@leeseaa
|
Arthur kağıdı elimden aldığı gibi okumaya başladı. Okurken suratını inceledim, ifadesi kanımı dondurdu ama asıl endişelendiğim kendimdim. Raeran bu aptallığı şu an yapamazdı. Uykudaydım, güçlerim yoktu ve Xilmari’ye hapsolmuş haldeydim. Xilmari ve Iolrath her zaman birbirine karşı duran iki krallıktı, ufacık bir kıvılcım iki tarafı ateşlendirmeye yeterdi. Büyük güçlerden ikisinin birbirine girmesi, sırf Raeran’ın açgözlülüğünden bir savaş patlaması demek Cassandra’nın buna müdahale etmesi demekti. Haftalardır dayanıyordum, güçlerimi açmamıştım ve yön değiştirmeye hiç niyetim yoktu. Arthur aynı kelimeleri üst üste okurken arkama yaslanıp öfkeyle nefes çektim. Eğer Raeran, Xilmari’ye karşı biriktirdiği kini üstlerine kusmaya kalkarsa karşısında beni bulacaktı. Güçlerimi bana açtırtırsa, onun yüzünden başarısız olursam, Iolrath’ı kendi ellerimle parçalayacak, onu canlı canlı gömecektim. Arthur şiddetle ayağa kalktığında sandalyeyi ittirip hemen ayaklandım. Odanın ortasına kadar hışımla yürüdü, ardından arkasını dönüp elindekini gözüme sokarcasına üzerime geldi. “Sakın Ava.” Gözleri nefretle parlıyordu. “Bunun konusunu…” “Söylemem.” dedim hemen. “Kimseye söylemem.” Arthur’un okuması gereken bir zarf olduğunu en başta anlasam da kendimi durdurmamıştım, görmem gerektiğine inanmıştım ve iyi ki de okumuştum. Fakat o şimdi ağzımdan kaçıracağıma, olay çıkaracağıma inanıyordu. “Söylemem.” dedim bir kere daha. “Bunu görmemen gerekiyordu ve eğer konusunu açarsan…” Tamamlamadı. Tehditvari bir cümleydi fakat sesinin tonunda bunu yansıtan en ufak bir iz yoktu. Arthur şu an ne diyeceğini bilemiyor gibiydi, tek yapmak istediği babasının yanına koşmaktı. Raeran her ne planlıyorsa bunu henüz duyurmaya niyeti yoktu ve Arthur beklenmedik bir şekilde içeriden bilgi alabiliyordu. Benim bunu ağzımdan kaçırmam, Xilmari’nin Iolrat’ın içinde casus barındırdığının bilgisinin Raeran’a bile gitmesine sebep olabilirdi ve her şey mahvolurdu. Bütün casusları, öğreneceği bilgiler… yok olurdu. Fakat ben hala Raeran’ın böyle bir şey yapabileceğine inanmıyordum, belki de gerçek değildi. Söylemek istedim ama dilimi tuttum. “Ağzını ben gelene kadar açma.” Gitmek istiyor ama gidemiyordu. “Zaten buradan çıkmayacağım. İsterseniz kapıya birisini koyun, odayı büyüyle kilitleyin… Çıkmayacağım, konuşmayacağım ve bekleyeceğim.” İlk defa ciddiydim ve beni büyüyle kilitlese bile ağzımı açmayacaktım. "Gerek yok." Cümlemi tamamlayamadım çünkü kararını çoktan vermişti. "Söylemeyeceğini biliyorum." Boşta kalan elini kaldırıp baş parmağını dudaklarıma doğru çıkarırken hareketsiz kaldım. Parmağı dudaklarıma değdiği an gözleri de kaydı oraya. "Bunları kapalı tut." Elini çektiği gibi arkasını dönüp gitti. Kapıyı kapattı ama kilit sesini duymadım. Arkasından bakakaldım, elim dudaklarıma gitti. “Tabi…” diye mırıldandıktan sonra dudaklarımı birbirine bastırdım. Düzelttiğim yatağa kendimi bıraktım, gözlerim tam karşıda takılı kaldı. Arthur ne zaman dönerdi bilmiyordum ve o gelene kadar çıkmaya zaten niyetim yoktu. Öğrenmek zorundaydım, ne döndüğünü bilmem gerekiyordu. Raeran gerçekten açgözlülükle ve mutlak güç olma tutkusuyla hareket ediyorsa onunla görüşmem gerekirdi. Gerçi, o da Arthur da benim durup dururken herhangi bir krallığa gidip kralın kendisiyle konuşmayacağımı bilirdi. Ben beklerdim, alana çökerdim ve ilk kanı dökenin canını alacağımı söyleyip arkamı dönerdim. Sonrasını onlara bırakırdım ama uyarımın üzerine kimse hareket etmezdi. Düşündüğüm savaş değildi, düşündüğüm ileride ne olacağını nasıl öğreneceğimdi. Ancak Ezra’dan bilgi alabilirdim fakat prens veya kral onunla da konuşmazdı. Sürekli Arthur’un dibinde olmam ilk defa işe yarayacaktı ama ben yanındayken çenesini kapalı tutacağına, hiçbir gelişmeden bahsetmeyeceğine inanıyordum. Raeran’dan her zaman nefret etmiştim. Güç istiyordu, elindekiyle yetinemiyordu ve toprağa açtı. Xilmari, Iolrath’ın yoluna taş koyuyor ve istediği gibi hareket etmesine izin vermiyordu. Bunca yıl beklemişti, Raeran halkını bile düşünmüyordu. Onları savaşa sürüklerse binlerce can hiç uğruna verilecekti, sadece kralın güç tutkusu yüzünden… Elimle yüzümü kapatıp kendimi sırt üstü yatağa bıraktım. Güçlerimi açmak mecburiyetinde kalacaktım. Sadece bunu benim yapmam yeterliydi. Saya’nın uykuyu bozmasına ihtiyaç yoktu. Saya zaten alanlara uğramaz, hiçbir şeye karışmazdı çünkü her şeyi bana bırakmıştı. Fakat kız kardeşimin gelecek olan ölüm ordusunu tek başına durdurması imkansızdı. “Seni geberteceğim Raeran.” Raeran’ın planı olmalıydı. Tek başına bu işe kalkışmayacağından emindim. Müttefiklerini toplayacaktı, Xilmari’nin çok fazla karşıtı vardı. Eğer Raeran Xilmari’ye girecekse mutlaka yanına birilerini çekerdi. Sözü geçen dört krallık; Iolrath, Xilmari, Axilya ve Modgrak… Bu krallıklardan ikisi sessizliği bozarsa diğerleri de durmayacak, taraf seçecekti. Eğer Axilya sessiz kalmazsa, Alec söz söylemeye kalkışırsa savaş başlamadan biterdi. Kimse, Arthur bile, elflerin zehrine çözüm bulamaz, panzehir oluşturamazdı. Sadece Modgrak’ın cüceleri güçlü yapılarından dolayı Alec’in karşısında durabilirdi. Saya çoktan Modgrak’a yerleşmişti, belki de diğerlerinin arasında dönen konuşmalardan haberdardı çünkü danışmanla birlikte ilerliyordu. Saya uykuya devam edecekti, mecbur kalırsam ben koşacaktım ama aklımı kurcalayan başka şeyler vardı. Kahinlerin yanından ayrıldığımdan beri içimde tuttuğum soru… Ya gelecek olan orduyu durdurmaya gücüm yetmezse? Bir de uykuyu bozmak… Ellerimle yüzümü kapadım, aklımdan geçen iğrenç senaryolar midemi bulandırdı. Her zaman kendimi üstün ve ulaşılamaz güç olarak görmüştüm ama benim bile sınırlarım vardı ve ölü olanı nasıl öldürürdüm bilmiyordum. Toprağa karışmamış bedenlerin çevrede gezinmesi gözlerle takip edilemeyecek kadar kalabalık bir ordu demekti. Belli etmeyi sevmesem de başarısız olabileceğimizin ihtimalini içimde taşıyordum ve bir başka plan daha kurmuştum. Eğer kutsal büyücüler kara büyüyü durduramazsa krallara, kraliçelere gidecektim. Açıklayacak, canları için savaşmalarını isteyecektim ve o sırada Saya ile birlikte büyünün kaynağına inmeye vaktim olacaktı. Fakat Raeran Xilmari’ye saldırırsa planım altüst olurdu, istediğim ordunun yarısı sebepsiz bir savaşta katledilirdi. Raeran’ı öldürmeme kahinler izin vermeyecekti ama onu öldürmekten beter hale getirecektim. İki saat boyunca yerimden kalkmadım, yatakta yatıp tavana bakarken olur olmadık her şeyi hayal ettim. Kahinlere ulaşmayı bile düşündüm ama onlar çoktan her şeyi biliyor olmalıydı. Gerekli görselerdi bana kendileri ulaşırdı. Eğer Arthur bana onu neyin beklediğini söylerse ve eline geçen mektubun doğruluğunu onaylayabilirse Xin, kendisini Iolraht’ta gösterebilirdi. En başından buna karşı olduğumu ancak onunla belli edebilirdim. Ama Cassandra bunu yapmazdı. Xin’i meydana çıkarmazdı, kendisi giderdi. Yatakta kollarımı iki yana açmış bir şekilde yatarken hızla kapı açıldı. Karnımdan güç alıp doğruldum, prensin kapıdan hışımla girdiğini gördüm. Bana bir kere baktı, halime şaşırmadı. Bu kez elinde hiçbir şey yoktu ve yüzündeki öfke kırıntıları da biraz olsun sönmüş gibiydi. “Çıkmamışsın.” dedi önümden geçerken. “Hayır, çıkmadım.” Ayağa kalktım, elbisemi düzelttim. Yüzünden bir şey anlayabilir miyim diye inceliyordum. “Hiç kimseye bir şey söylemeyeceğim.” “Buna gerek yok.” dediğinde gözlerimi kapatıp elimi göğsüme koydum ve derin bir oh çektim. Masanın yanından geçti. Kapaklı dolaba yürüyüp içinden kristal şişe çıkardı. Sabahları masasından aldığım bardağın kopyasını da yanına bıraktı. Sonuna kadar içki koyup dudaklarına dayaması bana söylediklerinin tamamen yalan olduğunu düşündürttü. Güzel bir konuşma geçirmemişti. Yanına yaklaşıp bardağa baktım. Bana hiç dönmedi. “Merak ediyorsun.” dedi. “Ediyorum ama hiçbir şey söylemeyeceksiniz.” Rolü bir kenara bıraktım. Ondan ne öğrenebilirsem öğrenecektim, hakkımda ne düşündüğü umurumda olmayacaktı. Çoktan güçlerimi açmayı gözden çıkarmıştım, Xilmari de kalamamakta şu andan itibaren umurumda değildi. “Merak edilecek bir şey yok Ava, huzurla burada yaşamaya devam edebilirsin.” Belki de güçlerimi açma vakti geldiğinde savaş patlak verecekti. Kendimi durdurmadım. “Yalan olabilir.” Arthur elindekini dudaklarına götürmekten son anda vazgeçip bana döndü. Konuşmamı beklemiyordu. “O mektup yalan olabilir. Bir başkası sizinle oynuyor olabilir lordum. Bunu yapacak çok fazla büyücü var. Emin olmadan hareket etmeyeceğinizi biliyorum ve belli ki güvenilir bir kaynak. Kağıdı okudum, kulaktan dolma bilgilerle yazılmış ve gerçekliği kesin değil.” Arthur masayı arkasına alıp ellerini yasladı. Birkaç saniye sessiz kaldı, bana cevap vermeyeceğini veya haddime olmayan işlere burnumu soktuğumu söyleyeceğini sandım ama bambaşka bir cevap verdi. “Mektup kimden geldi bilmiyorsun.” Başını yukarı kaldırdı. “Bir fahişeden.” Kaşlarımı çattım. “Raeran’ın kardeşi, Cyrus’tan alınan bilgiler.” Bir bardak daha doldurdu. “Genelevden çıkmayan, işe yaramaz bir adam… Ama dilini sarhoşken tutamıyor ve aşık olunduğunda güvenin kendiliğinden belireceğine inanıyor.” Başımı yana eğip şüpheyle ona baktım. Cyrus, kadınlara düşkünlüğüyle biliniyordu fakat son birkaç yılda durulduğunu düşünüyordum. Aşık olmuştu. Her gece yanına gelen kadına, yanından ayırmadığı kişiye… Çenesi düşük prens birkaç şişe şaraptan sonra kadına dökülüyor olmalıydı. Arthur buna güvenemezdi. “Bilgiler kesin değildir. Belki Cyrus bunu bilerek ona söyledi.” Gülümsedi. “Sadece onunla konuştuğumu mu düşünüyorsun?” Iolrath’ın içindeki büyücüleri satın almıştı. İhaneti umursamayan, sadece paraya düşkün olan kişileri. “Doğrulamadığım sürece bu mektup bir hiç.” Arthur’a her yerden bilgi akıyordu. “Gerçekse…” diye başlayacağım cümleyi tamamlamama izin vermedi. “Gerçek olsa bile savaş olmaz.” Gözlerim parlayacak gibi oldu. “Cassandra’nın göz yumacağı bir şey değil.” Umut dolu bakışlarım hızla soldu. Arthur haklıydı, göz yumacağım bir şey değildi ama şu an karşısında duruyordum ve hiçbir şey yapamıyordum. Onu aptal yerine koyduğum için artık pişmanlık duyuyordum. Her gün yanındaydım, bilmiyordu, ne düşüneceğimi kendi kendine tahmin etmeye çalışıyordu. Ellerimi arkamda birleştirdim. “Lordum, Cassandra’nın savaşlara her zaman müdahale etmediğini biliyorum.” Söylememem gereken her şeyi söylüyor, girmemem gereken konunun üzerinde duruyordum ama elimden bir şey gelmiyordu. Cassandra’nın ortaya çıkamayacağına inanmak zorundaydı. Bardağı parmağıyla ittirdi. “Onu daha önce gördün mü?” diye sordu. Her gün, aynaya bakınca… “Hayır.” Gülümsedi, görmememin benim için iyi olduğunu düşündü. “Ben gördüm.” Kristalin üzerinde parmağını gezdiriyordu. “Tepedeydi. En tepede, sanki bilerek bunu yapmıştı, nerede olduğu görünsün istemişti.” Oliver’ın kalesinden, izlediğim savaştan bahsediyordu. Orada olduğumu tahmin ettiklerini biliyordum ve birkaç kişinin beni gördüğünü de fark etmiştim ama Arthur’un gözü o an döndüğü için başını kaldırmadığını sanmıştım. “Onu gördüğümüzü biliyordu ama sanki görmemişiz gibi davrandı, yukarıdan inmedi ve izledi. Uzaktan, sadece bir anlığına görebildim.” “Nasıldı?” dedim merak ediyormuş gibi. Merakımı mazur gördü. “Simsiyah bir elbisenin içindeydi, diğer kadınlarla asla uyuşmuyordu. Benden çok uzakta olmasına rağmen üzerinde bir pelerin olmadığını, başını kapatmadığını görmüştüm çünkü o kadar tepeden seçilemiyordu. Sadece rüzgarla birlikte uçuşan uzun saçlarını ve tülden elbisesini gördüm.” Derin bir nefes çekti. “Durduracak sandım ama elini bile sürmedi, oradan inmedi. Kaleye girdiğimde savaşın bittiğini anladı ve kayboldu. Dumanlarla birlikte siyaha büründü, toz olup gitti.” Bardağı bir dikişte bitirdi. “Dokunmadı çünkü benim bir sebebim vardı.” Bana döndü. Annesinin suikastını bakışlarıyla anlattı. “Raeran’ın hiçbir nedeni yok.” Tırnaklarımı avucuma geçirdim. “Cassandra’ya bel bağlayamazsın.” Bana öyle bir bakış attı ki bir adım geriledim. “Kimsenin beni kurtarmasını beklemem Ava. Cassandra da buna dahil. Xilmari’ye girebilecek hiç kimse yok. Surlarım yıkılamaz, Raeran bana karşı duramaz.” Konuşmaya devam edecek gibi duruyordu ama birden sustu. “Söyle bana. Ne düşünüyorsun?” “Ben mi?” “Evet, sen.” Bilmemem gereken her şeyi çoktan biliyordum bu yüzden kendisi de gizli kapaklı konuşmayı bırakmıştı. Yine de şaşırdım. Sadece bir hizmetçiydim. Cassandra olarak düşündüklerimi ve belki de onun aklına gelmeyenleri söylemek için can atıyordum ve Arthur fırsatı ayağıma getirmişti. “Raeran bu işe tek başına kalkışmaz. Mutlaka güvenilir birilerini yanına çekmiştir.” Arthur başını eğip devam etmemi bekledi. “Kral Alec ve Raeran daha önceden de görüştü, bunu herkes yıllar önce duydu. Eğer Alec yanındaysa Xilmari’nin şansı yok.” Bunları nerden bildiğimi sorarsa ben Cassandra’yım diye bağıracak noktaya gelmiştim. Alec asla taraf tutmazdı, Raeran’la görüşmüş olsa bile yanında yer almazdı ama bunu ona söyleyemedim. Onu tanıyordum ve Alec o savaşa ancak beni görmek için katılırdı. “Lordum, tarihe oldukça ilgi duyarım. Yaşanan savaşlar, oluşan sonuçlar ve sebepleri… Haklarında yazılan kitaplar ve antlaşmalar… Izla da okurdum, her şeyi biliyorum ve bilgilerime güvenerek söylemek istedim ki, Raeran buna kalkışıyorsa ya sizi güçsüz gördüğü içindir ya da gözdağı veriyordur. İlk seçeneğin mümkün olduğunu sanmıyorum.” Beni hiç konuşmadan dinlemesi, konuşurken gözlerimin içine bakması ve sadece Ava olduğum halde susturmaması birazdan sinirleneceğini gösteriyor olabilirdi. “Özür dilerim.” Kendimi çok fazla ele veriyordum çünkü mecburdum. “Hayır, devam et.” dedi ilgiyle. Ciddiye alıyor gibi durmuyordu ama aklına biraz da olsa düşüncelerimi iliştirmek istiyordum. “Raeran bu işe kalkışmış, demek ki Cassandra’nın karışacağını düşünmüyor. Iolrath’ta ne kadar kaynağınız var bilmiyorum ama mektubun gerçekliğini öğreneceğinizden emin gibisiniz. Eğer bu gerçekse ve eğer Raeran size karşı çıkacaksa diğer krallıklara da inanıyordur ve Xilmari’yi kendi çapında onlara da dağıtmıştır. Benim aklıma gelen ilk şey, Raeran’ın Alec’le görüşmüş olması oldu ve bu tüyler ürpertici… eğer sizin Kraliçe Mesmea ile görüştüğünüz kulağına giderse aynısını kendisi de hissedecektir. Xilmari, Modgrak’ı birçok kez davet etmiş olmalı.” “Kral Alec yıllardır tahtta oturuyor ve ucu ona dokunmayan hiçbir işe karışmaz Ava.” Bana böyle söylüyordu, kendisi de aksine şüpheleniyordu. Sadece beni endişelendirmemek için konuştuğu barizdi. Krallıklar arasındaki dostluklardan haberdardım ve Mesmea, Ephraim ile her zaman yan yana durmuştu. Eğer Arthur babasıyla konuşursa Ephraim söylediklerimi yapardı. Ava’dan ya da Cassandra’dan geldiğini anlamayacak, oğlunun lafı sanacaktı. Arthur güldü. “Olasılıkları göz önünde bulundurmak zorundasın. Bu durumda ortaya Cassandra çıkarsa ne olur biliyor musun? İki tarafı da yok eder.” “Krallara dokunamıyor diye biliyorum.” “Doğru biliyorsun ama benim düşündüğüm kendim veya kral değil.” Kaşlarımı çattım, onunla geçirdiğim her anı düşündüm. “Seni korkutan şövalyelerin ve halkının başına gelebilecekler… Krallığını düşünüyor, kendi canını umursamıyorsun.” Başımı hemen eğdim. “Affedersiniz lordum.” Etek uçlarıma baktım. Arthur kendisini düşünmüyordu. Hiçbir zaman bunu yapmıyordu. Çok farklıydı, iyi bir kral olacağına şüphe yoktu ve zor bulunan bir vicdana sahipti. Sadece Cassandra alanda ortaya çıkarsa diğerlerinin başına gelecekleri düşünüyordu. Adım attığını duydum ama başımı kaldırmadım. Ancak çenemin altında uzun parmaklarını hissettiğimde mümkün oldu. Oldukça yakın duruyordu. “Konuşmaktan çekinmiyorsun.” Başımı kendisine naif bir tutuşla kaldırdı. “Saygısızlık etmek istemedim.” Parmaklarını çekmedi. “Bunların hepsini düşündüğünüzü biliyorum ama bir başka gözün yardımcı olabileceğine hep inanmışımdır.” Kendim için geçerli değildi ama onun gibi sıradan büyücüler için bu inancım kabul görebilirdi. Parmakları tenimde usulca gezdiğinde geriye gitme dürtüsüne karşı koydum ama işin aslı kendimi geriye gitmeye zorlamaktı. Çekilmem gerekirdi, tam olarak şu an. Ama yapamadım. Dudağımın kenarından parmağı geçince gözleri de oraya kaydı ve hemen elini çekti. “Dış güzelliğinden çok düşüncelerin ilgimi çekmeye başladı Ava. Aklın zehir gibi.” Teması kesse bile gözlerimi ondan ayıramadım. Aldığım en güzel iltifatlardan birisini yarısını içimde tuttuğum düşüncelerime söylemişti. Bozuntuya vermemeye gayret ettim. “Teşekkür ederim lordum.” Cümlelerini kafamda kurcalamamaya, mektuba ve Raeran’a odaklı kalmaya çabaladım fakat tek cümlesiyle aklımı karıştırdı. Dikkatini çektiğimi biliyordum ama sadece güzelliğimi gördüğüne inanıyordum. Herkes hanlarda gördüğü, Cassandra olduğunu düşünmediği kadına iltifat ederdi ama Arthur beni bambaşka yerlerden vurmaya başlamıştı ve etkilememesi gereken şekilde etkiliyordu. Sözlerinin üzerimde bıraktığı etki küçük bir karıncalanma gibiydi. Geçmesini diliyordum ama geçmiyordu. Susup konuşmamak hakkımdaki fikirlerini değiştirebilirdi ama susacak zamanı çoktan geçmiştik. “Fikirlerini benden başkasına söylersen seni yanlış anlar.” deyip geri gitti, yakınlığı bozdu. “Evet, biliyorum.” Vakit geçirdiğim Şövalye Carter bile bu muhabbetleri başka yere çekebilirdi. Fakat Arthur’u tanımaya başlamıştım ve işin aslı o da beni tanıyordu. Aylardır yanındaydım, aylardır ona kendimi gösteriyordum. “O yazıyı hiç okumadım.” “Okumadın.” Karşı karşıyayken bile içimden planlar yapıyordum ve bu küçük konuşmadan sonra başka şeyler de aklımda canlanmaya başlamıştı. Arthur, Raeran’dan çok farklıydı ve babasının fikirlerini hemen değiştirebiliyordu. Eğer yanında olduğum süre içerisinde bana savaşa karşı olduğunu kanıtlar ve can almak istemediğini söylerse ilk defa kahinlere karşı gelecek, sözlerinden çıkacaktım. Taraf tuttuğumu gösterecektim. Yalandan olsa bile bütün krallar Cassandra’nın taraf tuttuğuna inanacaktı. Xin’i Raeran’a yollayacak, ona rahat vermeyecektim ama Xilmari’ye asla dokunmayacaktım. Xin yalnız değildi ve onlarca siax aynı anda Iolrath’a giderse Raeran bunu tehdit olarak algılardı. En basitinden Cassandra’nın elinden çıkmış olan mektup bile iş görürdü. Sonrasını da düşünmem gerekirdi. Eğer Ephraim onun yanında olduğuma inanırsa bu kez barış yanlısı tarafı körelebilirdi, savaşma arzusu ağır basardı çünkü Cassandra çoktan onlarla olduğunu beyan etmiş olacaktı. Beklemekten başka çarem yoktu. Arthur şişenin kapağını kapatıp tekrar iri bedenini bana döndürdüğünde Ava geri geldi. Dizlerimi hafif kırıp önünde eğildim. “Anlayışınız için teşekkür ederim lordum.” Hiçbir şey demeden masaya doğru yürüdü. Küçük bir kağıda yazı yazdı, elinde buruşturup büyüyle tutuşturdu ve kağıt kayboldu. Kağıdı birisine yolladığını anladım ama kime gittiğini bilemedim. Gözümü kırpmadan kendisini izlediğimi biliyordu ama bunu bir insan, büyüye hayran birisi olarak yaptığıma inanıyordu. Sandalyeleri ittirip masaya eğildi ve birkaç saat önce ona verdiğim zarfa uzandı. Prenses Cecilia’dan gelen zarfı hızla açıp içindekine kısaca göz gezdirdi ama ne yazdığını umursamadı. Cevap yazdı. Aynı zarfa koydu ve aynı şekilde yok etti. Aceleci olduğu için yerine oturmadı bile. Yaptığı büyü sayesinde prensesten gelen zarf direkt olarak Cecilia’nın kucağına düşecekti. Beklemeden cevap yazıp yollamıştı. Onu ve kralı buraya mı çağırıyordu? Belki de Shara’nın da dostluğunu göstermek için ikisini de davet edecekti. Dediklerimi, az önce konuştuklarımızı tek tek uyguluyordu fakat henüz Ephraim’le bile konuşmamıştı. Yanlış anladığımı düşündüm. Kapı çaldığında Arthur hemen doğruldu. “Gel Carter.” Carter zırhının içinde, belinde kılıcıyla odaya girdi. Arthur’dan gelen kağıt elindeydi. Neler döndüğünü anlamadığını belli eden bir ifadeyle ilk önce prense, sonra da bana baktı. Arthur elini salladığı an kapı hızla arkasından kapandı. Carter, Arthur’a selam bile vermedi. Yolladığı kağıt ve Arthur’un surat ifadesi onu kaskatı yapmıştı. “Haber ver, Prenses Cecilia ve Kral Benedict Xilmari’de misafirimiz olacak.” Daha Cecilia’dan cevap bile almadan konuşabiliyordu, geleceklerinden emindi. Carter’ın gözleri şokla açıldı. “Ne?” dedi hayretle. Benim az önce öğrendiklerimi o hala bilmiyordu, başka bir şeye şaşırmıştı. Gözleri bir an bana dokundu ama Arthur çıkmamı söylemediği için burada olmamı önemsiz gördü. Birkaç adım öne geldi. “Hani onunla…” dedi kaşlarını kaldırarak. “Hayır.” Arthur ona öyle bir bakış attı ki Carter sustu. Carter’ın devam ettireceği cümleyi az çok tahmin edebildim ama düşünmek bile istemedim. Carter elini kaldırıp ben burada değilmişim gibi konuşmaya başladı. “Arthur, sebebi ne olursa olsun bunun iyi bir fikir olduğunu sanmıyorum.” Şövalye olarak değil, dostu olarak konuşuyordu. “Ephraim de yanlış anlar, o da. Ephraim’in en son ne dediğini hatırlıyor musun?” Arthur derin bir nefes çekti. “Ne yaptığımı biliyorum Carter. Sen sadece duyur, misafirlerimiz olacak. Bir hafta sonra burada olurlar.” Carter konuşmak istiyor gibi duruyordu, ağzı aralık kalmıştı ama gözleri bana dokununca kelimeleri yutmak zorunda kaldı. Başını eğip selam verdikten sonra odadan hızla çıktı. Arthur, daha hiçbir şeyden emin değilken Shara’yı neden çağırıyordu? Sadece üç saniye düşünmem yetti. Benedict, diğer kızını Raeran’ın üçüncü erkek kardeşiyle evlendirmişti. Raeran, Benedict ile dosttu ama sadece göstermelik anlaşmaları vardı. Hızla Arthur’a döndüm. “Lordum,” “Çıkabilirsin Ava.” Beni şaşırttı. Dediğini yapmadım, olduğum yerde durup kısık gözlerle onu izledim. Ephraim’e bir daha gitmeyecek gibi duruyordu, kral olmadan o konuşamazdı ama Arthur sanki tahta çoktan çıkmış gibi davranıyordu ve dediklerimi, düşündüklerimi hemen yerine getirmeye çalışıyordu. İrkildim. “Krala gitmiyorsunuz.” diye mırıldandım. “Çünkü yetki sizin elinizde ve dediklerim, konuştuklarımız… söylediğim her şeyi çoktan düşünmüşsünüz.” Beni inanılmaz şaşırttı. Ezra haklıydı, Arthur çok hızlı düşünen bir adamdı ve bir dakika içinde binlerce plan yapmıştı. Raeran’a aynı onun gibi karşılık verecek, Benedict’i çağırıp onunla konuşacaktı ama Benedict’in onunla konuşmaya gelmesi için sebep göremiyordum. Ancak kızının ileride Xilmari’nin kraliçesi olmasını istiyorsa bunu kabul ederdi. “Zaten yıllardır konuşan benim, karar verebilmek için babamın başındaki taca ihtiyacım yok.” Gözümün önünden Ezra’nın sürekli krala götürdüğü iksirler, şifalı bitkiler geçti, duyduğum dedikoduları kafamda yokladım. Ephraim hastaydı. Yönetemiyordu, yetişemiyordu. Balkonda onu gördüğümde oldukça dinç görünmüştü fakat hepsi bir numaraydı. “Zaten söylediklerimi düşünmüştünüz, her şeyi planlamıştınız. Sadece aynı fikirlere sahip olduğumu fark ettiğiniz için beni konuşturttunuz.” “Evet Ava.” dedi umursamazca. “Eğer konuştuklarımız iki kişinin aklına geliyorsa bu Raeran’ın da kafasını kurcalayacaktır. Rearan elimdeki ve arkamdaki gücün farkına varır ve ben bu işi kan dökmeden durdururum. Dökülecek kan Xilmari’nin olmayacak.” Benimle oynamıştı. Konuşmama bile fırsat vermedi. “Şimdilik çıkabilirsin.” Dakikalardır durduğum yerden ayrıldım. Önünde eğildikten sonra gözlerine baktım ve arkamı dönüp çıktım. Beni bu konumda ciddiye almayacağını zaten biliyordum ve ağzımdan, sıradan bir insandan, laf almak için önem veriyormuş gibi yapmasını sinirime az kalsın dokunacaktı ama cevaplarını, sesinin tonunu ve duruşunu göz önünde bulundurduğumda gerçekten önem verdiğini de fark edebiliyordum. Hem oyuna getirmişti hem de dinlemek istemiş, aynı şeyleri düşünmemize ve krallıkları tanımama şaşırmıştı. Koridorda durdum ve kapısına baktım. Normalde sinirlenir, benimle oynandığı için öfkeden köpürürdüm. Ama hoşuma gitmişti. Fikirlerini beyan etmekten çekinmeyen bir kadının kelimelerini duymak istemesi, kendi çapında küçük bir oyuna kalkışması… Raeran’ın aklının alamayacağı güce sahipken, bu kadar dostu varken savaş istememesi, Raeran’ın tam tersi olması… tamamen cezbediciydi. |
0% |