@leeseaa
|
Ertesi sabah vaktinden on dakika önce prensin odasından içeri girdim. Onu elinde bağcıklı gömleğiyle, üstü çıplak şekilde görmeyi beklemediğim için hemen başımı eğdim. “Günaydın ve affedersiniz lordum.” deyip her sabah içtiği bitki çayını masasına bırakmak için yürüdüm. Tepsiyi bıraktığım an bana seslendi. “Ava,” Eteklerime takılarak ona döndüm. “şunları düzeltmen gerekiyor.” Bilekleriyle oynuyor, gömleği kıvırmaya çalışıyordu. Odanın ortasına doğru yürüdüm ama o çoktan bana gelmeye başlamıştı. Bir kat kıvırmaya çalışmıştı fakat o da yamuktu. “Denerim.” diye mırıldanıp kıvırmaya çalıştığı kolu geri açtım. Birkaç kalın kat halinde düzeltmeye ve kısaltmaya çalışsam da yaptığımın onun yaptığından hiçbir farkı olmadı. Koluyla uğraşırken Arthur beni izliyordu. Yüzümü buruşturup geri çekildim, sağ koluna baktım. “İsterseniz başkasını çağırayım?” Cevap vermek yerine diğer kolunu uzattı. Özendim, düzgün dursun istedim ama kendi kıyafetlerimle bile uğraşmadığım için kollarını düzgünce kıvıramadım. İstediklerini yaptıktan sonra odasında dolaşmaya başladım. Arka tarafa geçtim, prensin asla uğramadığı ve bambaşka bir odaya açılan koridorda gezindim. Diğer bölümdeki devasa masa, kitaplar ve kıyafet dolaplarının yanına hiç uğramıyordu. Her şeyi içinde at koşturabileceği, aynı zamanda yatak odası olan kısma taşımıştı. Yatağını toplayıp çevreye gelişigüzel fırlattığı eşyaları yerine yerleştirdikten sonra göz ucuyla ona baktım. Kağıtların başına geçmişti, kimisini okuyor kimisine hiç bakmıyordu ve bakmadıkları benim gereksiz gördüğüm zarflardı. Diğer kısma atmıştım ve gün sonunda bir başkası çöp olarak nitelendirdiğim kağıtları toplamaya gelecekti, onlara okutturacaktı. Yastıklarını simetrik bir şekilde yerleştirirken gözünü okuduğundan ayırmadan “Ava,” diye seslendi. Karşısındaki sandalyeyi işaret ederek “gel, otur.” dedi. Elbisemi düzeltip hemen karşısındaki sandalyeye yerleştim. Dimdik duruyor, içimden düşündüğümü yapmasın diye haykırıyordum ama o daha sabah bırakılmış binlerce mektubu önüme attığında bütün hayallerim suya düştü. Homurdandığımı duyduğunu sandım ama ilgilenmedi, cevap yazıyordu. Dakikalar boyunca arkama yaslanıp kimi zarfı açarak, kimisine de hiç bakmayarak ayırmaya başladım. Arthur sadece mührüne uzanmak için hareket ediyordu, ben ise önüme düşen saç tutamıyla oynayarak sıkıldığımı belli ediyordum. Yirmi dakika boyunca aynı işi yaptığımızda kendimi biraz olsun bıraktım. Sıkıldım, midem bulandı, kelimeler birbirine geçti. Elimi çeneme yaslayıp hafif kaykılarak oturduğumun bilincinde değildim. Diğer zarfa parmaklarımı masada sürüyerek uzandım. Arthur mührü hızla bastığında başımı kaldırdım. Kaşlarını çatmıştı, cevap yazdığı kağıdı atıp diğerine geçmişti. Ne okuduğunu bilmiyordum ama onu sinirlendirmiş gibiydi. Bütün dikkatini veriyordu, benim aksime zamanın nasıl geçtiğini anlamıyordu. Elindeki buruşuk kağıdı açarken gözlerim yüzüklerine takıldı. Asla çıkarmadığı, her zaman parmaklarında hoş duran paha biçilemez yüzüklere uzunca baktıktan sonra yüzüne tekrar odaklandım. Dünkü muhabbetler hiç yaşanmamış gibi devam ediyordu, sanki ona adıyla seslenmemi istememiş ve sorduklarıma cevap vermemiş gibiydi. Sakallarının biraz olsun çıkmaya başladığını gördüm, kalın dudakları hafif kurumuştu ve mimik oynatmıyordu. “Bakıyorsun.” dediğinde gözlerimi kırpıştırıp elimi çenemin altından çektim. Gözünü kağıttan ayırmamıştı. Elime aldığım ama henüz okumadığım zarfı sağa yolladım. “Hayır, bakmıyorum.” Aksattığımın farkına vardığı için birkaç kağıdı önüme aynı anda çektim ve hızla üstlerini okudum. Bu kez benim başım önümdeydi ama ne yaptığını fark ediyordum. Bu kez o beni izliyordu. “Bana bakıyorsunuz.” “Bakıyorum.” Okumayı bırakıp bakışlarımı kendisine çevirdim. Gözlerini kaçırmadı, elinde hiçbir şey yoktu. Arkasına doğru yaslanıp masasının üzerindeki yığınla ilgilenmeyi bıraktı. “Ciddi görünüyorsun.” dediğinde gülümseyerek elimdekini bıraktım. “Prensin isteklerini gerçekleştiriyorum.” O eğleniyordu ama benim içim kalkıyordu. Ciddi değil de bunalmış göründüğümden emindim. “Kendisinin de tam karşısında oturuyorum, ciddi olmam beklenir.” Gülümsediğinde minicik gamzesi göründü, keyif alıyor gibi durdu. Günler geçtikçe kendimi zorladıklarım alışkanlığa dönüşmüştü ama değişen diğer şey; kendimi sıkmıyor oluşum, biraz olsun samimiyetine inanarak rahat davranabiliyor olmamdı. Hiçbir şey demiyordu, itiraz etmiyordu, sadece yapmam gerekeni söyleyip yerine getirmemi bekliyordu. Onun dışında hiçbir sorunu yoktu. Tavrı ve konuşması Arthur hakkındaki önyargılarımı kırmaya yetecek gibiydi. Önümdeki zarflardan kurtulana kadar onunla göz teması kurmamaya çalıştım ama o arkasına yaslanıp beni izledi. Tedirgin oldum, neden baktığını sorguladım. Üzerimdeki kıyafet düzgündü, topuzumdan çıkan bir tutam hariç saçım da oldukça normaldi, oturuşumu bile düzelmiştim. Ona tekrar imalı bir şekilde bana bakıyorsun desem bile evet, bakıyorum diyecekti ve bakmaya devam edecekti. Son zarfı da ittirip diğer kısma gözlerimi çevirdim. Arthur parmaklarını masaya bir bir vurup dikkatimi üzerine çekti. “Çıkabilirsin.” “Bu saatte mi?” “Devam etmek mi istiyorsun?” dedi imayla. Hızla “Hayır.” deyip hemen düzelttim. “ama devam etmem gerekiyorsa tabii ki…” “O zaman hava kararana kadar buradasın Ava.” Gözlerim kocaman açılınca gülümsemesi derinleşti. “Ciddi değilim, çıkabilirsin.” Yalandan sırıttım. “Teşekkürler lordum ama bir şey istemediğinizden emin misiniz?” “Mary’yi bulup terziyi yollaması gerektiğini söyle. Bugün başka işin yok.” Hem bu akşam hem de yarın çalışmama gerek kalmayacaktı. “Hemen.” deyip ayaklandım ama geriye doğru bir adım attığım an ona geri dönüp eğildim. Arthur’u tebessüm eden suratıyla odasında bıraktıktan sonra ilk işim Mary’yi bulmak oldu. Sonra odama giden koridora hızla çıktım ama kapıyı açmadan önce durdum. Ne yapacaktım ki? Hiçbir işim yoktu. İçimdeki sıkıntıyı bastırmaya çalışarak odama girdim. Ezra’yı bekleyecektim, şu an koşturuyor olmalıydı. Yatağın tam ortasına oturup eteklerimi bacaklarıma kadar çektim ve ormanı gören pencereme doğru başımı kaldırdım. Özlemle gülümsedim. Xin’i, oradan oraya büyüyle gitmeyi, hanları altüst etmeyi, tanımadığım insanların benimle normal birisiymişim gibi konuşmasını ve can yakmayı özlemiştim. Kendi benliğimden çıkıyor muydum bilmiyordum ama içimde patlamaya hazır bir öfke vardı. Güçlerimi açtığım an Cassandra geri dönecekti ve Saya’yla birlikte gelecek olan kara büyüyü engelledikten sonra her şey eskisi gibi devam edecekti. Güneş kızıllığını Xilmari’nin üzerine yayana kadar kendi odamda hayal kurarak vakit öldürdüm. Ezra’nın odasına geçtiği saati neredeyse saniyeleri sayarak bekledim. Üzerimi değiştirdim, prensin yanına gitmeyeceğim için pantolon giydim. Ezra’nın kapısına geldiğimde içeride olduğunu daha girmeden anladım, şişeler şıngırdıyordu. Kapıyı vurmadan açtığımda bir şişe kolunun altından kayarak aşağı düştü. Küfrettiğini ilk defa duydum. “Ava…” İlk defa heyecan katmadan adımı söyledi. Şişeyi yerden alıp masaya bıraktı. “neredesin sen?” diye sesini yükseltince kapıya doğru geriledim. “Ne?” “Neredesin diyorum?” Kucağına doldurduğu her şeyi masanın üzerine fırlattı. “Dün gelmeni söyledim!” Kapıyı açıp önünde birisi olup olmadığını kontrol ettikten sonra bileğimden tutup beni tabureye oturttu. “Deli misin sen?” “Biraz.” Gözlerini yumup nefes çekti. “Neden onun önüne atladın? Arthur zaten…” Konunun ne olduğunu anlayınca iki elimi de aynı anda kaldırıp sabrımın olmadığını belli ettim. “Sevgili prensin ölecekti de ondan Ezra. Aynı açıklamayı sana da yapmak istemiyorum.” Endişeyle karşıma oturdu. “Sana ne dedi?” Hırlar gibi soludum ve Arthur ile olan küçük konuşmamı bir de ona anlattım. Söylediklerimi, onun bana söylediklerini, ödül niyetine verdiği izin gününü… Durumu kurtardığımı ona anlatsam da sesinin tonunu normale çeviremedi. Delirdiğimi söyledi, kendimi riske attığımı, bir daha yapmamam gerektiğini… Cassandra olduğumu bilen tek kişinin ayağa kalkıp çevremde dönerek uzun bir konuşma yapmasını dinledim. Prensten ya da Mary’den laf işitmek, emir almak bana sıradan geliyordu. Kulaklarımı onlara tıkıyordum çünkü kim olduğuma dair hiçbir fikirleri yoktu ama Ezra’nın kim olduğumu bile bile bana ahkam kesmesi… hem komiğime gitmişti hem de ona kızamamıştım. “Arthur zekidir Cassandra. Bunu sana bin kere söyledim ve şüphelenirse didiklemeye başlar.” Kıkırdadım. “Odama her gün gelen, kıyafetlerimi katlayan kişi Cassandra mı diyecek? Biraz zor gibi duruyor Ezra.” “Normal bir insan olmadığını anlar.” “Zaten farkında ama onu endişelendirdiğini sanmıyorum, hatta ilginç geliyor, hoşuna bile gittiğini düşünmeye başladım.” Ezra ne demek istediğimi ve Arthur’un bana olan bakışlarını bilmediği için kaşlarını kaldırdı. Elimi salladım. “Neyse, boş ver… Her şey kontrolüm altında.” Ayağa kalktım, masasına doğru ilerledim. “Bu akşam ve yarın bütün gün boşum. Odamda kalıp kendimi delirtmek istemiyorum.” Dün aldığımız mor çiçeği görünce gülümsedim ve yapraklarından tutup elime aldım. “Henüz kurutmadım!” Elimde çiçekle ona döndüm. “Beni etkilemiyor Ezra. Kim olduğumu unutuyorsun.” Çiçeği avucumda tutuşuma baktı. “Evet… sanırım unutuyorum.” Çiçeği alıp arka taraflara geçtim, kavanozun içine koydum. “Sarayda sıkılacağımı bildiğim için dışarı çıkayım diyorum. Belki de köye inerim. Bu akşam oldukça uygun.” Rafların arasından ellerimi birbirine vurarak çıktım. Ezra az önceki gergin halinden kurtulmuş gibiydi. “Seninle gelebilirim.” deyip beni şaşırttı. “İçki içmeyi sevdiğini biliyorum. Yani böyle duymuştum. İnsanlar senin krallıklarda normal birisi gibi dolaştığına inanıyor.” “Doğru duymuşsun.” Onaylamama tepki bile vermedi. “Sakin birkaç yer var… Baraka onlardan biri. Hemen çıkışta, buraya oldukça yakın.” Ellerimi belime koyup gülümsedim. “Ezra… Cassandra’ya en son içki teklif eden adama ne olduğunu bilmek ister misin?” Gülümsedi ama “Bilmek istemediğimden eminim.” dedi. “Birazdan köye inebiliriz. Seyyarları seveceksin. Sonra seni Elanil’e götürürüm. Baraka’yı o işletiyor.” “Değişiklik benim için de iyi olur. Hem ileride Cassandra’yla içki içmiştim diye hava atabileceksin.” “Tabii, emin ol bunu yapacağım.” dediğinde asla gerçekleşmeyeceğini bildiğimiz halde ikimiz de gülümsedik ama silinmesi uzun sürmedi. Ben buradan aylar sonra gidecektim ve hiç gelmemişim gibi olacaktı. Ezra kimseye anlatamayacaktı, ben onu görmeyecektim, tanışmamış olacaktık. Adımı duyacaktı, Cassandra’nın nereye gittiğini ve ne yaptığını bilecekti ama bir daha aynı şekilde göremeyecekti. “Gülümsemen silindi Cassandra.” dedi uzaktan. Şişelerin üzerinde parmağımı gezdiriyordum. “Seni arada göreceğim.” dedim. “Ziyaret edebilirim. Güçlerim olacak, kimse anlamayacaktır.” Ufacık tebessümü bunu kesinlikle duymayı beklemediğini ama duyduğuna ne kadar memnun olduğunu anlatmaya yetti. Şişeleri hızla bıraktım. “Haydi Ezra, vaktimi burada öldürüyorsun.” Onunla birlikte odadan çıkıp sarayın kapısına doğru ilerledim. Üzerimdeki eski kıyafetler, dağınık saçlarımla kendimi ilk defa şaşalı sarayın bir parçası gibi görmedim. Ezra hızla aşağı inip nereye gittiğini önceden planlamış gibi yürümeye başladı ama sorduğumda sadece kısa bir tur atacağımızı söyledi. Akşam olduğunda dışarı çıkan seyyarların arasında kaybolduk. Küçük tezgahlar her yere birkaç saatliğine yerleştirilmişti. Yüzlerce insanın içinde kalmıştım. Herkes yanındaki arkadaşı veya eşiyle konuşuyor, bir yandan önlerinden geçtikleri tezgahların üzerindekileri değerlendiriyordu. Taze ekmekten, ucuz ve pahalı kumaş parçalarına kadar her şey yol üstünde bulunabilirdi. Ezra’yla muhabbet ederek yürüyorduk ama hemen sağımda gördüğüm tezgah cümlemi yarıda bırakmama ve odağımı kaybetmeme sebep verdi. “Ah,” dedim elinde kandil tutan adama dönerken. “bunların Xilmari’de satıldığını bilmiyordum.” Ezra neye bu kadar şaşırdığımı anlamak için tepemden uzanıp tezgaha baktı. Yan yana dizilmiş sarmaşık çiçeklerinin hepsinde gözlerimi gezdirdim. Ezra bakışımı yakalayınca, “İstediğini seç.” dedi. Gülümseyerek minicik çiçekleri olan ince uzun yaprağı elime aldım. Ezra ödemeyi yaparken ben sarmaşığı koluma doluyordum. “Çok kibarsın Ezra.” diye mırıldandım. Yanıma gelip yürümeye devam etti ama benim gözüm bileğime tutturmaya çalıştığım çiçekteydi. Sapsarı minicik çiçeklerinin birçoğu dökülmüştü ama hala diriliğini koruyordu. “Çiçekleri sevdiğini bilmiyordum.” dedi Ezra. “Aslında daha dün bu çiçekleri düşündüm…” Arthur’la olan konuşmam aklımdan geçti. “Annem çok severmiş.” Ezra bunu duymayı beklemediği için adımlarını neredeyse durdurdu. Kolundan tutup onu kendimle birlikte çekerken konuşmaya devam ettim. “Babam o öldükten sonra çiçeklere bakmaya devam etti ve o zamanlar bu sarmaşıklar takılardan daha çok ilgi görüyordu. Yetiştirmesi oldukça zordur.” Bileğimi kaldırıp baktım. Anlatmamı beklememiş gibi duruyordu. Çevremi kolaçan edip sesimi inanılmaz kısık tuttum. “Saya küçükken sürekli onu sarmaşıklara dolardım. Ben ona inat olsun diye yapıyordum ama babam annemi hatırlatsın diye bileğimize sarmaşıkları dolar, saçımıza da küçük bir papatya takardı.” Kendi kendime konuşuyor gibi göründüğümün farkındaydım. “Ne o… şaşırdın mı?” “Anlatmana mı? Artık neye şaşırıp neye şaşırmamam gerektiğini bilemiyorum.” “Bunlar şans getiriyormuş.” Bileğimi salladım. Ezra kulağıma doğru eğildi. “Kutsal büyücü şansa mı inanıyor?” Parmağımı kaldırdım. “İnanmıyorum çünkü şansa ihtiyacım yok. Şu dünyada şansa ihtiyacı olan son kişi benim çünkü ben insanlara şans veririm ama küçüklüğünden beri kulağına bu fısıldanınca ister istemez içinde inanç oluşuyor.” Anlattıklarımın üzerine gidip daha fazlasını öğrenmeye çalışmadı ama aklına kazıdığı barizdi. Sokakların arasında birkaç dakika daha geçirdik, Ezra ilgimi çeken her şeyi almak istediği için onu her seferinde durdurmak zorunda kaldım. Yorulduğumu ve oturmak istediğimi söylediğimde beni Baraka’ya götürmeye karar verdi. Saraya yürüyerek on beş dakika olan tavernaya girdiğimizde ağzım açık kaldı. Xilmari’nin içinde bu derece gürültücü bir yer olmasını beklememiştim. Gürültü çalışanlardan veya enstrümanlardan çıkmıyordu, içeride oturan herkes avazı çıktığı kadar bağırarak konuşuyordu. Kapının önünde kalakaldığımda Ezra gülümseyerek önüme geçti. “Çıkmak mı istiyorsun?” “Hayır, birden birkaç ay öncesine gidip geldim.” Ezra beni köşe masalara doğru yürütürken etrafıma bakındım. Sharlar ve insanlar aynı masalarda oturuyordu, pislenmiş elbiselerle kadınlar gezip içki dolduruyordu ve her masada durup birileriyle muhabbet ediyorlardı. Kimse kimsenin kucağında değildi, kimse kimseye vurmuyordu. Diğer krallıklarda gördüklerimle kıyasladığımda oldukça sakindi. Ezra’yla boş bir yere geçmemizin hemen ardından sarışın, kıvırcık saçlı, etine dolgun, kırklı yaşlarda olan bir kadın hemen yanımıza geldi. “Hoş geldin Ezra,” deyip onun önüne koca bir bardak bıraktı. Bana döndü. “Sen de hoş geldin prenses.” Benzetmesine sadece gülümseyebildim. Diğer bardağı da daha ben söylemeden önüme koydu. Boş tepsiyi kolunun altına sıkıştırdı. Ezra beni gösterip “Ava, yeğenim…” dedi ama suratında berbat bir ifade vardı. “Ava, Elanil.” Tebessüm etmeye kendimi zorlayarak Elanil’e baktım ama o bana asla bakmıyordu, baktığı kişi Ezra’ydı. Bardağımın arkasına gizlenip ikisinin arasındaki çirkin ve yoğun duyguları izledim. Sürekli kızaran Ezra ve ona öfkeyle bakan hoş bir kadın… Boğulacakmış gibi öksürdüğümde ikisi de bana döndü. Elimi kaldırıp ağzımı sildim. “Pardon.” dedim, elimi dudaklarımdan gülümsediğim görünmesin diye çekmedim. Arkamı dönüp koca bardağı ağzıma dayadım, içkiye gömüldüm. “İyi bir içici…” diye mırıldandı Elanil. “Bir şeye ihtiyacın olursa bağırman yeter.” Ezra’ya değil, bana söyledi. Elanil arkasını dönüp gittiği an masaya dönüp Ezra’ya doğru eğildim. “Sakın bana onu sabah uyandığında yatakta yalnız bıraktığını söyleme.” Ezra ağzı açık bir şekilde bana baktı. “Sen… sen bunu nereden… Ava!” Arkama gülümseyerek yaslandım ve parmağımı sağa sola salladım. “Bu gözler neler gördü bilmiyorsun Ezra.” Bacağıma içkimi koydum ve durumdan zevk aldım. “Eğleneceğimi söylediğinde bu kadarını tahmin etmemiştim.” İçkiyi gülerek içmemi izledi. “Çok ayıp Ezra.” Gözlerini devirdiğine ilk defa şahit oldum. “Senden hoşlandığı bariz.” “Ava…” dedi uyarırcasına. Kıkırdayıp omuz silktim. Boş vermiş gibi göründü. “Haklısın ama ben şu saatten sonra…” Elini sallayıp susunca kaşlarımı çattım. “Şu saatten sonra ne?” Söylediği hoşuma gitmedi. Ona ilgi duyduğunu ve kadının suratına bakmayarak saçmaladığını söylemek için ağzımı açtığım sırada hemen arkamdan bardağımın yanına sertçe başka bir bardak bırakıldı. Ezra bakışlarını yukarı kaldırıp arkamda duran kişiye baktığı an gülümsedi. Kimin geldiğini görmek için döndüğümde tanıdık kahverengi gözlerle buluştum. “Carter…” dedi Ezra yandaki sandalyeyi göstererek. “katılmaz mısın?” |
0% |