Yeni Üyelik
1.
Bölüm

GİRİŞ

@laydactn

Merhaba!

Yeni bir evrene geçiyoruz, iyi okumalar dilerim!

Oy vermeyi ve görüşlerinizi iletmeyi unutmayın lütfen. ❤️

 

6 Ağustos Pazartesi 2004

Yıldırımlar Mahallesi

İstanbul

Tüm evler tek bir kişinin elinden çıkmış gibi benzer forma sahipti bu mahallede. En fazla üç katlı olan binaların renkleri krem, turuncu ve bebek mavisiydi. Binaların önünde en fazla dört tane merdiven olurdu, öğlen sıcağı gittiğinde mahallenin kadınları ellerine örgülerini, önlerine çaylarını alarak kurulurdu merdivenlere.

Mahallede en fazla 200 hane vardı, İstanbul’un kıyı köşe kısmında kalmış semtlerden biriydi. Birbirine bağlı, sevgi dolu, dizilere konu olacak sıcaklıkta ilişkileri vardı hepsinin. Sabah ezanı ile dükkanlar açılır, işe gidenler yollara dökülür, güneş doğarken mavi önlükler ile çocuklar okul yolunu tutardı.

Tek bir ev uymazdı bu düzene. Bir buçuk yıl önce kucağında kundakta bebeği ile bir kadın gelmişti mahalleye. Her evin bir erkeği, bir babası veya abisi olurdu. Bir bebek ile tek başına taşındığı zaman genç kadın garipsemişti mahalleli. Ağzından laf almak için günlerce kapısı arşınlanmıştı kadının.

Göze ilk çarpan detay uzun boylu bir kadın olmasıydı. Mahallenin ortalama kadın boyundan bir kafa uzunluğu kadar uzundu boyu. Sapsarı saçları, beyaz teni, dolgun elmacık kemikleri, ufak yüzü, zarif bedeni, mavi gözleri ile yabancı olduğu bariz bir güzelliği vardı.

Kimse ile konuşmaz, selam vermez, pek dışarı çıkmaz, gelene kapıyı açmaz bir soğukluk ile mesafesini ilk günden beri koruyarak kendince içine düştüğü durumu zorlaştırmadan korumaya çalışıyordu kendini.

Taşındıktan altı ay sonra kopmuştu ilk kıyamet. Bir gece yarısı kapısına dayanan sarhoş bir adamdan kurtulmak için verdiği çaba görmezden gelinerek eve erkek almakla suçlanmıştı genç kadın. Zaten zor bir hayat yaşıyordu, istemediği bir bebeği vardı başında şimdiden iki yaşındaydı ve bela olmuştu şimdi ise fişlenmişti tüm mahalleli tarafından kötü kadın olmakla. O günden sonra ne Polina ne de küçük bebek Aysu görmedi mahallede gün yüzü.

Aysu artık 4 yaşındaydı, sokağa adım attığı ilk andan beri çocuklarla karşılaştığında onlardan, kadınlarla karşılaştığında onlardan kaçmak zorunda bırakılıyordu. Doğru düzgün konuşmayı bile bilmeyen bir kız çocuğuna yapıştırdıkları etiketin ağırlığını yetişkin bir insan bile taşıyamazdı.

O günlerden birinde Aysu yine oyuna alınmadığı için kaldırıma oturmuş, evden getirdiği su ile toprağı çamur haline getirmiş, eline aldığı dikenli bir dal ile çamuru karıştırıyordu. Annesine benziyordu küçük Aysu, bu sebeple en çok nefret edilen kişiydi zaten. Bir metreden kısa olan bir çocuktan korkuyordu kocalarının kendilerini aldatacağından şüphelenen kadınlar.

Mahallenin girişinde bir beyaz araba göründü, bu mahallede olanların arabaları gibi arkası büyük olan ticari araçlardan değildi. Taksiye benziyordu daha çok ama büyüktü, filmlerde olan arabalar gibiydi. O arabanın arkasından büyük bir nakliye tırı girdi mahalleye. Herkes pür dikkat gelen arabalara bakarken küçük Aysu’nun bile dikkatini çekmişti gelenler.

Arabalar durdu, beyaz arabadan bir kadın indi. Siyah kısa saçları omuzlarının hizasındaydı. Siyah bir bluz, krem rengi dizlerinin altında, kat kat bir etek vardı. Ayağında olan topuklular olduğundan uzun gösteriyordu kadını. Kadın arka koltuğun kapısını açtı uzun boylu, yedi-sekiz yaşlarında bir çocuk indi arabadan elinde bir çanta ile.

“Kız kim bunlar ya?” Elinde tuttuğu çekirdeği kabuğundan ayırıp sokağa atan bir kadın merakına engel olamayıp yüksek sesle sorduğu soruyla arabadan inen çocuğun bakışları kendisine döndü. Çocuğun hissettiği memnuniyetsizlik yüzünden okunuyordu adeta.

Nakliye tırının kapakları açıldı, özenle paketlenmiş her bir ev eşyası tırın içinden çıkan siyah kıyafet giyimli dört adam tarafından mavi renkli apartmana taşınmaya başlandı. Aysu elinde olan sopayı bırakmış, birkaç adım yaklaşarak yakından izlemeye başlamıştı. Eşyaların her biri çok yeni çok güzel görünüyordu, büyülenmişti küçük kız.

“Hazar Han, bak senin eşyalarını abiler içeriye taşıyor çok ağır çünkü sonra kavga etme bizimle anneciğim, tamam mı?” Hazar Han genel olarak memnuniyetsiz bir çocuk değildi ama babası yokken taşınmaktan hoşlanmıyordu. Kaptandı babası, kendi babasının izinden giderek kaptan olmuştu, Hazar Han çocukluğundan beri denizci hikayeleri ile büyümüştü. Hayali babası ve dedesi gibi kaptan olmaktı.

“Tamam ama açmasınlar sakın, ben yerleştireceğim.” Eşyaları taşıyan adamlar kendi aralarında gülerken kendi elleri ile doldurduğu, üzerine not düştüğü eşyaları içeriye taşımaya devam ettiler.

Aysu ilk kez duyduğu isme çok şaşırmıştı, çok güzel bir ismi vardı. Diğer çocuklar onunla arkadaş olmadan arkadaş olması gerektiğini düşünerek iyice yaklaştı beyaz gömlek, lacivert pantolon ve pantolon askısı ile kendisi aksine tertemiz kıyafetleri ile duran çocuğa.

“Melhaba, alkadaş olalım mı?” Hazar Han bir anda yanında duyduğu ses ile sıçramıştı korkudan. Eşyalarına bir şey olacak telaşı ile yavaş yavaş içeriye taşınan kutuları izlerken fark etmemişti dibine kadar gelen kızı. R harflerini doğru düzgün söyleyemezken kocaman bir gülümseme ile bakıyordu karşısında olan çocuğa.

“Her yerin çamur, uzak dur!” Temizlik ve titizlik takıntısı annesini bile çıldırtırken şimdi karşısında duran kız çocuğu üstü başı elleri çamur içinde ona arkadaş olmayı teklif ediyordu.

“Ama oyun oynadım ben, çamul değil o oyun.” Utanmıştı yüzünü ekşiterek ona bakan çocuğun kendisine olan tavrından. Arkadaşsızlığa mahkûm edilmiş gibi yine dışlanmıştı. “Çamurdan oyun olmaz, ne pasaklı kızsın sen. Git, uzak dur ya. Kendi arkadaşlarınla oyna.” İyi ama yoktu ki arkadaşı hiç. Ne zaman diğer çocuklarla oyun oynamaya çalışsa iterek kovuyorlardı onu. Hep yere düşüyor, elleri acıyordu. Küçücük bir kalbi kırdığını fark etmeden kurduğu cümleler ile kızın gözleri dolmuş, koşarak evine kaçmıştı.

Eşyalar taşındı, araba uzaklaştı Hazar Han ve annesi eve girdi asla bilmediler iç çeke çeke ağlayan kız çocuğunun hava kararana kadar o eve bakıp ağladığını. Yüzüne bile bakmayan annesi, istemeye istemeye yaptığı yemekten tabağa doldurup kızın kapısına bıraktığında almadı Aysu yemeği. Küçük kalbi yemek bile yiyemeyecek kadar kırılmıştı orman gözlü bir çocuk tarafından.

7 Ağustos Salı 2004

Küçük kız annesini uyandırmamaya özen göstererek mutfaktan aldığı kuru ekmeği yerken gözü sandalyenin üzerine çıkarak astığı mavi elbisesindeydi. Dün o çocuk pis demişti, üstü pis olmadan giderek arkadaş olmayı tekrar deneyecekti.

Annesi gibi sarı saçlarını oyuncak bebeğinden düşen kırmızı bir kurdele ile toplamaya çalışmıştı. Düzdü saçları, bağlamazdı hiç annesi de böyle kullanırdı çünkü saçlarını. Sabah yüzünü üç kere yıkamıştı temiz olmak için. Ekmeği bittikten sonra elbisesini giydi, kolları dirseklerine kadar gelen bir elbiseydi. Beyaz puantiyeler vardı mavi elbisenin üzerinde. Okul önlüğü gibi bir yakası olduğundan çok severdi Aysu, okula gitme yaşı gelmemişti çünkü hala ama özeniyordu.

Beyaz çoraplarının üstüne beyaz ayakkabılarını giyip dışarı çıktı. Biraz esiyordu hava ama soğuk değildi. Bahçeden çıktı, onu ilk gördüğü kaldırıma koştu. Yere oturmamak için dizlerini kırıp yere çöktüğünde beklemeye başladı sessiz sessiz. Elbisesini gösterecekti ona.

Zaman geçti, bir sürü kişi geçti gitti önünden kimse dönüp bakmadı kıza. Aysu artık bacakları acıdığı için kalktı, ileri geri yürümeye başladı. Hopladı, zıpladı, kendince hayali çizgilerle seksek oynadı ama Hazar Han bir türlü çıkmadı evden.

“Ne o ucube bugün çamurla oynamıyor musun?” Erkan üç arkadaşı ile birlikte tek başına oynayan kıza yaklaşmıştı. Annesinin sözleri kendi düşünceleri gibi benimsemişti nefret kusuyordu gördüğü her yerde küçük kıza. Cevap vermedi küçük kız, korkuyordu ondan. Büyüktü, kocaman elleri ve ayakları vardı kimseye vurmaktan çekinmezdi.

“Dilini mi yuttun ucube? Ne giydin sen öyle hem? Kime süslendin?” Aysu onunla konuşmazdı bazen kaçar bazen susar ama ama hiç konuşmazdı. Bu daha çok sinirlendiriyordu Erkan’ı. Ufacık yaşına rağmen cüssesinin büyük olduğunda herkesin ondan korktuğunu öğrenmişti.

“O yeni gelen çocukla mı arkadaş olacaksın? O seninle arkadaş olmaz ki kızım, görmedin mi çok zengin onlar?” Omuz silkti Aysu, hayalinde çizdiği seksek karelerinde zıplamaya devam etti. İyice sinirlendi Erkan, tek ayağı üstünde zıplayan kızı sırtından itti, dizlerinin üstüne düşmesini sağladı.

“Aptal ucube, dilin mi yok?” Elleri ve dizleri taşlı kaldırıma çarpan kızın dudaklarından kaçan acı dolu inleme ile gözleri doldu ve kendini daha fazla tutamayıp ağlamaya başladı. Çocuklar çoktan gülmeye başlamıştı, ufacık ellerine batan taşlar derisini soymuştu, sivri taşa doğru gelen dizinde ise kesik vardı.

“Ne yapıyorsunuz siz?” Balkondan gördüğü manzara ile Hazar Han ok gibi fırlamıştı dışarı. Koşa koşa kızın yanına geldiğinde Aysu o iyi gelecek gibi ellerini açmış, avuç içlerinde olan taşları göstermişti küçük çocuğa.

“Sana ne züppe? Dün geldin, biz onunla öyle oynuyoruz sen neden karışıyorsun?” Hazar Han sinsi zekaya sahip bir çocuktu. Babası ona kendini savunmasını öğretmişti ama hep farklı yollar ile zehrederdi kafasına taktığı kişiye.

“Ağlatarak oyun mu olur? Ayı mısın sen? Senden kaç yaş küçük?” Hazar Han cebinden çıkardığı mendili ile Aysu’nun avuçlarında olan taşları yavaş yavaş uzaklaştırdı kızın teninden. İlk defa bir çocuk korkmamıştı Erkan’dan. Diğer çocuklarla birlikte koşarak uzaklaşırken o kaldırımdan Aysu ellerini temizleyen çocuğa bakıyordu.

“Elbisem killendi, sen çamul sevmiyolsun diye bunu giymiştim.” Güldü Hazar Han ilk kez. Tozları silkeledi üstünden. Kırışıklıkları düzeltmek için hafifçe eliyle çekti kumaşı. “Çok güzelmiş elbisen, temizlendi bile bak.” Kaşlarını çattı küçük kız sitemle. “Seni bekledim ama sen gelmedin. Temizim diye sana göstelcektim.” Hazar Han bir an şaşırdı, kıza baktığında ağlamaktan kızarmış yanakları ve gözleri ile ona bakan bücüre karşı koyamadığı bir sevgi belirdi kalbinde.

“Ben sana dışarı çıkacağım dedim mi? Hayır. Seni bekliyorum diye kapıya geldin mi hayır? Ben nereden bileceğim beni beklediğini bücür?” Üfledi yaraların hepsine. Su getirip elini ve dizini yıkadıktan sonra acısı geçerdi. “Hem aferin, oynama çamurla.”

Aysu ilk kez duyduğu kelimeyi o kadar sevdi ki kendisi de tekrar etmeden duramadı. “Aferin Aysu’ya, oynama çamulla.” Güldü Hazar Han. Taşları temizledi, su aldı geldi yaralarında olan tozları yıkadı, bu süre zarfında Aysu ilk kez kendisi ile ilgilenen biri olduğu için mavinin en can alıcı tonuna sahip gözleri ile izledi durdu çocuğu.

“Biz altık alkadaş olduk değil mi?” Akşama kadar kaldırımda yan yana oturan iki çocuğun görüntüsü tüm mahallelinin yıllar boyu değişmeden göreceği tek manzaraydı.

“Bir daha ne o ayı Erkan’ın ne de diğerlerinin sana karışmasına izin vermezsen olur, arkadaş olurum seninle.” Küçük kız gözlerini kırpıştıra kırpıştıra baktı orman gözlü çocuğa, çocuğun koluna başını yasladı ve elini tuttu.

“Biz aldakaşız altık.” Dört yıldır kimsenin arkadaş olmak istemediği, herkesin dışladığı ufak bir kız çocuğunun arkadaşıydı Hazar Han. Temizlik takıntısını bir kenara atıp o kız ile tozlu kaldırıma oturmuş, tozlu elleriyle elini tutmasına izin vermişti. Yaşayacakları dört yıl boyunca ise daha çok doğrusunu aşacak, çok tabu yıkacaktı koluna yaslanan kızın omzuna dökülen sarı saçları, ona parlayarak bakan mavi gözleri, söyleyemediği R harfi ve ona tek arkadaşı olduğunu haykıran sevgi dolu kalbi için.

Hazar Han kızın saçlarında düşecek gibi duran kurdeleyi aldı. Kulaklarının hizasından aldığı birkaç tutam saçı arkada topladı kurdele ile bağladı. Saçlarında ilk kez öfke dışında bir dokunuş hissedince kızın ufacık kalbi ne yapacağını bilmez gibi hızlandığında utançla kızardı yanakları. Farkında bile olmadan küçücük kalbine düştü Hazar Han’ın varlığı. Gün geçtikçe büyüdü, benliğini ele geçirdi farkında bile değildi yaşadığı bu değişimin.

Soğuk kaldırımda yan yana oturmuş iki çocuğun kaderi farklı zamanlarda, farklı hayatlara doğarken bağlanmıştı birbirine, o zamanlar kimsenin ruhu duymasa bile kader ilmek ilmek örüyordu ağlarını iki masum ruhun etrafına. Aradan yıllar geçse bile kader aynı kaderdi, İstanbul’un soğuk, kasvetli, karanlık bir gecesinde karşı karşıya getireceği iki ruhun düşmanlığı şehrin bile kaderini değiştirecekti. O geceden sonra hayat kimse için aynı olmayacaktı.

** 

15 Kasım Salı 2022

İstanbul

İstanbul’un kasvetli, soğuk, kış gecelerinden biriydi. Mevsim kış olmasına rağmen hava diğer yıllara göre daha sıcak kabul edilebilirdi ama parmak uçları donuyordu insanın yine. İstanbul her zaman olduğu gibi kalabalık, gürültülü, fazla ışıklıydı.

Genç kadın yüzünü gizleyen kapüşonu biraz daha çekerek yüzünü yere eğdi, güvenlik kameralarının alabileceği her türlü görüntüyü engellerken belinde hissettiği silahın soğukluğuna teni o kadar alışmıştı ki eli kolu gibiydi artık.

Üç gün önce giriş yapmıştı ülkeye. Bıraktığı gibi değildi hiçbir şey. O kadar değişmişti ki ilk önce tanıyamamıştı bile. Hedefi etkisiz hale gelmek için dönmüştü ülkeye, bu gece her şeyi bitirip Rusya’ya dönecekti zaten.

Sokağın sonunda olan eve doğru emin adımlarla ilerlerken altından geçtiği her sokak lambasının altına gölgesi yansıyordu. Ellerini cebinden çıkardığında ceketinin iç cebinde olan bir çift deri eldiveni parmaklarına geçirdi. Demir kapıyı kilide soktuğu ince tel ile birkaç kez çevirerek açtı. Kapıyı arkasından kapatıp merdivenleri çıkarken bozuk olan otomatik yanmamıştı. Karanlığa alışık gözleri net bir şekilde görürken ikinci kata çıkmıştı çoktan.

Aynı tel ile tahta kapının kilidini açıp gölge misali içeri süzüldüğünde belinde olan silahı aldı, emniyet kilidini açtı, mermiyi namluya sürdü. Saçları kapüşonlunun altında, elleri eldivenli, gözlerinin altına kadar çektiği siyah maske ile karanlıkta görünmeyecek kadar karanlığa ait duruyordu.

Odaları teker teker gezmeye başladı, her adım o kadar sessizdi ki gecenin sessizliğinde bile duyulmuyordu. Salonu, ilk odayı, mutfağı, banyoyu turladı, aradığı kişiyi bulamadığı için yatak odasına yönlendirdi adımlarını. Parkenin üzerinde attığı her adim hedefine biraz daha yaklaştırırken onu her şeyden bir haber uyuyan adam ise her saniye ölüme biraz daha yaklaşıyordu.

Kapının kolunu ölümcül bir yavaşlıkla indirdi, ay ışığının aydınlattığı odada ilk dikkatini çeken şey yarı çıplak yatan hedefi oldu.

Osman Ali Karahan

Üç aydır adım adım takip edilen adamın ölüm emir üç gün önce onaylanmıştı ve buradaydı genç kız. Silahı doğrulttu, tam kalbini hedef alırken çok ince bir ıslık sesi duyuldu odada. Beyaz çarşaf anında kızıllanırken silahı beline koydu. Arka cebinden aldığı mührü parmaklarının arasında birkaç tur çevirdi. Zippo çakmağını cebinden çıkardı, kapağını açtığında mavili bir kızıl ateş parladı. Mührü ateşin üzerinde dakikalarca tuttu genç kız. Adam o kadar hızlı kan kaybediyordu ki yatak kan gölüne dönmüştü.

Mühür demiri, üzerinde olan figür ile tamamen hazır olduğunda yaklaştı genç kız, adamın tam alnına kızmış mührü bastırdı önce tenin yandığına dair bir ses duyuldu ardından odayı bir yanık kokusu kapladı. Otuz saniyenin ardından kaldırdı genç kız mührü ve adamın alnında beliren hilal figürü cesedi bulanlara bıraktığı bir imza olacaktı.

Hiç girmemiş gibi çıktı odadan, keskin bakışları her yeri kontrol ederek önce evi ardından apartmanı terk etti arkasında bir ceset bırakarak.

İlk cinayetini işlemesinin üzerinden geçen on yıl ondan hiçbir şey götürmemiş gibiydi. Aldığı her can, kıydığı her ruh kendi benliğine bir bir kazınmıyor gibi profesyonellikle yapıyordu bunu.

Sokakları aştı, tam tersi istikamete saptı. Kalabalığın arasına karışırken her ihtimale karşı takip edilmemek için deri eldivenlerden kurtuldu, evsizlerin yaktığı bir ateşin yanından geçerken alevlerin arasına attı. Diğer adım saçlarını örten kapüşonu indirmek oldu. Sokak şenlik alanı gibi süslenmiş, insanlar soğuğa rağmen sokaklara dökülmüştü.

Kızıl saçlar omuzlarından aşağıya dökülürken yüzünü saklayan maskeyi indirme gereği duymadı genç kadın. Çok uzun zamandır sarı saçları onunla değildi. Elektrik mavisi gözleri göze çarpan en dikkat çekici detaydı. Boğazlı kazağı yeterince sıcak tutuyordu, ceketini çıkarıp başka bir çöp yığınının içine attığında o çöplerin sabah alınacağını biliyordu.

Rusya’nın soğuğuna alışık bedeni bu ülkenin soğuğundan etkilenmiyor gibiydi. Parmak uçlarına kadar çektiği hırkasının ve kazağının kumaşı soluk beyaz ellerini gizliyordu. Saçlarını düzeltti, yüzünün iki yanına doğru düşmesini sağlarken yüzünü kamufle olan maskeyi biraz daha çekti yukarı. Siyah kapüşonlu, boğazlı kazak, bacaklarını saran kot pantolon ve botları ile herkes gibi görünüyordu ama yüzünde olan maske ve can alıcı gözleri sokağa dökülmüş yüzlerce kişiden ayırıyordu onu.

Müzik başladı, dört bir yandan alevler yükseldi, insanlar dans etmeye başladı. Hangi bayramın içine düştüğünü bilmiyordu ama insanlar eğlenmeyi biliyordu. Uzun zamandır yapmadığı bir şeydi bu genç kadının.

“Hop hop hop yavaş...” Bir anda karşısına çıkan beden ile kendini savunmak için saldırıya geçecekken beline sarılan bir çift güçlü kol ile durdu. “Nereye gidiyorsun böyle fırtına gibi?” Genç kız belini saran kollardan kurtulmak için geriye doğru bir adım atarak karşısında duran beden ile mesafe koydu arasına.

“Eğlen, dans et, iç bu akşam kutlama var.” Ona uzatılan karton bardağın içinde olan bardak sıvıya burun kıvırdı. Bedenin sahibi sarhoştu, teninden bile yayılıyordu kokusu. Burnuna dayadığı karton bardağı elini iterek uzaklaştırdı ve bedenin yanından geçerek yoluna devam etmeye başladı. Çığlıklar, müziğe eşlik eden heyecanlı kalabalık her adımda arkasında kaldı. Eve dönmek istiyordu. Tek hayali uçağa atlamak ve yatağına kavuşana kadar durmadan araba sürmekti.

Bir an sanki zaman durdu, rüzgâr yavaşladı, sesler boğuklaştı, genzine dolan tanıdık bir koku adımlarını bıçak gibi keserken aynı irkilmeyi yaşamış gibi bir anda duran başka bir beden ile karşı karşıya geldi.

14 yıl sonra yeniden karşılaşan iki ruh, her şeye rağmen o gece o şehrin o sokağında iki yabancıdan farksızdı.

Loading...
0%