Yeni Üyelik
14.
Bölüm

14. Bölüm

@leeseaa

Salonun ortasındaki uzayıp giden masanın üzerindeki yiyeceklere dakikalarca bakmıştım. Dört kişinin ziyafeti onlarca insanı doyurabilecek kadar çeşitliydi. Eksik yoktu, her şey özenle masaya yerleştirilmişti. Hemen yanımda duran küçük servis masasının üstü içkilerle doluydu. Servis edeceğim içkilere bakıp yüzümü buruşturdum. Masada oturan kişi olmalıydım, servis yapan birisi değil…

Salonun çift kapısı aynı anda açıldığında birlikte beklediğim herkes aynı anda eğildi. Kralların içeri girişini izlediğim ve onlar bize bakmadığı için eğilmeyi pas geçtim. İçeriye ilk önce Ephraim ve Benedict yan yana girdi. Ephraim’i ilk defa bu kadar yakından gördüm. Gülümsüyordu, gülümserken Benedict’le konuşuyordu. İkisi de bize hiç dönmeden Ephraim’in elini uzatıp gösterdiği masaya doğru ilerledi.

Kapıda tekrar hareketlenme olduğunda kralları izlemeyi bıraktım. Arthur ve Cecilia… Bakışlarımı onlardan çekemeyip prensi inceledim. İnanılmaz farklı görünüyordu. Uykusunu almıştı, dinçti ve özenle dikilen, zenginliği temsil eden kıyafetlerinin içinde inanılmaz farklı görünüyordu.

Prenses ise tam hayalimdeki kadındı. Sapsarı saçları omzunun tek tarafına dökülüyordu, özenle ve saatlerce uğraşılmış gibiydi. Zümrüt yeşili elbisesi üzerine o kadar çok yapışıyordu ki bedeninin bütün hatlarını sergiliyor, kabarık eteği onu hiç rahatsız etmiyor gibi yürüyordu. Başını dimdik tutuyor, Arthur’a bakıyor ve yüzünden tebessümü eksiltmiyordu ve çok gençti.

Kaşlarımı çatıp Cecilia’nın Arthur’a olan bakışını inceledim. Bu bakışı biliyordum, bu bakış bana inanılmaz tanıdıktı. Ona hayranmış, gözünü bir an bile ayırmak istemiyormuş ve hayatını onun ellerine verebilirmiş gibiydi. Aşk değildi, tamamen saplantıydı. Bu kadar tanıdık olan ifade beni yıllar öncesine götürdü, gözümün önüne Kral Alec geldiğinde tüylerim ürperdi.

Arthur, Cecilia’ya sandalyesine kadar eşlik etti, prensesin tam karşısına geçmek için hareketlenirken duvar tarafına bakmak aklına geldi. Yan yana duran dört kadının arasında beni gördüğünde Cecilia’nın yanında kaldı, gözlerini benden çekmedi. Şaşırdı, beni burada görmeyi beklemiyordu.

Babası ona seslenince bana bakmayı kesip Cecilia’nın karşısına geçti. Tam önümdeydi, bana dönüktü.

Önümüzdeki saat tamamen dostane geçecek, krallar ve çocukları gülümseyerek muhabbet edecekti. Ephraim veya Arthur onların ağzından laf almayacaktı, şimdilik konusu açılmayacaktı. Sadece hoş geldiniz diyecekler, önemli konuları yarın ya da akşama doğru, yalnız kaldıklarında özel olarak konuşacaklardı. Onların saçma sapan muhabbetlerini dinlerken bardaklarını boş bırakmamak ise benim görevimdi.

Yemekler yenmeye başladığında Arthur’dan gözümü ayırmıyordum. Tabağına neredeyse hiçbir şey almayacağını biliyordum, sadece öylesine dolduracaktı çünkü bu saatte asla yemek yemezdi. Yanında o kadar çok vakit geçirmiştim ki neyi ne zaman yaptığını bile ezbere biliyordum.

Cecilia’yı tam olarak seçemesem, sadece sırtını görsem bile inanılmaz bir kibarlıkla ve yavaşça hareket ettiğini anlayabiliyordum. Dokunulursa kırılacak gibi duruyordu, kendisini bilerek böyle gösteriyordu. Narin, zarif bir prenses... Yıkıp dökecek, elinden içkisini eksik etmeyecek, fethedip başarısını kutlayacak bir kadın değildi, cücelerin kraliçesi Mesmea ile uzaktan yakından alakası yoktu.

Onların yemek yemesini on dakika boyunca durduğum yerden izledim. Ephraim’in son yudumunu aldığını gören, benimle birlikte yukarı çıkan hizmetli durumu fark ettiğinde hemen ardındaki servis masasına döndü, mırıldandı. “İçki.” Beni ve yanımdaki kıza kaçamak bir bakış attıktan sonra şişeleri gözleriyle gösterdi.

Hemen yerimden ayrıldım, elime şarap dolu şişeyi aldım. İki kişi aynı anda masaya yöneldiğimizde Arthur tabağından başını kaldırdı, elimdekine ve tutuşuma baktı. Çenesi kasıldı, mavi gözlerini hemen benden çekti. Ephraim’in arkasından geçtim, Arthur ve Benedict’in bardağına baktım. İlk önce Benedict’in bardağını sakince, bir damla bile sıçratmadan doldurduktan sonra hemen prensin arkasına yöneldim.

Yanına doğru eğildiğimde başını yan çevirip bana baktı. Göz teması kurmadım, dün geceden ne kadarını aklında tuttuğunu düşünüyordum ve kendini tamamen kaybetmemiş olduğu için hepsini hatırladığından emindim.

Şişeyi kaldırıp tekrar yerime döndüm, heykel gibi dikilmeye kaldığım yerden devam ettim.

Prenses içkisinden minicik bir yudum aldıktan sonra saçlarını düzeltti ve tebessümle konuştu. “Bu güzel karşılama ve beklenmeyen davet için teşekkür ediyorum. Xilmari’de olmak her zaman onur vermiştir, krallığınız yine göz kamaştırıyor.”

Ephraim gülümsedi, “Krallığa ışık saçan sensin Cecilia.” Gözlerimi devirdiğimi kimse görmedi. Ephraim’in ağzından bu kelimeler ne kadar sıklıkla dökülüyordu merak ediyordum.

Cecilia’nın teşekkürü masadaki muhabbeti alevlendirdi, sohbet etmeye başladılar. Arkama yaslanıp gözlerimi kapatmamak için kendimi sıktım. Sıradan konuşmalar, savaşa dair en ufak söz barındırmayan absürt sözcükler…

Sohbet sırasında Benedict’in ne kadar mutlu olduğu gözümden kaçmadı. Kızını yıllar sonra Kral Arthur’un yanında görmek istiyordu. Gücüne güç katmak, Xilmari’nin güvenini kazanmak için elinden geleni yapacak gibiydi. Küçük kızını çoktan evlendirmişti ama en çok istediği Cecilia’nın kralın eşi olarak anılmasıydı.

Dalgınlığım Benedict’in kalın sesiyle bozuldu. “Tıpkı annen gibi…” diye mırıldanınca hayallerden kurtuldum ve konuşmalarını dinledim. Benedict, Ephraim’e baktı. “Gözlerine tutulmuştum, o an evleneceğim kadın olduğunu anlamıştım. Sadece asil kanı veya mütevazılığı yüzünden değildi… tamamen mükemmeldi.” Ölen eşlerini andıklarını fark edince bıkmış gibi nefes çektim.

Ephraim acı tatlı bir tebessüm takındı ama Benedict’e bakmadı. Ben bile Eloise’in konusunun açılmayacağını daha Xilmari’ye gelmeden biliyordum, Ephraim ondan bahsetmeyi sevmezdi. “Tek bir bakış her şeyi anlatmaya yetiyor.” diye mırıldandı. “Konuşmasına gerek bile yoktu.” Boğazını temizleyip Benedict’e öylesine baktı. “Gözler önemli Benedict.”

Cecilia da muhabbete dahil oldu fakat Arthur’un ağzını bıçak açmıyordu. Cecilia’nın konuyu kraliçelere çektiğinden zaten emindim, fazla istekli görünüyordu. Konu güzellik algısından açıldığında Arthur elindeki çatalı gürültüyle bıraktı.

“Bir kadını çekici yapan güzelliği değil.” Diğerlerine ters kelimeler kullanınca üçü de ona döndü. Prens eline şarap bardağını aldı ve masaya dirseğini dayayıp tebessümle karşısına baktı, prensesle göz göze kaldı. “İçi boş işe dış güzelliğin hiçbir önemi kalmıyor.”

Cecilia gülümseyerek bardağına uzandı, Arthur’a doğru kaldırdı. “Tamamen katılıyorum.” dediğinde Arthur başını eğip gülümsedi. Kimse onun Cecilia’ya güldüğünü anlamadı.

Küçük bir yudum içki içti, masmavi gözlerini prensesten çekti ve bana çevirdi. Uzakta olsa bile bana baktığını fark ettim, hatta göz kırpmaması bir adım geri gitmek istememe sebep oldu. “Ve zekasının yanında mest eden güzelliğe sahipse…”

“Aradığınızı bulmuşsunuzdur.” diye tamamladı Benedict meyvelere uzanırken.

Arthur gözlerini benden çekti ve Benedict’i onaylarcasına başını eğdi. Prens, arkasına yaslanıp içkisinden bana bakarak bir yudum aldığında yutkundum, diğer tarafa baktım ve odadan çıkmak istedim. Bana baktığını ne Ephraim ne de diğerleri anlamıştı ama fark ettirmek istemişti. Sadece benim görmem ona yetmişti. Bana söylediğini, benim hakkımdaki düşüncelerini uluorta dillendirdiğini düşünsem bile inanmak istemedim.

“Servis.” Yanımdaki kız mırıldandığında bakmadığım masaya dönmek zorunda kaldım. Homurdanarak şişeyi elime aldım, tekrar prensin ve Benedict’in içkisini koymak üzere yavaş adımlar attım.

Arthur’un arkasına ikinci kez geçtiğimde ve içki doldurmak için eğildiğimde elini bardağının üzerine koydu. “Teşekkürler.” Servis etmemi istemedi, uzunca gözlerime baktı. Hala bardağında şarap duruyordu, sadece yarısını içmişti. Başımı eğip yanından çekildim.

Yürürken Benedict’in dedikleri kulağıma geldi. “Kraliçe Eliza’nın kimsesiz büyücülerin eğitim alması için yaptırdığı kütüphaneye yüklü bir miktar bağış yaptığınızı duydum. Eliza, kütüphanenin ihtiyaçlarının karşılandığını söyleyen bir mektup yolladı ve şimdi başarılı büyücülerin eğitime devam edebilmeleri için yeni bir bölüm yaptırıyor.”

Ephraim ne kadar yardım etmişti bilmiyordum ama bahsinin açılması hoşuna gitmemiş gibiydi. “Yatakhane çoktan kurulmuş. Eliza’nın sözlerine göre kütüphanenin tam ortasında külçe altınlar meydana gelmiş. Sıradan, basit bir büyüyle taşınmış ama ne bir isim ne de mühür bulabilmiş. Tamamen yoktan var edilen altınlar.”

Şişeyi bıraktığım elim titredi.

Külçe altınlar ve belki de daha fazlası… Büyüyle çevrelenmiş kütüphanenin ortasına bunları bırakmak imkansızdı, tek birisi yapabilirdi. Aptal kız kardeşim yardımlarını sadece tek kelimelik bir büyüyle belli etmeye karar vermişti.

Saya hiçbir yere yardım yapamazdı, krallıklar ilgilenmek istiyorsa kendileri uğraşırdı. O veya ben krallıkların işine karışmazdık çünkü yardım ettiğimiz yayılırsa o krallığın yanındaymış izlenimi verilebilirdi. ‘Şunca yıl içinde neden Eliza?’ diye düşündürtecekti.

“Geri zekalı.” diye mırıldandım ve hemen ağzımı kapattım. Yanımdaki duydu mu diye kaçamak bir bakış attım.

Benedict hayret ederek “Ah, büyüyle var edilen altınlar?” dedi. “Şaşırtıcı. Hangi kız kardeş olduğunu tahmin etmekte zorlanmıyorum.”

Ephraim de gülünce başımı yukarı kaldırıp gözlerimi devirdim. Diğer kız kardeşin hemen arkasında olduğunu bilseydi ne derdi diye hayal kurdum, düşündüklerim beni bu sıkıcı ortamın içinde şenlendirmeye yetti.

Konuşmalarını bir saat kadar dinlemek zorunda kaldım. Son kırk dakikadır yemek bile yenmiyordu, sadece içki içiyorlardı. Boş iltifatlar, altını dolduramayacakları güven sözleri, göz boyamalar dakikalarca sürdü. Prenses ve kral yemeklere övgü yağdırmayı kesmedi.

Prenses odasına geçip biraz dinlenmek istediğini söylediğinde hepsi ayaklandı. Yemek ve sohbet buraya kadardı, şimdi prenses akşama kadar beş saat hazırlanacak ve yine en mükemmel görüntüsüyle Arthur’un yanına inecekti.

Hepsi sandalyeleri ittirdiğinde yanımdakilerle birlikte hazır ola geçtim, göz göze gelmemek için aşağı odaklandım. Benedict ve Ephraim salondan çıkmak için ilerlerken Cecilia bize döndü. “Her şey çok lezzetliydi, mutfağa ayrıca teşekkürlerimi iletin.”

Arthur onu bekliyordu. Cecilia daha fazla konuşmadan Arthur’un yanına ilerledi ve gülümseyerek koluna girdi ama prens, dışarı çıkmadan önce son kez bu tarafa baktı. Onlar salondan çıktığı an derin bir nefes çektim, bugünü aklımdan çıkarmaya yemin ettim.

İçeride kalan herkes bir yere koşuşturmaya başladığında hiç beklemeden kapıya yöneldim. “Nereye?” diye sordu arkamdan birisi.

“Midem bulanıyor.” diye bağırıp hiçbir açıklama yapmadım. Mary’nin yanında saatlerimi harcamak istemiyordum. Yeterince daralmıştım ve kralların şaraplarını doldurmaya, içinde olmak istemeyeceğim bir durumda zorla bulunmaya daha fazla katlanmak istemedim.

“Mary’ye bir görün!” diye bağırsalar da dönüp bakmadım.

Eteklerimi tekmeleyerek aşağı indim. Hala yemekler hazırlanıyordu, birileri içeri girip çıkıyordu. Mary’yi vakit kaybetmeden buldum, koluna dokunup beni fark etmesini sağladım. “Dışarı çıkıp hava almam gerekiyor, midem bulanmaya başladı Mary.” dedim. Baştan aşağı bana baktı.

Bağırmayı sadece bir dakikalığına bıraktı. “Bembeyaz görünüyorsun Ava.” dedi, ilk defa yatıştırıcı bir ses takındı. “Git. Senin işin bitti ama akşam prens odaya döndüğünde bir isteği olup olmadığını öğren.” Başımı bir kere sallayıp arkamı döndüğümde beni tuttu. “Ezra’ya da görün!”

“Tamam Mary.” dedim, fazla üstüme düşmesi garibime gitti.

Ben yanından ayrıldığım an işine geri dönüp bağırmaya devam etti.

Gerçekten kötü hissetmediğim için odama gitmedim, Ezra’nın yanına uğramadım ve direkt olarak bahçeye çıktım. Temiz havaya ihtiyacım vardı, kendimi bambaşka birisi gibi hissetmeye başlamıştım. Yüzümün beyaz olması, tenimin buz kesmesinin sebebinin aynı odada soylularla birlikte kalmak değildi, tamamen prensin bana bakarak konuşmasıydı. Üzerimde fiziksel hiçbir etki yaratmaması gerekirken sözleri bütün vücudumu harekete geçirmeye yetmişti.

Ana kapının önünde, muhafızların sadece birkaç basamak altında durdum ve tutunup göğsümü şişirecek bir nefes aldım. Gözlerimi yumup dakikalarca soluklanmam gerekti.

Arkamdan ses gelene kadar yerimden kıpırdamadım. “Ava?” Hızla ona döndüm.

Kaşlarını kaldırmıştı, burada ne aradığımı sorguluyordu. “Carter,” dedim ifademi değiştirmeye çalışarak. Ellerimi eteklerime sürttüm. Merdivenin ortasında kalmıştık. “Burada ne arıyorsun?” diye sorduğumda saçmalamışım gibi baktı.

“Asıl sen burada ne arıyorsun?” diye sordu.

Etrafıma bakındım. “Hava almam gerekti. Prens yok, diğerleriyle vakit geçiriyor.” Merdivenlerden inen bir sürü kişi vardı, hepsi benim Carter’la konuşuyor olmama bakıyordu. “Odama çıkmam gerekiyor, sana iyi günler Carter.”

Eteğimi yukarı kaldırıp yanına doğru bir adım attığımda. “Dur.” dedi. “Yarın akşam ne yapıyorsun?” Ellerimle elbisemi kavramış şekilde, bir basamak tepesinde kaldım.

“Hiçbir şey.”

“Elanil’i göreceğim. Eşlik etmek ister misin?”

“Ezra?”

“Ezra’nın işleri olduğunu duydum.” dedi gayet normal bir şekilde.

Teklifi sıradan ama bir o kadar da saçma geldi. Ne diyeceğimi bilemeyerek yüzüne bakmaya devam ettim, dudaklarımın aralık kaldığını fark etti. Minicik bir tebessümle tekrar aynı basamağa inip karşısına geçtim. “Carter, eğer burada bir yanlış anlaşılma varsa…” O kadar yabancı bir bakış attı ki hemen düzelttim. “Yokmuş. Tabii olur.”

Alışık olmadığım teklifi bana Cassandra olarak dolaştığım günleri hatırlattı, aklından neler geçtiğini çözemedim.

“Yanlış izlenim verdiğimi düşündüm.” Mahcup bir şekilde söylendim.

Gülümsedi. “Sanırım ben bunu yaptım. Hayır, sadece vakit geçirebileceğim birisini arıyorum.” Normalde bu sözcükler beni utandırırdı ama tecrübelerim doğrultusunda daha önce hiç kimsenin uzaktan tanıdığı bir kadına, özellikle kendime, bu şekilde sıradan ve dostane yaklaştığına şahit olmamıştım.

“Yarın akşam benim için uygun. Hatta çok uygun. Buradan biraz olsun uzaklaşmak istiyorum.” dedim.

“Taze bira yerine sana şarap ısmarlayacağım.”

Söylediği beni şaşırttı. Elanil taze birayı önümüze koyduğunda elinde şarap olup olmadığını sormuştum. “Unutmadın mı?”

“Hayır, kesinlikle unutmadım.” Başını eğdi. “Yarın görüşürüz Ava.

Merdivenlerden çıkarken duraksayıp ona bir kere daha baktım. Gözlerimi üst üste kırpıştırdım. Yıllar öncesi aklımda oynadı.

“Haftaya da buluşacağız değil mi? Pazar günü, aynı saatte.” dedi çizmesinin üzerindeki karları silkelerken.

Ayağını deli gibi sallamasına gülümsüyordum. “Evet, geleceğim.” Uzun ve yapılı vücuduna gözlerim kitlendi. Aklımdan geçenleri o da düşünüyor mu diye merak ettim. Kolunu tutup onu çektiğimde ayağını sallamayı bıraktı. “Pazar günleri sana daha çok para verecek. Neden benimle buluşmayı alacağın iki misli paraya tercih ediyorsun?”

Ellerini ceplerine sokup gülümsedi. “Vakit geçirebileceğim birisini buldum. İçki dağıtmaya birkaç saatliğine ara vermek, dışarının tadına varmak istiyorum. Hiç arkadaşım yok Ava, hem de hiç. Ne bir aile ne de bir dost.” Dudaklarını büzdü. “Kendim kadar yalnız bir tek sen varsın.”

İç karartan kelimeleri tebessümle söylemesi beni de güldürdü. “Doğru…”

Parmağıyla bir dakika yaptı ve bana arkasını döndü. Kalın ama onu soğuktan korumayan ceketinin cebinden küçücük bir papatya çıkardı. “Bu arada… iyi ki doğdun Ava.” Saçlarımın arasına papatyayı sıkıştırırken şok geçirdim.

“Unutmadın mı?”

“Tek dostumun doğum gününü mü? Kesinlikle hayır.” Yanıma gelip kolunu omzuma attı. “On yedi.”

Yan yana yürümeye başladık. “On sekizi de kutlayacak mısın?”

“Yirmi birinci yaşımı kutlayacak mısın?” Gülümseyerek başımı salladım. Doğum gününe sadece birkaç ay kalmıştı.

Unutmaması beni şaşırtmıştı, Saya bile henüz yanıma gelmemişti ve gece yarısına çok az kalmıştı.

Önüme geçtiğinde onu arkasından izledim. “Hey, Jhann.” Koyu gözlerini bana çevirdi. İçimdeki tüm samimiyetle “Teşekkür ederim.” diye fısıldadım.

“Bana altmışında teşekkür edersin çünkü sana altmış tane çiçek vereceğim. Her berbat geçen yaşın için bir adet.” Ellerini kaldırdı. “Gücüm ancak buna yetecek gibi duruyor ama imkanım olursa boynuna çok şık mücevherler de yerleştirebilirim.”

“Benim için hiçbir şey fark etmeyecek.”

Söylediğimin hoşuna gittiği belliydi. “Bak ne diyeceğim… On sekizinde sana çiçeklerin yanında on sekiz şişe şarap getireceğim. İşte o zaman farklı bir gülümseme beni karşılayacak.”

“Bozulmaya yüz tutmuş bira ısmarlayacağını sanıyordum?”

Omuzunu kaldırıp indirdi. “Şarabı daha çok seveceksin.”

“Çok benziyorsunuz.” diye mırıldandım ve sarayın merdivenlerini çıkmaya devam ettim.

Odama geçtim, akşam olana kadar sarayın içindeki kargaşadan ve sesten uzaklaşmak istedim. Üzerimi birkaç saatliğine olsa da değiştirdim ve kendimi yatağa attım. Ezra’dan sonra Arthur, Arthur’dan sonra Carter… Belki de insanları tanımak için kendime fırsat vermemekten dolayı bana bu kadar farklı geliyorlardı, bilemiyordum ama hepsinin bana iyi hissettiren özellikleri vardı.

Arthur, Shara’yı çağırmıştı, gerçekleri öğrenmişti ve artık kurcalaması gereken hiçbir bilgi kalmamıştı. Bundan sonrası Raeran ne kadar aptal onu gösterecekti. Cassandra olarak Xilmari’nin içindeki küçük odada yatıyordum ama dışarıda olsaydım ne olurdu? Çoktan Raeran’ın planlarını öğrenirdim. İnsanları konuştururdum, belki de kara büyüye başvurup düşüncelerini ve sakladıkları sırları bana tek tek söylemelerini sağlardım.

Kimin ne kadar pis düşüncesi varsa hepsini ortaya döker, Raeran’ı kışkırtırdım.

Hala sessiz kalmama şaşırıyor olmalıydı ya da buna karışmayacağımı düşünüyordu. Başımı yastığımın üzerinde yukarı kaldırdım ve aralık bıraktığım pencereme baktım. Uykudaki güçlerimi açmadım ve bağlılığın izin verdiği kadar iletişime geçebildim. Islığım odayı doldurduktan sonra parmaklarımı göğsümde birleştirip tavana bakarak bekledim.

Beş dakika boyunca hiç kıpırdamadım.

Penceremden girdiğini işittim, odanın içinde bir tur döndü ve sonra yatağımın başlığına kondu. Büyüye ihtiyacım olmadan bana gelen kanatlarım… Başımı iyice geriye atıp tepemdeki kargaya baktım.

“Iolrath’a gidiyorsun. Sen ve diğerleri… Kara bulut gibi üzerinden geçecek, Cassandra’nın hala burada olduğunu göstereceksin, Raeran’ın krallığına düşen ışığı bu şekilde kapatacaksın.” Karga uçup gitti, beni odamda yalnız bıraktı. “En azından bu kadarını yapabilirim. Şimdilik…” derken gülümsedim. Birkaç ay sonra Raeran fırtınalardan kaçmaya çalışacaktı.

**

Göğsümü sıkı sıkı saran korseyi düzeltip üst kata yöneldim. Akşam olmuştu, prens odasında olmalıydı, Ezra beni bulup Arthur ve Cecilia’nın akşamdan erken ayrıldığını söylemişti. Erken dediği saat gecenin bir yarısıydı ama Ephraim hala eğlenmeye ve gösterişe devam ediyordu. Ezra, benim yukarı çıktığımı öğrenince prensin kendisinden istediği bir şey olup olmadığını sormuştu. Sebebini sorduğumda hepsinin şarap bardaklarının arasında yuvarlandığından bahsetmişti, kendisi de buna dahildi.

Kapısının önüne gelene kadar sadece iki kelime edip dışarı çıkacağımı içimden tekrar ettim. Öğle yemeğinde dediklerinden sonra onunla aynı odada vakit geçirmek istemiyordum. Kapıya vurduğumda içeriden hiç ses gelmedi. Belki de odasına çıkmamıştır diye düşündüm ama riske atmadım, kapıyı yavaşça aralayıp başımı uzattım.

Gördüklerimle kaşlarım çatıldı. İçeride sadece bir mum yanıyordu, oda çok karanlıktı. Masasının üzerine mumu yerleştirmişti ve en köşedeki sandalyede oturuyordu. Hemen içeri girip kapıyı arkamdan kapattım.

Girdiğimi duysa da başını kaldırıp bana bakmadı. “Lordum?” Yanına gitmedim, dün bir daha yaşansın istemiyordum ama bu kez sinirli gibiydi. Dünkü haliyle alakası yoktu, bugün eğlenmek için alkol almamıştı. Kralla konuştuğunu ve duyduklarının hoşuna gitmediğini bir an için düşündüm ve güçlerimi açma ihtimali beni ürpertti. “Çıkabilirim?” diye mırıldandığımda nefesini uzunca verdiğini duydum.

“Neden buradasın Ava?”

“Mary ve Ezra bir isteğiniz olup olmadığını öğrenmem gerektiğini söyledi ama…” Sandalyenin koluna koyduğu bardağı görünce sustum. “bir sorun mu var?” dedim merakla. “Bu kez kendinize gelmek değil de kendinizi tamamen kaybetmek istiyor gibisiniz.”

Güldü ama kaçmak isteyeceğim tarzdaydı.

Soruları kaçamak sormanın hiçbir yolu yoktu.

Benedict ona ne dediyse bilmek ve duruma müdahale etmem gerekiyor mu öğrenmek istedim. İç sesim odadan çık diye bağırsa da dinleyemedim, Cassandra olarak Iolrath’a uğramam gerekiyor mu diye kontrol etmeliydim.

“İstediklerinizi size söylemediler, değil mi?”

Arthur sonunda bana bakabildi. “Çok meraklısın.” Sesini yüksek tutmuyordu, konuşmak istemiyor gibiydi. Yine de merakımı dindirmeden edemedi. “Düşündüğün olmadı Ava.”

Sandalyesini ittirip ayağa kalkınca göz temasını bozmamak için başımı kaldırdım. “Anlıyorum. Bir isteğiniz var mı?” Rahatladığımı sesime yansıtmamaya özen gösterdim.

“Yok.” dedi tek kelimeyle. Çıkış biletimi bana sunduğunda geriye doğru bir adım attım. “Öğle vakti orada ne arıyordun?” diye sorunca adımlarım kesildi.

Sesi, bakışları… hoşuma gitmiyordu ve onun da hoşnut olmadığı durumlar var gibiydi. Gecenin bu saatinde bunu sorması oldukça ilginçti. “Mary dedi ki…” diye söze başladım.

“Mary’nin ne dediği umurumda değil!” Birden sesini yükseltip bana doğru yürümesini beklememiştim.

Huyuna gidiyordum, konuşmuyordum ama hiçbir işe yaramıyordu. Shara’yla bir sorun yaşamadıysa kafasını kurcalayan başka bir şeyler var demekti ve geriye tek bir seçenek kalıyordu. Hiç istemediği bir şey için üzerinde baskı olmalıydı.

Sesini yükselttiği için dişlerimi sıktım. “Prensesle evlenecekseniz ve istemiyorsanız bunun acısını benden çıkaramazsınız.” Sesim olması gerekenden farklı çıktı. Cassandra gibiydi.

Lafımın üzerine ilk önce anlamsızca baktı, sonra tebessüm etti. “Evlilik mi?” Daha çok güldü. “Ne evliliği Ava?”

Prensesle aralarında geçen muhabbeti bilmeme şaşırmadı, zaten dedikodu yayılıyordu. Sinirinin sebebi bu da değildi, elimde hiçbir neden kalmadı, tahmin edemedim.

Gergin bedenine, şişelere, bozulmuş yatağına ve dağınık masasının üzerinde yanan cılız muma baktım. Dünkü gibi düşünmekten bu hala geldiğini tahmin ettim ama yanıldığımı hissediyordum.

Tekrar yüz yüze geldiğimizde dudaklarımı konuşmak için araladım ama üzerime bir adım atınca hemen çenemi kapadım ve geriye doğru beklenmedik şekilde adım attım. Gerilemem ve üzerime gelişine gözlerimi dikmem onu durdurur sandım ama sırtım duvarla buluşana kadar durmadı.

“Lordum,”

“Orada olmanı istemiyorum. Yarın odanda kalacaksın, sadece buraya geleceksin.” Yakınlığından dolayı gümbür gümbür atan kalbimi susturmak istedim. Masaya doğru gözlerimi kilitledim fakat yanağımı iki taraftan kavrayıp yüzümü çevirdi. “Duydun mu Ava?”

Karanlıktan dolayı suratını tam seçemiyordum. “Duydum.”

Avucunu tenimden çekmeden aşağı indirdi, boynuma kadar getirdi. Yutkunduğunu duydum. “Sen oradayken düşünemiyorum. Sözlerimi ve bakışlarımı kontrol edemiyorum.” Kendi kendisine konuşuyor gibiydi. Sadece karşısında dümdüz duruyor, yemekte söylediği sözlerin hepsinin beni işaret ettiğini açıklamasını dinliyordum.

“Bunları söylememelisin.”

“Sen de dün gece hiçbir şey söylememeliydin ama her kelimesinde samimiydin.” diye mırıldandı. “Aklımla oynuyorsun Ava. Ne düşündüğüme dair en ufak bir fikrin yok.”

Boynumun tam üzerinde başparmağı usulca hareket ettiğinde nefesimi tuttum. İttirmem, odasından çekip gitmem gerekiyordu. En azından bir şey söylemek zorundaydım ama hem dilim tutulmuştu hem de bedenimi kilitlemişti.

Hareketsiz kaldığımı görünce boştaki elini kaldırdı. Saçlarımı tutan tokayı tek bir hareketle çıkarıp yere attı. İkimizin sessizliğinin içinde tokanın yerde sekişi duyuldu. Saçlarım omuzlarıma hızla döküldüğünde başımı duvara yasladım. Masmavi gözlerini açıp gözlerimden aşağı indi, dudaklarıma bakınca ateşlerin içine atılmışım gibi hissettim.

Ufacık bir hareketle bütün alanımı ele geçirdi, alnım neredeyse alnıma değecek kadar yakınlaştı. “Nefesimi kesiyorsun.” Fısıltı şeklinde kelimeler dudaklarından döküldü.

Dudakları dudaklarımın bir santim önünde kalınca duvara yasladığım elimi kaldırıp bileğine koydum. “Lordum,” dedim imalı bir sesle.

“Arthur,” dedi mest edici tonla. Parmaklarını boynumdan çekti, yanağıma doğru çıkardı ve enseme kaydırdı.

Durdurmak için parmaklarımı üzerinde tutuyordum ama ben de onunla birlikte hareket ediyordum. Ufacık bir söz yeterli olacaktı. Hayır dediğim an çekileceğini biliyordum ama kelimeler uçup gitmişti. Kendimi de onun kadar saçmalarken buldum, gözlerim dudaklarına doğru çoktan kaymıştı. Kendime iltifatlarından etkilendiğimi ve bir anlık şaşkınlıkla onu ittirmediğimi söylesem de yalan olduğunu biliyordum, kendimi kandırıyordum.

Beni etkiliyordu, ilk günden beri farklı olduğunu görüyordum ve her geçen gün daha da hayran kalınacak birisi olduğunu görüyordum.

Daha önce bir adam bana bu şekilde yaklaştığında başım dönmemişti, ellerim kilitlenmemişti ve dilimin ucundaki kelimeler kaybolmamıştı, nefes alışım değişmemişti.

Kendimi zorlayarak çekilmesi gerektiğini söylemek istedim, nefes çekip dudaklarımı araladım ama dudaklarıma dudakları dokununca her şey uçup gitti. Ensemdeki eliyle beni kendisine çektiği an kayboldum, düşünmeyi tamamen bıraktım. Minicik ve korkak bir dokunuş, gerçek bir öpüş bile değildi.

Yapmaması gerektiğini çok iyi biliyor ama engel olamıyordu.

“Gitmek istiyorsan şu an gitmelisin.” dedi dudaklarımın üzerinde.

En yakın dostunun yeğeni, bir çalışanı olarak yatağını süslemeyeceğimi tahmin ediyor olmalıydı, bana istemediğim hiçbir şey yapmıyordu. Eğer Cassandra olarak karşısında duruyor olsaydım bu davranışını bambaşka karşılardım ama bu kimlikle mümkün değildi. Cassandra olarak bütün geceyi onunla geçirebilirdim, belki de sabaha kadar odasından çıkmazdım. Beni hem görünüşü ve vücuduyla hem de düşünceleriyle etkiliyordu. Fakat Cassandra olarak onunla olsaydım aceleci bir geceden sonra toz olup giderdim ve emindim ki hayalimdekinden çok daha farklı olurdu. Bu şekilde nefesimi kesemezdi çünkü onu tanımıyor olurdum. Benim için kimse, sıradan bir shar olarak kalırdı. Birkaç hafta sonra hayal gibi hatırlardım ve unuturdum. Fakat şu an, unutmayacağım kadar şiddetli kalp atışlarını kulaklarımda hissediyordum.

Cevap vermediğimi, hayır demediğimi fark etti, yeterince beklediğini düşündü. Diğer elini belimde hissetmemle birlikte beni kendisine çekti, bedenim bedenine yaslanırken ellerimi göğsüne koydum. “Arthur…” diye dudaklarının üzerine mırıldandım. “bu çok yanlış.”

Bırak, ellerini çek veya beni öpme dememiştim. Yüzündeki sert ifade değişti bu kelimeleri kullanmadığımı fark edince. Çok az dudaklarının kıvrıldığını fark ettim ve tekrar bana yaklaşırken mırıldandı. “Birkaç dakikalık bir yanlış…”

Loading...
0%