@laydactn
|
Bir anda toplantı yapmak için bir araya geldikleri odanın ortasına bomba atılsa bu kadar etki edemezdi. Vural dahil altı farklı ülkenin yöneticisi, sağ taraflarında duran has adamları bile donup kalmıştı duymayı beklemedikleri haber karşısında. Kendine ilk gelen Vural oldu, hepsinin bilgisayarına isimsiz bir bağlantı ile düşen dosyada Demir’in imzasının olduğu vasiyet vardı. O imzayı bilirdi, ondan daha iyi bir imza yaratmak için günlerce uğraştığından orijinal imza olduğunu teste tabi tutmadan söyleyebilirdi. Günlerce Efsun ile aynı evde kalmıştı, bir kez merhamet etmiş ve elini sürmediği kadın Demir’in kadın versiyonu olarak karşısına dikilmişti. Gözlerini ilk kez o tonda görüyordu, daima siyah bir kuyuyu andıran gözler yerini bal rengi, sıcak bir tona bırakmıştı. Teni soluk değil aksine canlı bir pembelikle renklenmişti. Dudaklarına kondurduğu küstah gülüş, bakışlarından sesine yansıyan küçümseme dolu ton o kadar hazırlıksız yakalamıştı ki Demir’e hissettiği saplantının Efsun’a kaydığını fark etmedi bile. “Bu ne demek oluyor Vural?” Başlangıç bu soru ile oldu. “Bize ahkam keserken yengenin işleri ele geçirmesine mi engel olamadın?” Bir başka ses daha yüksek sesle bağırdı. “Bir kadının emri altında para kazanmaktansa ölürüm daha iyi.” Tunga haklıydı, başka bir erkek koltuğa kurulsa iki kere söylenir üçte gücü kabul edilerek itaat edilirdi ama bu adamlar kadınları kendi akıllarında sınırladıkları kadar sanmaya devam ettiği için Krallık kontrolünü devretme bir yana dursun, soru bile sormazdı. “O sürtüğü öldüreceğim! Önce haddini bildirecek ardından gebertip kocasının mezarının üstüne gömeceğim.” Vural’ın kan beynine sıçradı. Efsun’u kendi kadını yapacaktı, başka birinin dil uzatmasına bile izin veremezdi. Belinden çıkardığı silahı bir kez ateşledi ve Vlad iki kaşının ortasından sızan kan ile düştü kaldı koltuğuna. “Efsun’a kimse elini sürmeyecek. Ben halledeceğim. Tüm sorumluluk benim, o evrak ve Efsun’un kararlarının bir önemi yok. Bu benim size sözüm, o yetki Demirkan kanı taşıyan birinin elinde olmalı, o benim.” Zar zor bastırmıştı karmaşadan oluşan gürültüyü. Bıraktı kendini koltuğa, kabul etmese bile çok etkilenmişti. Efsun’u hep korkmuş şekilde görmüştü, o zaman bile gözlerini alamazdı güzelliğinden ama şimdi başka bir Efsun bambaşka bir kadın vardı. Dağıldı herkes, giderken yüzlerinde olan ifade rahatsız olmuşluğun yanında korku vardı. Bu güce kavuştuklarından beri belki ilk kez bu hissi yaşıyordu hepsi. Kartlar yeniden dağıtılıyor, taşlar yeniden diziliyordu işin sonucunda çok kan dökülecekti. Vural odada tek kaldığında tüm öfkesini çıkarmak ister gibi masayı dağıtmış, duvarları yumruklamış, elleri kan içinde kalana kadar adeta kendiyle savaşmıştı. Bu defa çok yakındı, hayal ettiği ve istediği her şeyi elde etmeye bir adım mesafesi bile kalmamışken ellerinin arasından kayıp gidiyordu şimdi her şey. “Bu defa izin vermeyeceğim, başlamadan bitecek bu saçmalık.” Nefret ve öfke dolu ses tonu ile söylenirken cama vuran yansımasıyla konuşuyordu. “Ölmeyeceğim. Yıkılmayacağım. Yenilmeyeceğim.” Alnında biriken teri elinin tersi ile silerken alnına bulaştı eklemlerinden sızan kan. “Efsun’u bulun bana. Derhal bulun ve bana getirin!” Dışarıda olan adamlarına haykırarak emir verirken buraya gelirken peşine taktığı koruma ekibi ikiye ayrıldı. Bir ekip Vural ile uzaklaşırken diğer ekip tüm bağlantıları kurarak Efsun’u bulmak için yola koyuldu. ** “Neden korkuyorsun anlamıyorum canımın içi? Yani elbette geçmişte olanların etkisi vardır ama artık o yok, sen varsın bebeğin var bir de Tunga var. İki günde gözlerinin içine bakar hale geldi koca adam. Korkmana tamam diyelim, korkularını neden onunla paylaşmıyorsun?” Ayça kucağında iki yaşında, tombul yanaklı bebeği ile otururken son bir saattir sadece bebeği izliyordum. Asya kocaman gözlerini daha da açarak bana gülümserken dayanamayıp kucağıma aldım. Kollarını boynuma dolayıp göğsüme sokulduğunda oturduğum yerde geriye doğru yaslandım, kollarımı sıkıca sararken dudaklarımı saçlarına bastırdım. “Sence Ayça? Bir cehennem çukurundayım, karnımda bir bebek peşimde bir katil ordusu, ruhum zaten kan revan içinde. Ne diyeceğim? Ne diyebileceğim? Onun olmayan bir bebek, hasarlı bir kadınla mı geçirecek zamanını?” Asya göğsümde uyumaya başladığında çok hareket etmeden sırtında nazikçe dolaştırmaya başladım parmaklarımı. “İyi canım ama ona sormuyorsun ki. Tunga’yı ilk kez böyle gördüm. Gözlerine değil göz bebeğine bakıyor. Hamile olduğunu bile bile geldi, başında olan belaları bilerek baktı sana. Sen bunları bile bile sana gelen bir adamla arana set çekiyorsun. Set çekiyor ve ona karar hakkı bile sunmuyorsun.” Tunga ile video çekimi sonrası aramızda olan şeylerden bahsetmiştim, kendimi tutamamıştım çünkü. Gözlerinde gördüğüm o his o kadar büyük bir yük olmuştu ki omuzlarıma sığamamıştım odaya, binaya. “İş bitince yeni bir kimlik ile başka bir yerde hayata başlayacağımı söyledi Kartal. Askerliği mi bırak diyeceğim ona? Bırakmasa nasıl olacak hayatımız? Doğumdan sonra bebek büyüdüğünde onu ne diye tanıtacağım?” Ayça oturduğu yerden kalktı, yanıma gelerek Asya’yı uyandırmadan nazikçe oturdu yatağa. Eli kızının sırtında olan elimi buldu. “Konuş onunla, belki bebeğine baba olmak var aklında. Belki yeni bir kimlik olmadan bir hayat kurmak için bir yol bulacak. Konuşursan en fazla ağlarsın, konuşmazsan ömür boyu o gün o konuşmayı yapsam ne olurdu diye pişmanlık yaşarsın. Zaman asla geri dönmez, en iyi sen biliyorsun.” Yatağın ucunda olan çarşafı üzerimize gelecek kadar örttü, önce kızının ardından benim saçlarıma bir öpücük kondurdu. “Hadi biraz uyuyun siz, gidip kocama bakacağım.” Gülümsedim, evlilikleri gördüğüm ve muhtemelen göreceğim en güzel evlilikti. Asya’ya biraz daha sıkı sarılarak gözlerimi kapattım. Zihnimde dönen savaştan nasıl sağ çıkardım bilmiyorum ama çıkmalıydım. Gözlerimi yavaş yavaş araladığımda gördüğüm şey sonsuz griliğin hakim olduğu bir ormandı. Ağaçlar, toprak hepsi balçıkla sıvanmış gibiydi. Asya yoktu, odada değildim, yatağın değil toprağın üzerinde yatıyordum. Üzerimde beyaz, kolları uzun, bileklerime kadar gelen bir elbise vardı. “Asya? Ayça?” Sesim boşlukta birkaç kez yankılanarak bana tekrar döndüğünde rüzgarın sesine karışıyordu. Ağaçların dalları sağa sola savrulurken çıplak ayaklarımla attığım her adım nemli toprakta iz bırakıyor. “Kimse yok mu?” Uzaktan gelen bir çocuk kahkahası oraya doğru çekerken bedenimi daha hızlı yürüyor, sese ulaşmak için adeta koşuyordum. “Baba, uçuyorum bak.” Birkaç yüz metre uzakta, ağaçların arasında gördüğüm uzun bedenin duruşundan tanıyordum kim olduğunu. Tunga üzerinde gözlerinin grilikleriyle aynı tonda bir kazak, eskitilmiş lacivert bir kotla kendine has duruşu ile dimdik duruyordu. Sırtı bana dönük olduğu için ne yaptığını görmüyordum ama bir an kollarını yukarı kaldırdı ve dört yaşlarında bir çocuğun görüntüsü belirdi bir anda. “Baba, daha yükseğe uçur beni.” Kıvır kıvır saçları, bal rengi gözleri, kocaman gamzesi ile kahkahalar atan kız çocuğu al al olmuş yanakları ile sonsuz güvenle bağırıyordu Tunga’ya. Tunga dizlerinden güç alarak ufak bedeni yükseğe atıyor, ellerinin arasından kayıp gitmesine izin vermeden tekrar yakalıyordu. “Baba! Annem orada, o da gelsin.” Tunga kucağında kız çocuğu ile bana döndüğünde yüzünde olan gülümseme kalp ritmini bozacak kadar güzeldi. Küçük ellerini ve ayaklarını sallayarak yere indirdi kendini, ufacık adımları ile bana doğru koşarken dizlerimin üzerine çökmüş, kollarımı açmıştım. “Annem!” Bir anda boynuma atlayan kız çocuğu ile kalbim bir anda göğüs kafesimi parçalayıp çıkacak kadar sert ve hızlı bir ritimle atmaya başladı. Genzime dolan kokusu burnumun ucunu sızlatırken sıkıca sardım kollarımı ufak bedenine. Bir anda irkilerek açıldı gözlerim. Göğsümde hissettiğim boşluk hissi ile telaşa kapılırken yatağın yanına çekilmiş olan sandalyede oturan beden ve kollarının arasında olan ufaklığı sonradan fark edebildim. Tunga üzerinde askeri pantolon, kısa kollu yeşil tişörtü ile Asya’yı tutuyor ve gözlerini bile kırpmadan bana bakıyordu. “Ben fark etmedim Asya’yı aldığını.” Ayça güvenip kızını bırakmıştı, kollarımın arasından alınan bedeni fak etmemiştim bile. Aysa minik parmaklarını Tunga’nın sakalsız yüzünde gezdiriyor, diğer elinde olan pankek parçasını çiğniyordu. “Güzel bir rüya görüyor gibiydin, yüzün çok huzurluydu.” Ses tonu soğuk, mesafeli ama hala nazikti. Kırgın mıydı bana? Neden anlamıyordu ya da anlamak istemiyordu? “Garip bir rüyaydı, daha önce üzerinde düşünmediğim bir konuydu ama sanırım zihnim bana haber vermeden içten içe kuruyormuş böyle şeyler.” Oturduğum yerden doğruldum, bağdaş konumuna getirdim bacaklarımı, sırtımı yasladım yatak başlığına. “Neden buradasın?” diye sordum varlığından duyduğum huzuru gizleme ihtiyacı hissetmeden. “Gelmemek konusunda çok ısrarcıydın, ben gelmek durumunda kaldım.” Çarşafı parmaklarımın arasına alıp buruştururken Ayça’nın söyledikleri dönüyordu zihnimde. En fazla ağlardım, bir ömür pişmanlık yaşamaktan iyi olurdu birkaç damla gözyaşı feda etmek. “Gelemezdim.” Dedim omuzlarımı silkerken. “Geri çekilmiştim, çekilmek için nedenlerim vardı ama gelemezdim. Biz normal bir durumda bile değiliz ki Tunga, nasıl gelseydim?” Sesim sonlara doğru sitem eder gibi çıkarken yüzüne bakmıyor, çarşafı doladığım parmaklarımı inceliyordum. Bebek battaniyesini yere serdi iki kat olacak şekilde, Asya’yı nazikçe oturtup önüne ve arkasına yastık koydu. Asya kendi kendine oynamaya başlarken bağdaş kurduğumda açılan boşluğa oturdu. Yüz yüze oturuyorduk, bir kol boyu mesafe bile yoktu aramızda. “Anlat bana zihninden geçen her şeyi, sonu ne olursa olsun en azından bu belirsizlikten kurtarmama izin ver.” Bu durumda bile beni düşünerek kurduğu cümlelere taş olma dayanamazdı. Pes etmiş gibi düşürdüm omuzlarımı. “Babam gittiğinde ben on yaşındaydım. Annem ile aşk evliliği yaptıkları söylenemezdi, arada bir kavgaları bile olsa bir aileydik işte. Babam hep yabancıydı ama. Anneme karşı, bana karşı hep bir soğukluğu vardı. Kaç yıl geçti hala bilmem nedenini, öyle biriydi işte. Arada bir kavga ederlerdi, bıktığından bahsederdi babam hep. Ailesiydik onun, nasıl bıkardı insan ailesinden? Bıkacağı insanları neden ailesi yapardı?” Dedim, sesim titremiyordu. Bu konuyu aşalı çok olmuştu. Ne öfke ne üzüntü hissetmiyordum artık. “Babam bir gün gitti. Geleceğim demedi, görüşürüz demedi hoşça kal demedi hatta kapıdan çıkıp giderken son kez dönüp bakmadı bile. O gitti annem her gün kocası evden gidiyormuş gibi bir sakinlikle kapıyı arkasından kilitledi ve bana kurabiye yapmak için mutfağa gitti. Annem hiç ağlamadı biliyor musun? Babamın gidişinin onu hiç etkilemediğini fark ettim çünkü zaten hiç yoktu babam onun yanında.” Tekrar omuz silktim, terk edilme ile tanıştığımda on yaşımdaydım. “O günden sonra her günüm anneme zorluk çıkarmamak için geçti. Liseden sonra üniversiteye gitmemi istedi ama yük olurdum onun yerine çalışmaya başladım. İlk işim kuaförlüktü. İki ay sürdü çok kötüydü, birkaç kere saç yaktım, fazla kestim korkunç bir deneyimdi benim için.” Güldüm, on sekiz yaşında ilk iş deneyimim mahalle kuaförüydü çok zor olmaz sanmıştım ama dehşetti. “Sonra reyon görevlisi, garsonluk derken uzun zaman garsonluğa devam etim. Demir ile tanıştığımda da yine garsondum. Bir anda hayatımın merkezine kendinden emin, güçlü, dediğim dedik, kontrol manyağı bir adam girdi. Babamın olduğu her şeyin tam tersiydi. Sorumluluk sahibi, ilgili, meraklı, ilk zamanlar sevgi dolu bile diyebilirdim hatta ama bir maskeymiş, acı şekilde öğrendim.” Çenesi, bakışları sertleşti. Yatağın üzerinde olan eli yumruk şeklini aldı. “Takıntılı, kıskanç, dengesiz, hasta bir adam haline döndü. Kusursuzluğa inanırdı, Demir Demirkan’ın karısı kalıbı o kadar boğucuydu ki ben ben olmaktan çıktım. Kıyafetlerim, okuduğum kitaplar, dinlediğim müzikler, cümle kurmama kadar her şeye karıştı. Diğerlerinden farklı olduğum için dikkatini çekmiştim ama beni onlara çevirdi.” Güldüm, en ironik kısım tam olarak buydu. Aklım mantığım asla kabul etmemişti bunu. “Günden güne ondan korkan, her şeyden korkan bir kadına dönüştüm. İlk zamanlar çok utanırdım. O bana kızdıkça ben kendimi suçlardım. O öfkesini farklı yollardan çıkarmaya çalıştıkça ben yine kendimi suçlardım. Bir ara şey bile düşünmüştüm, evlendikten sonra böyle oldu demek ki ben bozdum.” Güldüm, günlerce eziyet etmiştim kendime bu düşünce ile. Gözüne girmek, eski haline dönmesi için daha sessiz daha silik bir hale bile bürünmüştüm. Kalmamıştı kendime saygım sanki. “Zaten bozuk olan bir şeyi daha fazla bozamazdın, haksızlık etmişsin kendine. Sana gösterdiği bir yalandan ibaretken şüphe ettirmiş kendinden. İstesen bile yapamazsın, ellerin hayat veriyor donmuş her şeye.” Elini uzattı, yüzüme dökülen saçları kulağımın arkasına sıkıştırdı. “Adın gibi efsunlusun sen.” Yanağıma koyduğu avcuna yaslarken yüzümü gözlerimi kapattım ve avuçlarının sıcaklığına bıraktım kendimi. “Daha erken bulsaydım seni, yolum ondan önce düşseydi o kafeye, kalbine zehirli sarmaşıklar yerine beni almış olsaydın, yaraların olmaz, bu kadar kırılmazdın. Özür dilerim bal göz.” Gözlerimden akan bir damla yaş eline değdiğinde baş parmağı ile nazikçe sildi. “Ağlama, artık mutluluktan bile olsa ağlamana izin vermeyeceğim. Yalnızca gül, gül ki efsunlansın her şey.” “Kabul etmek istemesem bile onun çocuğunu taşıyorum, onun kanı ama sonra sen bakıyorsun öyle bir bakıyorsun ki ben kendimi bile unutacak gibi hissediyorum. Kendimi unutmak istemiyorum Tunga. Bebeğimi gönlüme düşen sevda uğruna arkamda bırakan kişi olmak istemiyorum. Ne kaderini ne kaderimi bozmak, olmayacak bir şeye bizi sürüklemek istemiyorum.” Dudaklarını alnımda hissettim, teninin aksine soğuktu dudakları. Nefes alıyor gibi uzunca öptüğünde göğsüne sokulmadan duramadım. “O yalnızca senin kanın. Bir gün rızan olursa benim canım olur.” Kolunu belime sardı, tek hamlede kucağına çekti bedenimi. Bacaklarım iki yanında açık, kucağında otururken yüzümü boynuna saklamıştım. “Ne kendini ne bebeğini unutmana izin veririm. Sen bebeğinle ilgileneceksin, ben bebeğimle.” Gözlerimden akan yaşlara rağmen son cümlesi ile dayanamamıştım ve kıkırdadım. “Seni gördüğüm ilk an bir fotoğraf karesinde, yorgun bir şekilde oturuyordun. Tanıdık bir hisle yandı tutuştu sanki bildiğim tüm doğrular. Ruhumun kayıp bir parçasını senin ruhunda bulmuş gibi hissettim sen diyorsun ki bana kaderini bozmak istemiyorum. Ben neden kaderim sen varsan yaşanabilir bir hale gelecek gibi hissediyorum o zaman?” Sesi sakin, ılımlı, kontrollü ve yatıştırıcı bir etkiye sahipti üzerimde. Belime koyduğu elinin nazikçe yaptığı masaj, saçlarımı okşayan şefkatli parmakları sanki ruhuma dokunuyordu. “Senden bir beklentim yok, zorunlu hissetmeni istemiyorum. Bu iş bitene kadar düşünmeni istiyorum sadece. Birkaç gün sonra görev için gideceğim. Geldiğimde kararın ne olursa olsun saygı duyacağım. Ne minik bir can ne sen ne de yük diye adlandırdığın şeyler benim için olumsuzluk olarak nitelendirilecek şeyler değil.” Yüzümü sakladığım boynundan kaldırdım, boylarımız eşitti artık. O direkt gözlerime bakarken ben yüzünü karış karış inceliyordum. “Ama bir konu var, düşünürken diğer konulardan daha çok şimdi söyleyeceğim şeyi düşünmeni istiyorum.” Kötü bir şey gelecek hissi ile gerilirken vücudum daha sıkı sardı kollarını belime. “Askerim bal göz, gittiğim zaman aylarca gelmediğim olacak ya da en kötüsü hiç dönemeyeceğim.” Tüm vücudum buz kesmiş gibi kasılırken bir tabutun içinde hayal ettim Tunga’yı. Göğüs kafesim acı hissi ile sıkışırken bu ihtimali o ana kadar düşünmediğimi fark ettim. “Bir gece yarısı görev geldiğinde yanından gideceğim, doğum günler, ne kadar önemli yıldönümü varsa görev ile çakıştığı sürece görevde olacağım. Hasta olduğunda, kendini kötü hissettiğinde, bana ihtiyacın olduğunda görevde olursam bana ulaşamayacaksın. Söz konusu vatan olduğunda ikinci bir fikir benim hayatımda olamaz. Ben vatanı koruyacağım ki sizlere uzanamasın elleri.” Daima yanımda olamayacaktı, belki doğuma bile görev çıkarsa yetişemeyecekti. Hazır mıydım? Atlatabilir miydim? “Görev bittiğinde size geleceğim. Geri dönmek için çıkmadım bugüne kadar hiçbir göreve, bir bekleyen olsun istemedim. Asker olmak için yetiştirilmedim ben, ölmek için yetiştirildim. Bir vatanım vardı bir de sen ve ufak bir can var artık. Ne biri için diğerinden vazgeçerim ne de bir diğerini savunmasız bırakırım.” Dedi, bu konuşmanın tartışmaya açık olmadığı o andan itibaren belliydi. Mesleği değil askerlik, hayatıydı. “Ne görevine gideceksin? Vural ile mi ilgili ya da o diğerleriyle?” Kaşlarını çattı, iki kaşının ortasında beliren çizgiye işaret parmağımı bastırıp düzelttim çatılmış olan kaşlarını. “Alma şu itin adını ağzına. Daha o taraftan bir ses seda yok, sınırın diğer tarafında olacağım. Ne zaman döneriz bilmiyorum ama Demirkan konusunda bir hareketlenme olursa muhtemelen çağırılırız.” Kollarımı boynuna doladım, göğsüne yaslanırken geriye doğru uzandı. Sırtını yatak başlığına dayadı. Asya’yı göğsümde yatırdığım gibi yatırmıştı göğsüne. Göğüs kafesine çarpan kalbinin sesini dinlemek hiçbir müziğin sahip olamayacağı bir ritme sahipti. “Sadece düşün. Kendi söylediklerini, benim söylediklerimi, hissettiklerini bana hissettirdiğin her şeyi düşün ki geldiğimde aldığım cevap ne olursa olsun her açıdan değerlendirip kendin için en uygun olan neymiş onu seçtiğini bileyim.” Salladım başımı aşağı yukarı. “Söz.” Mırıldandım göğsüne biraz daha sokulurken. Birkaç günümüz varken tadını çıkaracaktım. |
0% |