neva Aydoğan Han için bir bilinmezdi. Aklını kurcalıyordu.

İlk tanıştıklarında Alev’e olan benzerliğinden şüpheye düştüğü için peşine düşmüştü. Sonrasında sergide onu ne kadar incelese de Alev ile yüz yapısı dışında bir benzerlikleri yoktu. Alev ilgi çekici bir kadındı ama Neva ona göre fazla ezikti. Saf romantik kız tavırları onu baymıştı. Yemekteyken de son ana kadar onun peşini bırakacağını sanıyordu. Ancak Deniz’in kuzeni Selin masalarına geldiğinde Neva’nın gözlerinde farklı bir ışıltı vardı. Bu ışıltı Han’a Alev’i hatırlattı. Sonrasında yanağından öpmesi, tavırları onu heyecanlandırdı.

Aslında saati unutmamıştı. Kapıyı bilerek öyle açmıştı. Başka bir atölyesi daha vardı evdeki küçük bir kısmıydı ama o bilerek Neva’yı evine davet emek istemişti. Ama istediği tepkiyi alamadı. Neva onun tapılası vücuduna arzu dolu değil rahatsızlık içeren bakışlarla bakmıştı.

Demek ki Neva bu yollardan düşecek biri değildi. O da taktik değiştirmeye karar verdi. Neva aile fotoğraflarına bakarken kafasından bir hikâye uydurdu.

Ailesinin ölümü ve amcasının onlara bakması yalan değildi. Asıl yalan ailenin favori çocuğunun abisi olması kısmıydı. Ailenin favorisi daima Han’dı. Herkes onu el üstünde tutardı. Abisi de buna dahildi. Hiçbir zaman kardeşini kıskanmaz, onun için her türlü fedakarlığı yapardı. Han da abisini severdi ama şu anlık abisini biraz kötülemeliydi.

Amcası ve yengesi onları kendi evlatlarından ayırmadan büyütmüşlerdi. İkisi de dünya tatlısı insanlar oldukları için hiçbir zaman Han ve Meriç’e eksiklik hissettirmemeye çalıştılar. Özellikle de Han’a çünkü o çok küçüktü ailesini kaybettiğinde. Sanata ilgisi olduğu için amcası hiçbir zaman ona kızmadı. Hep destekledi. Han küçükken bahçede çamurdan heykeller yapmaya çalışırken amcası ona kil ve heykel setleri aldı.

Neva’nın aile sorunlarının olduğunun farkındaydı. Aile üyelerinden bahsedecekse sadece babaannesini söylüyordu. Belki de baba sorunları vardı. Han onun pek âlâ babacığı olurdu. Tabi işi bitene kadar.

Neva artık ilgisini çekmeyi başardı. Onun arada ortaya çıkan ateşli tavırları ve güzelliği onu etkiliyordu. Gözleri onun için bir önem arz etmiyordu. İki farklı renk bir özelliği yoktu.

Belki ilerde ikna edip saçlarını kızıla boyattırabilirdi. Masada duran kâğıda şekil verip toz esrara yaklaştı ve burnuna çekti. Elindeki viski bardağının son yudumunu aldı. Geriye doğru yaslandığında bakışları fotoğraftaki Neva’daydı.

Onun beyaz incecik gerdanına bakarken içindeki isteğe karşı koyamadı. Beyaz boynuna bakarken kendini bir vampir gibi hissetti. Onun Alev olup olmaması artık önemli değildi. Gerekirse onu Alev’e dönüştürürdü. Neva’yı istiyordu. Vücudunu, ruhunu her şeyini. Kanın son damlasını alır gibi ona ait her şeyi sömürmeyi. Sonrasında ondan geriye hiçbir şey kalmayınca bırakacaktı.

Ancak şu an kimse onun istediğini almasına engel olamazdı.

Neva ona bağımlı olacaktı.

 

Loading...
0%