@laydactn
|
“Hamilelikte anne sağlığı önemlidir, anne ne kadar sağlıklı olursa bebiş o kadar sağlıklı olur basit bir denklem gibi düşün. Fiziksel ve ruhsal olarak sen kendine iyi bakacaksın ki o da iyi olsun.” Ayça yanında oturan 2 yaşında ufak bir kız çocuğu ile yeni tanışmamış gibi bir sevecenlikle yaklaşıyordu bana. “Yakında bulantıların başlar, her anne yaşamıyor tabii ama çoğunluğu yaşar bunu. Özellikle sabahları çok zorlar eğer olursa, çok keskin kokulardan uzak durabilirsen iyi olur. Hem tuzlu çubuk bu dönemin kurtarıcısı olacak bak demedi deme.” Sarı bir elbise vardı bebeğin üzerinde, dizlerine kadar beyaz fiyonklu bir çorabı vardı. Birkaç tel saçı tepesinde ince bir toka ile bağlanmış dimdik duruyordu. Ayça çantasından çıkardığı bir saklama kabını önüne koydu. Ufacık parmaklarıyla doğranmış muzlara saldırırken tombul tombul duran kolları çok ısırılası duruyordu. “Bizde kalabilsen çok rahat olurdu aslında ama sanırım bazı konular varmış ve buradan çıkmaman daha iyi olurmuş. Olsun ben sık sık gelirim hem yürüyüş olur hem bizim cimcime ile alıştırma yaparsın.” Dedi, bir eli sürekli kızının üzerindeydi. Yemek yerken kısıtlamıyor ama boğazına kaçmaması için arada parçaları ufak boyuta getiriyordu. “Hamile kalmak planlı bir şey değildi, ben aslında korunuyordum hatta bazen de o. Muhtemelen onun da böyle bir planı yoktu o kadar suçun arasında bebek bezi ile uğraşmak istemezdi sanırım.” Şakaya vurmaya çalışıyordum sanki şaka olursa hissettirdiği şeyler silinip gidermiş gibi. “Yani o sana.” Bir an ne diyeceğini bilemez gibi sustu, doğru kelimeyi arar gibi birkaç kere açtı kapattı dudaklarını. “Sana fikrini sormadı mı?” Omuzlarımı silktim. “Bana pek bir şey sormazdı o, karar verir haber verirdi bir de sonar uyum sağlardım ama kötü hissetmiyorum hamile olduğum için. Sanırım evliliğimiz boyunca doğru düzgün yaptığı tek şey buydu.” Elim yine karnımı bulmuştu, her gün güçleniyordu sanki ona karşı hissettiğim duygusal bağ. “Reglim geciktiğinde aklıma en son bebek ihtimali geldi. Demir yeni ölmüştü, her şey çok karışıktı. Stresten diye düşünmüştüm ama bir gece yarısı kurt düştü içime. Eczaneden test aldım, o testi yapana kadar ellerimin nasıl titrediğini hala hatırlıyorum. Pozitif çıktı ama güvenemedim, doktora gitmem iki günümü aldı. Evet cevabından mı korkuyordum hayır cevabından mı bilmiyorum ama sonuçta o odadan çıktığım zaman artık bir bebek taşıdığım kesindi.” Tek nefeste anlattım, derin bir nefes alma ihtiyacı duymuştum. Acıma yoktu gözlerinde, yargılama veya herhangi bir olumsuzluk. Bolca merhamet, anlayış ve sevgiydi. “Özür dilerim bölüyorum, şey gelsem biraz olur mu?” Üzerinde üniforma, elinde gri bir hırka ile bir asker yaklaştı masaya. Aramızda hala üç beş adımlık mesafe tutuyordu. “Aaa Doğan, gel gel ne oldu? Var mı yeni dedikodu? Ne yapıyor senin ketum komutanların?” Günlük bir şeyden konuşuyor gibi birden cıvıldadığında adının Doğan olduğunu öğrendiğim asker gülümseyerek yaklaştı. “Valla yenge Kalkan döndü ya resmen can geldi gibi hissediyorum. Hem Kartal komutanım geldi hem Kalkan, valla yaptığım çay sayısı iki katına çıktı ama umursamıyorum. Burada olsunlar ben semaverle çaylarım onları.” Güldü Ayça, kendimi tutamadım ben de güldüm. Biraz sevimli bir düşkünlüğü vardı. “Ben bunu Efsun Hanım için getirdim. Rüzgâr esiyor ya, komutanımın içine dert olmuş herhalde.” Bir an sıçradı olduğu yerde. “Yani komutanım derken öyle tek biri değil yani. Genel rüzgâr soğuğu yani anlatabildim değil mi?” Ayça sessiz sessiz gülerken ben yaşadığım kafa karışıklığı ile uzattığı hırkayı alıp üzerime geçirdim. Genzime dolan koku o kadar farklıydı ki bir tanımlama yapamazdım. “Teşekkür ederim Doğan, çok naziksin. Efsun ama sadece lütfen hanım çok fazla benim için.” Gözü kısa bir an binada bir cama doğru döndü, oraya doğru çevirdim bakışımı camın önünden bir gölgenin uzaklaştığını gördüm. “Yok Efsun Hanım ya yenge derim ya hanım istersen yenge derim ama.” Ayça kendini tutamamış, kahkahayı basmıştı artık. “Tamam Doğan git sen, genel rüzgâr soğuğuna söyle yakında ifadesi için mutlaka uğrarım.” Doğan kaçarak gitti yanımızdan. “İyi askerdir, biraz saf sadece anlamışsındır zaten.” Dedi, gözü sürekli az önce gölgenin geçtiği cama kayıyordu. “Kartal mı var orada?” Sarı saçlarını savurur gibi arkasına attı. “Kartal orada olsa camdan bakmak ile yetinemez tatlım.” Güzel bir kadındı. Kartal’ın hanım hanım diye dolaştığı kadar büyüleyici bir güzelliği vardı. Kızıl saçlar, masmavi parlak gözler, kadınsı yüz hatları ve en önemlisi o kendine has tarzı bambaşka bir hava katıyordu. “Çok eğleneceğiz Efsun biliyor musun? Öyle bir his geldi içime bir anda, felaket eğleneceğiz.” ** Vural bir anda kendini ülkeden çıkmak zorunda olduğuna dair gelen bilgi sonrası hazırlanırken bulmuştu. Her ihtimale karşı İsviçre’de olan bankasına yüklü bir para aktarımı sağlamıştı. Demir’in ölümü ardından kurulan Büyükler Meclis’i kartların yeniden dağıtılması gerektiğini duyurmuştu. Başsız kalan insanlar ne kadar kendilerine büyük bile dese taşkınlık yapmaya müsaitti. Herkesin tek işi vardı meclisin içinde, silah temini ile gelen para önce aklanarak ardından ise herkesin kendi alanında finans desteği olarak kullanılıyordu ama Demir öldüğünde işlerin neden sadece silah ile kısıtlandığı sorusu dolaşmaya başlamıştı. Demir Kral’dı. Silah Kral’ın alanıydı şimdi ise o olmadığına göre insan ticareti, uyuşturucu gibi alanların mecliste yer alması konuşulan bir konuydu. Efsun hem ölüm anında evlilik birliği devam ettiği için hem Demir’in bebeğini taşıdığı için birinci derece yakını olması sebebi ile tüm mal ve mülkte pay sahibiydi ama Demir başına gelecekleri biliyor gibi kardeşinin bir hak talebi olmaması için bu durumu vasiyeti ile güçlendirmişti. Avukatına üç sayfalık bir vasiyetname hazırlatmıştı Demir Demirkan. Her bir sayfanın altına da ıslak imzasını eklemişti. Görünürde ithalat yapmak için kullanılan şirketin %40 hissesi kardeşine verilmişti sadece. Çok da önemli olmayan birkaç konumda ev, yazlık, arabayı ise dalga geçer gibi kardeşine bıraktığını yazmıştı. Demir Demirkan 150 milyar dolar serveti ile dünyanın en zengin 10 kişisi arasında adı olan bir adamdı ve kardeşine servetinin yüzde onunu ancak bırakmıştı. Varol fakir bir adam değildi ama önemli olan Demir’in olan servet onun olmalıydı, bu sebeple vasiyet kamuya açıklanana, Efsun kocasından kalan Krallık yönetimini devralana kadar bu bilgi gizli kalmalıydı. Tam bu sebeple Vural Büyükler Meclisi’nde çıkan bir karmaşayı düzeltmek için apar topar çıkmıştı ülkeden. Kendisini hala tek vasi olarak bildiğinden aklınca müdahale edecek, sorunu düzeltecek ve saygılarını kazanacaktı. Yanıldığı ise yarın gece yapılacak toplantıda ortaya çıkacaktı. Eş zamanlı olarak Efsun’un bilgileri önce kamuya ardından ise Meclis’e sızdırılacaktı. Demir Demirkan’ın bir varisi zaten vardı, varis işleri devralana kadar ise karısı Efsun Demirkan gerekli tüm kontrolü elinde tutan güç olarak kalacaktı. ** “Say asker say!” Kaan Ali 6 kova taş toplamıştı saatler sürmüştü bu iş. Emeklemekten üstü başı toz içinde kalmış, bunun için ayrıca azar işitmişti. Şimdi ise her bir taş parçasını su ve sabun dolu bir leğende yıkıyor, temiz suyun olduğu diğer leğende duruluyor ve üçüncü boş leğene dezenfekte etmek için atıyordu. “Çok milyon tane bir komutanım.” Arkadaşları tuvaletlerin kapısında birbirlerinin üzerine tırmanmış gibi içeriye bakarak kahkahalarla gülerken Tunga ifadesiz kalmak için sıkıyordu kendini. “Çok milyon tane iki komutanım.” Suyla uğraştığı için üç beş taşta bir tuvalete gitmek için Tunga’ya dil döküyordu ayrıca. “Demek ki neymiş asker her soru sorulmamalıymış, değil mi?” Parmaklarının uçları buruşmamış, balık gibi pul dökmeye başlamıştı. “Komutan olmanın en iyi ne biliyor musun Kaan Ali?” Alnından damlayan terleri omzuna astığı havlu ile sildi. “Höst! Onlar askeriyenin taşları.” Ağlayacaktı artık ayakta durup taş yıkamaktan. Geçen onca saatten sonar bırakmıştı saymayı. “Ah o çenem, bok var gibi kapanmayan çenem, kırılası çenem var ya komutanım başıma ne geliyorsa bundan geliyor. Bok mu var? Sana ne hamile mi değil mi? Ne soruyorsun ulan?” Kendi kendine azarı devam ederken yaslandı Tunga geriye doğru. Aklına düşmüştü yine bir çift bal göz. “İnsanın başına ne gelirse meraktan gelirmiş komutanım.” Duman kıpkırmızı olmuş suratıyla haykıra haykıra gülerken benzer bir cezayı bir yıl önce kendisi almamış gibi acımasızdı arkadaşına. “Komutanım ne olur gitsinler ya. Sirk mi oynuyor burada? Ne bakıyorsunuz ulan? Siz hariç komutanım.” Dedi Kaan Ali. Grubun içinde onun üstü olan askerler de vardı, birinin cezasından kurtulmaya çalışırken diğerlerine bulaşmak gibi bir planı yoktu. “Ben yemekhaneye gidiyorum, düş peşime. Zıkkımlandıktan sonra devam edeceksin cezaya. Sırada dezenfekte işlemi var daha.” Tunga çıkarken ellerini havluyla kurulayıp taşlara tükürerek düştü komutanının peşine asker. Bir şekilde bu cezadan yırtmalıydı, sudan nefret ederdi. Karacı olması bile bu yüzdendi, duş almak insani bir ihtiyaç olmasa almazdı Kaan Ali. Kaşla göz arasında askerlerin arasına karışarak merdivenleri üçer üçer tırmanarak üst kata ulaştı. Ceza alma nedeni o sorduğu soruydu. Kendini affettirir ise komutanının gazabından kurtulurdu. Normalde o kadar densiz biri değildi kendince ama bir anda askeriyeye bomba düşmüş gibi bir kadın vardı üstelik içinde de bir buçukluk. Kapıya iki kere biraz sert bir biçimde vurdu. Odada olduğu kesin değildi ama bir umut burada bulacağını ummuştu. Kapı açıldı, biraz tereddüt biraz tedirginlikle bakan genç kadını görünce o kadar sert vurduğuna pişman oldu. “Efsun Hanım.” Dedi elini kolunu nereye koyacağını bilemiyor gibi. “Ben sabah yaptığım eşeklik için özür dilemek istedim. Allah seni inandırsın yemek saati ama lokma geçmiyor boğazımdan o derece kötü hissettim o soruyu öyle şak diye sorduğum için.” Efsun bedeninin bir kısmı kapının arkasında kalacak şekilde yarım açmıştı kapıyı sert vurulduğu için. “Efsun sadece hanım demenize gerek yok ne kadar inatçısınız.” Gülümsedi genç kadın karşısında içtenlikle özür dileyen adama. “Kaan Ali, değil mi? Sorun değil, sana ağlamadım ben zaten. Öyle birtakım değişiklikler sadece. Cidden vicdan azabı çekmene gerek yok unuttum gitti bile sabahtan beri aklıma gelmedi hem kin tutmam ben kimseye.” Kaan Ali bir elini cebine soktu, diğer elini ensesine attı. “Bacım Allah razı olsun, peki bunu bizim komutana söyler misin sana zahmet? Solungaçlarım çıkacak yemin ederim.” Anlamadı Efsun genç adamın söylediklerinden. “Anlamadım, kime ne söyleyeceğim?” “Tunga Komutan toplantı odasından çıktığımdan beri ceza veriyor bana ağlattım seni diye. 6 kova taş topladım, hepsini yıkadım iki leğen su ile çalışmaktan parmaklarımın arasında perdeler oluştu bak.” Ellerini kaldırmış kadına gösterirken gerçekten buruş buruştu parmak uçları. Güldü Efsun. “Tamam tamam merak etme sen, söylerim ben ona kırılmadığımı rica ederim cezayı kaldırmasını.” Beklenti ile yüzüne bakmaya devam etti, şimdi istiyordu Kaan Ali, ancak anladı Efsun. “Ama nerede bilmiyorum ki hem akşam oldu evine gitmedi mi?” Sandalyenin üstüne bıraktığı gri hırkaya kollarını geçirdi. Artık dışarı çıkmayacağı için eşofmanı ve Ayça’nın ona getirdiği terlikleri ayağındaydı. “Ben götürürüm seni gel sen benimle, yemek saatindeyiz şimdi. Tüm askerler birlikte yemek yiyor yemekhanede. Sen beni bu işten kurtar söz ben senin çocuk erkek olursa kirvesi olacağım.” Kapıyı kapatıp koridorda yürümeye başlarken Efsun sürekli gülüyordu. Taş yıkamak kendi aralarında bir deyim miydi gerçek bir anlamı mı vardı bilmiyordu ama çok sıkılmış olmalıydı kapısını çalacak kadar. Kemal Albay yoktu, bu akşamın nöbetçi komutanı Tunga’ydı. Kaan Ali biraz buna güveniyordu. Hızlı hızlı yürürken Efsun ona yetişmek için koşar gibi yürüyordu. Merdivenleri dikkatli bir şekilde indi, yemekhaneye giden koridor boştu ama çatal kaşık sesleri geliyordu. “Bak komutanım karşıda, ben hızlıca aralarına karışıp masaya oturacağım. Albay yok, en kıdemlisi canım komutanım kimse bir şey demez sana o yüzden.” Efsun bir anda onlarca askerin arasına gireceği için gerilmişti. En azından ayakkabılarını giymiş olsaydı beyaz çorapları ile gelmek çok saçma mı olmuştu? Kapıdan içeri girdi, büyük bir uğultu vardı. Herkes kendi arasında konuşuyordu. Uzun, karşılıklı oturakların bağlı olduğu masalarda oturuyordu askerler. Sessiz sessiz adımlar atarak Tunga’ya doğru ilerlemeye başladı. Yanından geçtiği her asker bir şok geçirip sesi keserken uğultu yavaş yavaş azaldı. Tunga’nın dikkatini çekti sessizlik, bakışlarını yemeğinden kaldırdı ve üzerinde kendi hırkası, biraz bol gelen eşofmanı, krem rengi terlikleri ve beyaz çorapları ile ona gelen kadını görünce çorbası kaçtı boğazına. Yanında olan Kartal sırtına sertçe vururken öksürüğün nedenini görünce tutamamış kendini gülmüştü. “Hoş geldin, çek bir sandalye eşlik et bize.” Tunga yarım saat önce yemek göndermişti genç kadının odasına, rahat etmeyeceğini düşünmüştü ama şimdi burada, ona geldiğini belli etmek ister gibi gözlerine bakıyordu. “Ne işin var burada?” Son kez öksürüp ses tonunu düzeltti. “Bir şey mi oldu yani? Yemeğin gelmedi mi? Yarım saat önce yollamıştım.” Kalktığı an tüm yemekhane bir anda ayağa kalktı, ses yankılandı boşlukta. “Ben senin için geldim.” Efsun’un düşünmeden kurduğu cümle ile bir an afallarken Tunga tek kaşı havalandı kendinden bağımsız? Ne demişti o? “Yemekten sonra biraz konuşsak olur mu? Beklerim ben kapıda sen bitirene kadar.” Bir tabur askerin önünde, onun için geldiğini söylerken aklını mı kaçırmıştı Tunga mı aklını kaçırsın istiyordu? “Beklemene gerek yok, gel konuşalım bakalım.” Masanın arkasından çıktı, geçerken Kartal’ın sırtına sertçe geçirdi elini. Efsun’un yanına geldiğinde gayriihtiyari bir refleks ile elini kadının bel boşluğuna yerleştirdi ve yemekhane dışına yönlendirdi onu. Herkes şok olmuş bir şekilde önlerinden geçen ikiliye bakarken Kartal şimdiden çok eğlenmeye başlamıştı. ** “Ben senin için geldim.” Bir cümle bu kadar sarsabilir miydi insanı? Neydi bu his? Benim için gelmiş olması neden göğüs kafesimde bir yangın başlatmıştı. Odasında yemek yediğini düşündüğüm kadın koridorları, katları aşarak yüzlerce askerin arasında bana gelmişti! “Özür dilerim yemeğini böldüm, beklerdim ben aslında kapıda.” İştah mı kalmıştı? En iyi şeflerin elinden çıkmış lezzetli yemeklerle doymuş gibi hissediyordum. “Çok aç değildim zaten, bir sorun mu var neden geldiğini söylemedin?” Parmaklarını birbirine geçirdi, sırtını duvara yasladı. Hırka yeterince kalın mıydı? “Bugün Kaan Ali öyle soru sordu da ben ağladım ya, o da üzülmüş beni üzdüğünü düşünüp. Kızgın değilim ona, hormonsal bir şeydi muhtemelen. Sen ona kızmasan olur mu?” Bu şekilde sorsa, canımı kendi ellerimle alır son nefesimi vermez, avuçlarına bırakırdım. Parlak gözleri beklenti ile bana bakarken topuklarının üzerinde yaylanıyordu hafifçe. “Ceza verdiğimi mi gelip şikâyet etti?” Kaan Ali operasyonlarda bambaşka, karargâh sınırına girdiğimiz an bambaşka biri oluyordu. Bu halinden nefret ederken ilk kez gidip alnından öpmek istemiştim. Bana gelmişti, nedeni ne olursa olsun temelinde Efsun bana gelmişti. “Hayır hayır şikâyet değil.” Ellerini kaldırdı, sağa sola salladığı avuçları üniformanın üzerinden göğsüme değdi kısa bir an. “Özür diledi, çok üzülmüş ben ağladım diye. Ben gelmek istedim.” Dedi hafifçe tebessüm ederek. “Sen demiştin ya seni bana getirirler diye, o sebeple geldim.” Bu ilk vuruluşum değildi ama en büyük ihtilale neden olacak tek kurşundu... |
0% |