Yeni Üyelik
13.
Bölüm

13. Bölüm

@leeseaa

Bir haftayı daha geride bırakmıştım. Arthur bu sabah odasına girmemem gerektiğini söylediği için kendimi Mary’nin yanında bulmuştum. Prensin beni istemediğinden ona bahsettiğime normal karşıladı, akşam saatlerinde Arthur’un kralla yemek yiyeceğini ve o odasında yokken içeri girmem gerektiğini söyledi. Ben de tam olarak bunu yapmıştım.

Arthur dışarıdaydı, Ephraim ile olabilirdi. Shara’nın hükümdarı yarın sabah Xilmari’ye varacağı için oldukça meşguldü.

Hava kararmıştı, etraf loştu. Sadece kandillerden ve az önce yaktığım küçük mumlardan ışıklar geliyordu.

Geçtiğimiz hafta içinde Ezra’ya durumu ben açıklamıştım. Prensin odasında gördüklerimi ve konuştuklarımızı hiç kimseye söylemeyeceğinden emindim. Bir yol göstermesini beklememiştim, Cassandra olarak müdahale edemediğim için sıkıntımı paylaşmasını istemiştim ve Ezra da tam olarak bunu yapmıştı. Ona gitmem mantıklıydı çünkü aklımdaki soru işaretlerini gidermişti.

Prenses Cecilia’nın Ephraim tarafından onaylandığını da öğrenmiştim. Xilmari’ye en son geldiklerinde Ephraim, Arthur ile uzun bir konuşma yapmıştı. Ezra, evliliği isteyen asıl kişinin Benedict olduğunu söylemişti ama eklediği diğer bilgi de Cecilia’nın prense oldukça düşkün olduğuydu. Mükemmeliyetçi, zarif ve inanılmaz kibar olduğunu öğrenmiştim. Fakat Ezra’ya Carter ve Arthur arasında geçen minik konuşmayı da açıkladığımda bana Carter’ın prensesle bir saat boyunca yol aldığını ve geri döndüğünde yüzünün bembeyaz olduğunu anlatmıştı. Sör Carter, Cecilia’dan hiç hoşlanmamış, gösterdiğinin aksine kibirli olduğunu ve yanında bir dakika durmak istemediğinden bahsetmişti.

Arthur, babasına ısrar etmemesi gerektiğini söylemiş ve konuyu tamamen kapatmasını rica etmişti. Bunlar taht odasında konuşulurken Ezra da oradaydı, bu yüzden her şeyi biliyordu ve hatta Arthur’la bir kere de o konuşmuştu. Ama bana söylediği gibiydi, prens konuşmadan kaçıyor ve vaktinin gelmediğini söyleyip duruyordu.

Geçtiğimiz günler içinde dilimin bağını çözmüş ve Arthur bana hiçbir şey anlatmadığı için kendim sormak zorunda kalmıştım. Tek bilmek istediğim mektubun gerçekliğini öğrenmekti. İlk başta hiçbir şey demese de bakışlarıyla belli etmişti, ardından bir kere başını sallayıp çekip gitmişti.

Raeran vazgeçmeyecekti.

Fakat ben Alec’in Raeran’ın çağrısına kulak vereceğine hala inanmıyordum.

Yarın için yapılan hazırlık Xilmari’nin bahçesinde bile devam ederken ben prensin dağınıklığıyla ilgileniyordum. Ben çıktığımda odasına gelecek ve iki dakika önce düzelttiğim yatağını bozacaktı.

İşlerimi tamamladığımda ellerimi belime koyup unuttuğum bir şey var mı diye odada bir tur döndüm. Her şeyin düzgün ve temiz göründüğüne emin olduktan sonra çıkmak için hareketlendim fakat ilk adımımla birlikte kapı açıldı.

Hemen durdum ve içeri giren prense baktım. Burada olduğumu bilmediği için şaşırdı, arkasından kapıyı kapatırken bana baktı. “Bir yere mi gidiyorsun?” diye sordu.

Sesinin tonu farklı geldi. “İşlerim bitmişti.” Yanımdan yavaş adımlarla geçerken yeleğini çıkarmaya başladı. Masanın üzerine fırlattı, sandalyelerden birisini çekip oturdu. Durduğum yerden dönerek onu izliyordum.

Elini alnının iki kenarına koyup sıkarken gözlerini kapattı.

“Lordum, iyi misiniz?” Belli etmeden yaklaştım. Alkol kokuyordu.

Kapalı gözlerini açmadı, yüzünü ovuşturdu. “Kralın bitmeyen bir stoğu var.” diye mırıldandı. Akşamları odasına girmediğim için onunla hiç denk gelmemiştim ama Arthur’un içkinin dozunu kaçırmadığından emindim. Şu an tam tersi gibi duruyordu.

“Uykuya ihtiyacınız var.”

“Hayır, yok.” diye mırıldandı ama oturduğu yerde sızacaktı. Gözlerimi yukarı kaldırıp iç geçirdim. Günlerdir uyumadığına sabahları şahit oluyordum ama kafasında kurmaktan dolayı uyuyamıyordu. Sürekli düşünüyor, sürekli bir şeyler yazıyor, gönderiyor ve kralın danışmanlarıyla vakit geçiriyordu.

Bu şekilde ilerleyemez, doğru düzgün düşünemezdi.

Ayağa kalktı, dolabına gitti, şişeyi çıkardı.

Bardağı masaya bıraktığında ilk olarak kapıya kaçmak için baktım ama sonradan onu bırakmak istemedim. Eğer odadan çıkıp gidersem içecek, uyumayacak ve ertesi gün yine doğru düzgün düşünemeyecekti.

“Lordum,” Yanına hızlı adımlarla gittim. Şişeye sanki bana kutsal kılıç doğrultmuş gibi baktım. “uyuyamıyorsanız Ezra’dan iksir isteyeyim.”

“Senden böyle bir şey istedim mi?” diyerek beni tersleyince kaşlarımı çattım. Nefesini uzun uzun verip bardağa uzanmaktan vazgeçti. “Gerek yok Ava.” diye sesini yumuşatarak düzeltti.

Arthur’un uyumamasını ve bu halini gayet anlıyordum, elimde olsa aynı onun gibi gezecektim. Benim bile uzun uğraşlar sonucu yutabileceğim kadar acı alkolü bir dikişte bitirince yüzümü ekşittim, kendim içmişim gibi boğazım yandı.

“Lordum.” Bana bakmadı. Dozu kaçırdığı için şu saatten sonra içtiği her şey ona su gibi gelecekti. “Lordum?” Bir adım atıp dikkatini çekmeye çalıştım ama yine bana dönmedi. “Arthur. Uyumak zorundasın.” Sesimi biraz olsun yükselttim ve anında pişman oldum. “Günlerdir uyumuyorsun, kendin gibi dolaşmıyorsun. Bu size yakışmıyor.”

Rolü benimseyen kişiliğim kapat çeneni diye bağırmaya başladı ama ona ihtiyacım vardı. Arthur’un düşünebilmesine, yarının geçtiğimiz haftadan farklı olmasına ve artık dinlenmesine ihtiyacım vardı.

Bardağı yavaşça bırakıp bana döndü. Bir daha doldurmaması beni rahatlatırken diyebilecekleri huzursuz etti. Beklediğimin aksine, sakince “Ne yakışmıyor Ava?” diye sordu.

“Bu hal. Yorgunsunuz, düşünemiyorsunuz ve size zarar vereceğini bildiğiniz halde uyumuyorsunuz. Kendinizi içeriden yiyip bitiriyorsunuz ama buna ihtiyacınız yok çünkü istediğinizi öğrendiniz, aklınızdaki her şey de tıkır tıkır işliyor. Yarın kral ve prenses gelecek ama siz hala ayaktasınız, dün iki saat uyuduğunuzu bana kendiniz söylediniz.” Yaptığımın farkına varınca sıkıntıyla diğer tarafa baktım. “Özür dilerim, akıl vermek gibi bir niyetim yoktu.”

Ayakta durmak istemediği için masaya yaslanıp uzun uzun bana baktı. “Sen konuşuyorsan dinleyebilirim Ava.” Hemen ona döndüm. “Söylediklerin, kişiliğinin sana verdiği cesaretle konuşman… sana sürekli devam et demek istememe sebep oluyor.”

Kalp atışlarım bir an için hızlandı ama konuştuğu kişi yine Cassandra değildi.

“Uyumalısınız.” Duymadı, tekrar şişeye elini uzattı. Homurdanmamı ancak kulakları çınlıyorsa duymayabilirdi. Dolduracağını gördüğümde bacaklarıma dolanan eteği tekmeledim ve yanına hızla gittim. “Bana bunu yapacak cesareti sen verdin.” dedim kendi kendime ve elindeki şişeyi çektim.

Parmaklarının arasından şişeyi çektiğimde hızla bana döndü, yüz yüze kaldık. Şişeyi arkama götürüşüme bakıp gülümsedi. “Evet, cesareti benden alıyorsun.” Geri gidip şişeyi bırakmak için hareketlendiğimde bana doğru eğildi. İlk olarak elimdekini alıp masaya bıraktı ama diğer eli belimin üzerinde kaldı.

Göğsüm neredeyse göğsüne değecek kadar beni çekti.

Bedenlerimiz çok yakındı, nefesini yüzümde hissediyordum. Boyuma inebilmek için başını aşağı eğip kulağıma fısıldadı. “Aklım dolu olduğu için içki içtiğimi düşünüyorsan çok yanılıyorsun Ava.”

“Öyle olmadığını biliyorum.”

“Bana mı öfkelendin?” dedi alayla. “Aklından geçenleri bana söylemeyeceksin ama şu an bana öfkelisin. Sinirlendiğin an yüz ifaden değişiyor.” Başını geriye atıp suratıma baktı. “Kesinlikle öfkeli görünmüyorsun, hiçbir şey hissetmiyor gibi, sanki kulaklarını tıkamaya çabalıyormuşsun gibi… Dilini tutabilmek için bunu yaptığına inanıyorum ama söylememen gereken her şeyi aradan birkaç dakika geçtikten sonra içinde tutamayıp söylüyorsun.”

“Beni mi inceliyorsun?”

“Günümün çoğu seni izleyerek geçiyor, bunları fark etmemek için kör olmak gerekir.”

Beni incelemesi değil, söylememem gereken her şeyi söylediğim kısmı dikkatimi çekmişti. “Bunun için özür dilerim.”

Başını iki yana salladı. “Beni rahatsız edecek hiçbir şey yapmıyorsun.”

Kırmızılaşmış gözlerine, yüz hatlarına, karmakarışık saçına bakındım. Sıcacık avcu elbisemin üzerinden bile beni yakıyordu, bu kadar yakın olmak bana çok yabancı bir şekilde heyecan katıyordu.

Elimi arkama götürüp üzerimde tuttuğu elinin üstüne koydum ve bir adım geri çekilirken diğer bileğine de uzandım. “Uyumalısınız.” Kaçıyordum çünkü rahatsız olmuştum ama beni rahatsız eden yakınlığı değildi, kurduğu cümlelerdi. Şu güne kadar hiç kimse onun söyleyeceklerini fark edecek kadar yakıma girememişti ama o her gün benimleydi.

Onu masanın yanından çekmeme izin verdi, hala bileğini tutuyordum ama yatağının yanına gelince hemen bıraktım. Arthur yatağına oturduğunda arkamı dönüp çıkardığı şişe bir daha gözüne ilişmesin diye yukarıya kaldırdım.

Ben dolaba giderken o çoktan üzerini çıkarmıştı, üstsüz bir şekilde yatağın kenarında oturuyordu. Tekrar yanına gidene kadar çizmelerini çıkardı ama pantolonunu değiştirmeye hiç zahmet etmedi. Gözleri kapanıyordu ve her ne içtiyse aynısına benim de ihtiyacım vardı.

Tam karşısından ona baktım. Sadece kolyesi ve yüzükleri kalmıştı. “Sizin için kaldırabilirim.” dedim ama neyden bahsettiğimi anlamadı. Elini işaret edip “Ben takılarla uyuyamam, siz de çıkaracaksınız sandım.” dedim.

“Hayır, asla çıkarmıyorum.” Tekrar göz alıcı koca yüzüğüne baktım. “Eloise’in ölmeden önce bana verdiği son hediye. Soracaksan şu an sormalısın Ava.”

“Bilmiyordum.” dedim durduğum yerden. “Değer verdiğiniz açık.”

“Değer vermek mi?” dedi sıkıntılı tebessümle. “Kelimelerin ona olan düşkünlüğümü açıklayacağını sanmıyorum.” Gözlerini yumdu, boş vermiş gibi konuştu. “Ölmeden bir hafta önce, doğum günümdü.” Sesi çıkmıyordu bile. Acı hatıralar onu şu an etkilemiyordu.

Göz pınarlarına bastırdı. Yirmi beş yılda ilk defa birisini yalnız bırakmak istemedim. Arthur günlerdir sessizdi ve ilk defa konuşuyordu. Benim de kendisinden hiç çekinmeden konuşabilmemi sağlıyordu. Ona söylemek istediğim çok şey vardı, Cassandra olarak onunla konuşmayı çok istedim ama yapamadım. Burada geçirdiğim aylar sonrasında değiştiğimin ben de farkındaydım. Ben takdir etmezdim, kendi koymadığım kuralları benimsemezdim, iyi hissettiremediğim için pişmanlık duymazdım.

Arthur’la konuşmak istememin sebebi kendimi kurtarmak için değildi, sadece onunla açıkça konuşan birisi olduğunu asla düşünmüyordum ve kendisini bu kadar hırpalamasına şu an dayanamıyordum.

Dizlerimi kırıp onun bacaklarının önünde eğildim, dediklerimi kafasına kazısın istedim. Cassandra’dan gelecek olan sözleri duymasını istedim ama bunu asla bilmeyecekti. “Bu durumun üstesinden gelirsin.” Yumduğu gözlerini önünde eğilince açtı. “Daha önce bir kralla veya veliahdıyla tanışmadım. Onları gördüm ama tanışmadım. Karşımda gördüğüm kişi kendisinden çok halkını düşünüyor.”

“Görevim bu Ava.”

“Doğru ama çevrene baktığında bunu diğerlerinin yerine getirmediğini göreceksin.” Elimi dengemi sağlamak amaçlı yatağa koymak için kaldırdığımda düşeceğimi sanıp tuttu ve bacağının üzerine çekti. Gözlerim bir an oraya kaydı. “Demek istediğim, Arthur…” Beni tutuşundan gözlerimi çekemedim. “Sen çok iyi bir adamsın ve herkesi düşünüyorsun ama kendini düşünmez, geçtiğimiz günlerdeki gibi geceleri zindana çevirirsen diğerleri için hiçbir şey yapamazsın. Düşünmeden hareket eden bir adam ya yanlış yola girer ya da kendisini yok eder, savaşacak gücü kalmaz. Sen, diğerlerinin aksine, muhteşem bir kral olacaksın. Benim bile takdir edeceğim bir kral.”

Göz göze kaldığımızda söylediklerimi yarın da aklında tutacağına inandım.

Odasından çıkmak için ayaklandığımda hala bırakmadığı elimi sıkıca tutup beni kendisine çekti. “Ava,”

“Gitmeliyim.” dedim elime bakıp. “Çok geç oldu.”

Elimi sıkı sıkı tutan parmakları yavaşça gevşedi, itiraz etmek istiyor gibi durdu ama başını aşağı yukarı sallayıp beni bıraktı.

“İyi uykular lordum.”

**

Sabah olduğunda prensin uyuduğunu öğrenmiş ve rahatsız etmemek adına kendimi bahçeye atmıştım. Öğle vaktine doğru Benedict ve Cecilia’yla yemek yiyecekti, akşam misafirler için ayrıca bir şölen ve ziyafet olacaktı. Yorulacaktı, günlerdir uyumuyordu ve şimdilik prensin ve kralın iyi düşünebilmesi gerekiyordu. Ephraim’i görmesem bile Arthur’u dinç tutmayı kendime görev bilmiştim.

Öğle vakti işim olmadığı için Mary yanına uğramam gerektiğini söylemişti. Kısa yürüyüşümün ardından adımlarımı mutfağa yönelttim. Eşikten geçmeden önce beş kere düşünmem gerekti. İçeride savaş vardı, binlerce insan aynı anda koşturuyor ve konuşuyordu ama Mary’nin sesi hepsinden baskın çıkıyordu.

Ortaya geçmiş, elini beline koymuş ve herkese tek tek ne yapması gerektiğini söylüyordu.

Geriye doğru bir adım attığım sırada bana döndü ve göz göze geldik. “Ava!” Adımı bağırdığında yalandan tebessüm ettim.

Yanımdan tepsilerle geçen kişilere çarpmamak için dura dura, yavaşça ilerledim. Mary bana seslendikten sonra tekrar bağırmaya başlamıştı. Onu korkuyla izleyen, duvar kenarında duran üç kadın daha vardı.

Karşısına geçtiğimde hemen benimle ilgilendi. “Güzel, buradasın… öğle yemeğinde içki servis edeceksin.”

“Anlamadım, ne?”

“İçki. Prenses Cecilia, Kral Benedict, Prens Arthur ve Kral Ephraim orada olacak. Servis sırasında yapman gereken tek şey bu, içki doldurmak. Başka hiçbir şeye elini sürme.”

Gülümsedim. “Mary, sanırım hatalısın, ben…”

“Yukarı çıkacaksın!” Omuzlarımdan tutup beni ters yöne çevirdi ve bekleyen üç kadının arasına iteledi. “Hep birlikte çıkacaksınız, sessiz olacaksınız ve bekleyeceksiniz.” Mary arkasına dönüp bağırınca sesi yankılandı. “Hızlanın! Eksik istemiyorum, sakarlık istemiyorum!”

Gözlerimi yumup durduğum yere hakaretler yağdırdım. Sesli konuştuğum için hemen sağımda duran kadın bana baktı ama göz teması kurmadım. İki kişi daha bizim yanımıza yaklaşıp ne yapmamız gerektiğini anlatırken ne gözlerimi açtım ne de sırtımı duvardan ayırdım.

Loading...
0%