Yeni Üyelik
15.
Bölüm

15. Bölüm

@leeseaa

Deminkine kıyasla çok daha emin bir şekilde yaklaştı. Dudaklarıma dudaklarını bastırdığında tırnaklarımı omuzlarına geçirmemek için direndim. Aklımı kullanamıyordum, hiçbir şey düşünemiyordum. Saraya geldiğimden beri yaptığım en büyük hata olabilirdi fakat umurumda bile değildi.

Öpüşüne ilk saniyeler karşılık veremedim, çığlık atmak istedim fakat tek hissettiğim kendisi olduğunda ve artık bedenime söz geçiremediğimde dudaklarımı araladım. Yaptığım onu cesaretlendirdi, dudaklarıma iyice gömüldü. Tutkulu bir öpüşme başlattığımın farkına varmadım ve ne olacaksa olsun demek istedim. Bir elini saçlarıma çıkardı, dibinden kavradı ve beni daha çok bastırdı. Sırtımı duvardan ayırmıştı fakat köşeye sıkıştırmak istiyor gibi davranıp üzerime bir daha geldi. Dudaklarımı yakıp geçti, dili dilime dokundu.

Birkaç dakikalık yanlış…

İstekli bir şekilde dudaklarımı öpüyordu fakat birkaç saniye sonra elinden kayıp gidecekmişim gibi şefkatle ve yumuşacık davranıyordu. Bir anlığına geri çekildiğinde gözlerimi kapattım. Dudağımın kenarını öptü, sonra diğer kenarı… Ellerim üzerinde birazdan titreyecekti.

Kollarımı boynuna doladım, onun ve kendimin kim olduğu aklımdan çıkıyordu. “bu çok yanlış.” Dudaklarımın üzerinde durdu, ağzım ağzında adını söyledim. “Arthur…”

Yüzüme düşen saçlarımı yanağımda tuttuğu eliyle çekti. “Bütün gün bana böyle seslenmeni istiyorum, ağzından kaçırmanı bekliyorum.” Dudaklarını kulağıma çıkardı, “Adımı söylemek sana çok yakışıyor Ava.” diye fısıldadı.

Tepki veremedim, boynuma inen dudaklarını bir anlığına unutup gözlerimi kapadım. Ben ona adıyla seslenebiliyordum fakat o, adımı asla bilmeyecekti. Bana Cassandra demeyecekti, Ava olarak hitap edecek ve beni hiç tanımayacaktı.

Dudaklarımı tekrar bulduğunda aynı şekilde karşılık verdim, kötü düşünceler hızla kayboldu. Haftalardır bana bakışını yakalıyordum, kafamı ne zaman kaldırsam onunla göz göze geliyordum. Her zaman cümlelerinin arasına imalı kelimeleri serpiştirirdi, hep belli etmişti ama karşılığı hiç olmamıştı.

Parmaklarımı ensesinden yukarı çıkardım, sapsarı saçlarına ilk defa dokundum. Dokunuşunda kaybolmak, elbisemi söküp atmasına göz yummak istedim. Dudağımı ısırdığında parmaklarımı ona bastırdım, bütün bedenini bedenimde hissediyordum.

Dokunuşunun tadına varmak istesem de mantıklı tarafımı susturamıyordum.

Cecilia’nın yanından yeni dönmüştü, prensti, Xilmari’nin yönetimine geçecekti ve imrenilecek bir kral olacaktı. O, prensti.

“Arthur,” Karşılığını bir kere olsun Cassandra diyerek verebilmesini istedim. Ellerimi göğsüne koyduğum an durdu ama dudaklarımın üzerinden çekilmedi ve derin bir nefes çekip alnını alnıma dayadı. “her gün buraya geliyorum, çalışıyorum…”

“Hiçbir şey değişmeyecek.” Sözleriyle birlikte başımı ona doğru kaldırdım. O değişmeyeceğine inanmayı seçiyordu ama ben değişeceğini biliyordum. Bugün beni öpebiliyorsa yarın da aynısını isteyecekti ve belki bir daha… Aylarca burada kalmam gerekebilirdi ve bunun sonu benim için ne kadar kötü olursa onun için de bir o kadar dokunaklı olurdu.

Xilmari’ye adım attığım an dikkat çekmeyeceğime dair kendime söz vermiştim. İlk olarak onun yanında çalışmam her şeyi berbat etmişti ve sonra da onu tanımak, onun beni biraz olsun tanıyabilmesi… Çoktan ilgisini çekmiştim, çekinmeden söyleyebilecek dereceye gelmişti. Hem odasında hem de babasının yanında ilgisini belli ediyordu, sadece bana bakarak.

Arthur’un iltifatlarının beni derinden etkilemesinin sebebiyse Ava’ya değil, Cassandra’ya iltifat ediyor oluşuydu. O her zaman kendimi tutamadığımda gülümsüyor, beklenmedik şeyler ağzımdan kaçtığında hoşlandığını belli ediyordu.

İlgisini çeken tamamen bendim. Benim çok daha uysal halim…

Ellerimi aşağı doğru indirdim. “Birkaç dakikalık bir hataydı ve o şekilde kalmalı.” Gözlerine bakmak istemedim.

“Ava,” Ava ismi dudaklarından döküldüğü an dişlerimi sıktım.

Avucumun altında hızla atan kalbini hissedebiliyordum. Çekileceğimi anladığında elini elimin üzerine koydu. Konuşmasına izin vermedim, başımı sağa sola salladım. Cassandra olduğumu bilmiyor olmasına rağmen yaptığı çok yanlıştı, benim yaptığım ise saçmalıktı.

“Gitsem iyi olacak. Bu olmamalıydı, kesinlikle olmamalıydı…”

Ciddiyetimi fark ettiğinde elini yavaşça elimin üzerinden çekti. Zorla beni tutmayacak, ısrar etmeyecekti. Kendi düşüncelerini çoktan dile getirmişti ama benim aklımdan geçenleri hala bilmiyordu. Arthur, şu an ben ne dersem onu yapacak birisiydi.

Elimi çektiğimde bir adım gerileyip küçük bir mesafe bıraktı.

“Söylemen gerekenleri söylüyorsun.”

Başımı bir kere salladım. “Evet çünkü başka seçeneğim yok.” dedim hızla. “Çok geç oldu. Yine çok geç oldu…” Kendi kendime konuşuyor, aklımı ondan uzaklaştırmaya çalışıyordum.

“Ava,”

“Gitmem gerekiyor.”

Başını bir kere salladı ve yüzüme az öncekine çok uzak bir ifadeyle baktı. “Nasıl istersen.”

Eteklerimi tutup duvarla onun arasından hızla çıktım. Hiçbir şey demedim, dönüp bir kere daha bakmak istemedim çünkü çok daha fazlasını istiyordum, sonuna kadar odasında kalmak ve sıcaklığını hissetmek için yanıp tutuşuyordum ve eğer dönersem Ava’yı komple kaybedecektim.

Açık saçlarımı kulağımın arkasına atıp kapıyı açtım. Arkamdan beni izlediğine şüphe yoktu ama dönmedim, bakmadım ve az önceki birkaç dakikayı unutmaya kendimi zorladım.

**

Sabah olana kadar uyumak için çırpınsam da göz kırpamamıştım. Tavanı izlemiştim ama aklımdan hiçbir şey geçmemişti, hayallerim sadece gece yaşananlar üzerineydi. Erkenden giyinmiş ve mutfağın yolunu tutmuştum.

Prensin çayını almak için bekliyordum. Mary beni gördüğünde neden burada olduğumu sordu. “Prensin odasına çıkacağım.”

“Prens, kral ve prensesle birlikte sabahını geçirecek Ava. Yukarı çıkmana gerek yok.”

Önüme koyulan tepsiyi almadan önce Mary’ye döndüm. “Öyle mi? Dün akşam neden aşağıda olduğumu ve neden her zamanki gibi odasına gitmediğimi sorup beni iyice azarladı. Prens odasından çıkmış olsa bile orada olup olmadığını kontrol etmemi istiyor.”

Mary’nin zaten olmayan neşesi iyice kaçtı. Kaşları yukarı kalktı ve eli belinden düştü. “Götür.” deyip tepsiyi önüme ittirdi. “Çabuk ol Ava!”

Bir anda değişen tavrına gülümsemek istedim ama içime attım. “Tamam.” Beş kere işaret ettiği bardağın üzerini kapatıp hemen elime aldım ve hızla yukarı çıktım.

Her zamanki vakitte prensin odasının kapısını çaldım. Ne bir dakika erkendi ne de bir dakika geç. “Gel.” Sesini duyduğum an içeri girdim ama Arthur’un mavi gözleri yerine Carter’ın kahverengi bakışlarıyla buluştum.

“Günaydın lordum,” dedim ilk önce ve Carter’ın tam yanından geçerken mırıldandım. “günaydın Sör Carter.” Arthur, dışarıda vakit geçireceğini bildiğim halde sabah yanına gelmeme şaşırmadı.

Gitmemi isteyecek mi diye ona ve Carter’a bir kere baktım ama ikisi de çıkmamı söylemedi. Prensin yatağına doğru önünden geçip gittim. “İstediğin gibi George krala ve prensese yol boyunca eşlik edecek.” dedi Carter. Yarın dönüyor olmalılardı.

“Güzel.” dedi Arthur ve sandalyeye bıraktığı yeleğine uzandı. “Sen burada kalıyorsun Carter.” dediğinde Carter başını eğdi ve hemen ardından bana döndü. “Sen de işi bitirince çıkabilirsin Ava.” Küçücük tebessüm ettim.

Hiçbir şey olmamış gibi.

Carter’ın bana baktığını hissedince hemen ona döndüm. “O zaman akşam için seni erkenden bulurum Ava.” dediği an dişlerimi sıktım. Arthur’un yanında konuşmak istemezdim, dışarıda ne yaptığımı bilmesi beni rahatsız ediyordu ama Carter’ın susmak için sebebi yoktu.

“Tabii.” diye mırıldandım, Arthur’un bana baktığını fark ettim.

Carter tekrar hareketlendi, selam verip dışarı çıktı. Tam yatağa eğileceğim ve yastıklara uzanacağım sırada Arthur’un adım seslerini duydum. “Akşamını onunla geçirmeyi önceden mi planladın?” dediğinde sanki çok meşgulmüşüm gibi dönüp bakmadım.

“Evet.”

“Eğer Carter’la samimiysen ve günlerini onunla geçirmeyi düşünüyorsan bunu bana dün söylemeliydin.” Örtüyü hızla çekip almıştım ama sözlerinden sonra yerine koyamamıştım. “Eğer ona ilgi duyuyorsan bunu bana söylemeliydin Ava.” Bakışlarındaki farklılığı sezince elimdekini yatağa fırlattım.

“Anlamadım?” dedim tiksintiyle. “Ona ilgi duyduğumu mu düşünüyorsun?” Cevap vermedi ama yüzündeki ifadeden ne demek istediği anlaşılıyordu. “Sen beni ne sanıyorsun?” Dün gece onu öpüp bu akşam Carter’la dağıtacağıma inanıyordu ama ikimizin dağıtma anlayışı çok başkaydı. Hakkımdaki düşünceleri baştan yanlıştı çünkü kim olduğumu bilmiyordu ama beni Ava olarak bile böyle yargılamasına izin veremedim. “Carter’la dışarı çıkmam bu kadar mı garip?”

“O benim arkadaşım Ava.”

“O benim de arkadaşım Arthur. En azından bu yolda ilerliyor.” Sesimin yükselmesine engel olamadım ve adı istemsizce dudaklarımdan döküldü.

“Ezra, üçünüzün birlikte vakit geçirdiğinden bahsetti. Carter da aynı şekilde.”

“Sen tamamen yanlış anlamışsın. Benimle ilgilenmiyor, düşüncelerini de açıkça belli etti.” İfadesi hızla değişti. “Endişeleneceğin hiçbir şey yok. Zaten dün bir hataydı.”

Gözleri üzerimde gezindi. Aklından geçirdiklerini hızla yalanlamam onun tekrar yumuşak bakışlara bürünmesini sağladı. Konuyu başka yöne çevirdi. “Bana bir hataymış gibi gelmedi.” dedi içtenlikle. Öfkeli ifadem bir anda değişti. Dün birkaç dakikalık yanlış olarak nitelendirdiği anı şimdi bambaşka göremezdi.

“Hataydı.” dedim ama bana buna inanmıyormuş gibi bakınca vücudumu ateş bastı. “Ne ima ediyorsun bilmiyorum ama beni tanımıyorsun.”

Benim aksime oldukça sakin bir tonla konuştu. “Sinirleniyorsun.”

“Evet sinirleniyorum. Prensi elde edeyim, yatağını süsleyeyim… Bu düşünceler bana oldukça uzak Arthur.” Hızla arkamı döndüm, yüzümün halini görsün istemedim. Dün geceden beri aklımdan geçen milyonlarca düşünceden sadece birisini söylemiştim. Kendimi ona tanıtmak istemiyordum ama farklı bilmesi de hiç içimden gelmiyordu.

Az önce fırlattığım için iç içe giren örtüyü elime aldım ve ayırmaya çalıştım. “Ne dedin?” dediğini duyar gibi oldum. Elimdekine bakıyordu, göz ucuyla görüyordum. Ayıramadığımı gördü, sinirle hareket ettiğim için yumuşacık örtü elimde parçalanacaktı. “Bırak şunu.” deyip elimden aldı ve yatağa fırlattı. Kolumu tutup beni kendisine hızla çevirdi. “Bunu düşündüğümü mü sanıyorsun?”

“Ne düşündüğünü bilmiyorum.”

“Düşündüğüm şey benden olabildiğince uzak durmaya çalıştığın ama bunu istemediğin.” dedi, hala parmağı kollarımdaydı. “Kendin olmak istediğin ama olamadığın. Aklını ne kurcalıyor bilmiyorum ama hakkında kötü tek bir düşüncem yok Ava.”

Kolumu çekip ondan kurtardım. “Neden kızmıyorsun? Karşında örtüleri fırlatıyorum Arthur. Söylememem gereken her şey ağzımdan çıkıveriyor.”

“Sebebini biliyorsun, ağzından kaçırdığın her şey sadece hoşuma gidiyor.” Sinir seviyem git gide artıyordu ama Arthur’un sözlerinden dolayı değildi, kendim olarak konuşmak isteyip de konuşamamamdan kaynaklıydı. Söyleyebilmek istedim, bilsin istedim.

“Yanlış bu.” dedim ve bir adım geriledim. “Çok yanlış.”

“Birçok kişiye göre öyle.” dedi, kendisini bunun içine katmadı. “Ama öyle hissettirmiyor.” Kollarım iki yana düştü. Konuşmak istiyordu, her halinden belliydi ama benim diyebileceğim hiçbir şey yoktu.

Dünün tekrar yaşanacağını düşündüm, gözlerinde yaklaşmak istediğini gördüm. Bir kere o kuyuya inmiştim, bir daha tekrarlanmayacaktı. “Prenses bekliyor, babanız bekliyor…”

“Onlara ne zaman katılacağıma kendim karar veririm Ava.”

“Benimle oyalanıyorsunuz.”

“Buna oyalanmak diyemem.” Omuzlarım da düştü. Dik duruşumu sergileyemedim. Artık çekinmeden konuşuyordu, söyledikleri hoşuma gidiyordu, ısrarı bile samimiydi fakat duymak istemiyordum, duydukça kendimden kopuyordum.

Uzun zamandır başkasının kalbini önemsemiyordum, Ezra hariç birisinin umurumda olacağını hiç sanmazdım fakat Arthur bu şekilde devam ederse sonunda üzülecekti. Belli etmeyecekti ama onu kıracaktım. Ava olarak gidecek, bir daha dönmeyecektim.

Bir adım attığında telaşla elimi kaldırdım. “Arthur, dur.” Bir adımla kaldı, tek kelimeyle durdu. Yakınlaşmak için geldiğine inanmasam bile ne kadar doğru düşündüğümü görmek istemedim. Yaklaşsın istemedim. “Lütfen dur.”

Başını eğip gözlerini kapattı. Parmaklarımı birbirine geçirişime baktı, söylemek istediğim her şeyi içimde tuttuğuma inandı. Tekrar başını kaldırdığında az önceki adamı göremedim. “Çıkabilirsin.” dedi. “Burayı böyle bırak ve başkasını yolla.”

Hafif başımı salladım. “Tabii, nasıl isterseniz lordum.” Kötü bir kelime kullanmışım gibi baktı ama hiçbir şey söylemedi ve arkasını dönüp odadan çıktı.

Arthur’un kapıyı çarpışı bütün odada duyuldu. O gittikten sonra bile hareket edemedim. Mutsuz olmak için hiçbir sebebim yoktu ama kendimi perişan hissettim. Xilmari’den toz olmak, başka topraklara geçmek istedim ama yapamadım.

Odasından hızla çıkıp alt kata, kendi odama geçtim. Üzerimdeki elbiseyi parçalayacak gibi çıkardıktan sonra pantolonumu giydim, saçımdaki tokayı fırlatıp attım. Duvarlar üzerime geldi, kaçacak delik arıyordum.

Ezra’nın odasına koştum ama kapıyı açtığımda karşıma bomboş ve karmakarışık bir oda çıktı. İçeri bile girmeden koridora tekrar yöneldim. Neredeydi bilmiyordum, belki de işleri vardı. Ezra kaybolduğunda onu bulmak imkansız oluyordu.

Odaların önünden hızla geçtim ve kendimi en alt katta buldum. İkinci şansımı denedim, bütün sarayı talan ettim ama onu da göremedim. En son kendimi bahçeye atmaya karar verdim ve koca heykele açılan merdivenlerden hızla inerken tam karşıdan geldiğini gördüm.

“Carter,” Bu tarafa doğru geliyordu ama adını söylemeden geçemedim. Adımlarımı hızlandırdım, onu yarıda yakaladım.

“Ava?” dedi nefes nefese kalışımı görüp.

“Beni buradan çıkarır mısın?” dediğimde ne olduğunu anlayamadı. Sadece yirmi dakika önce beni prensin odasında görmüştü.

“Ne?”

“Ezra yok, beni dışarı çıkarabilecek kimse yok ve patikaya kadar gidip gelmek istemiyorum. Beni çıkarır mısın?”

“Ava, sen iyi misin? Akşam buluşacağımızı sanıyordum.” dedi hafif bir telaşla.

“Lütfen… Carter. Lütfen.”

Ağzı açık kaldı, ne diyeceğini bilemedi. Sadece ne olduğunu anlamaya çalıştı ama bulamayacaktı. “Çıkarırım.” dedi soru sormadan. Kapıyı gösterdiğinde onunla beraber saraydan dışarı çıktım.

Nereye gittiğini biliyormuş gibi ilerledi. Sarayın koca kubbelerine doğru başımı kaldırıp kısık gözlerle yukarıya bakarken Carter yön değiştirdi, ara yolları kullandı. Peşinden ona yetişmek için hızla ilerliyordum.

“Berbat görünüyorsun.” dedi suratıma bakıp.

“Hayır, sadece daraldım ve sessizliğe ihtiyacım var. Mümkünse buradan uzak bir yere.”

“Pekala…” deyip yürümeye devam etti ve sonunda beni ahıra getirdi.

Samanların üzerine basarak geçip ahıra arkadan girdik. Şaşkınlığım yüzüme yansıyınca gülümsedi. “İhtimal vermedin, değil mi?”

“Hayır, vermedim. Sadece beni yatıştırıyorsun sandım.”

İçeriye doğru bir adım atıp parmağını kaldırdı. “Burada bekle.” Başımı bir kere salladım ve onun kabinlerin arasında kaybolmasını uzaktan izledim. Ortalarda bir yerlerde durdu, seyise birkaç şey dedi ve simsiyah, çoktan eyerlenmiş bir atı dizginlerinden tutup dışarı çıkardı.

Başımı kaldırıp tam karşıma geçen ata dokundum. Asık suratımda küçük bir tebessüm oluştu.

“Hey!” Tanıdık başka bir sesle omzumun üzerinden arkama döndüm. “Carter!” Sör Philip, ahıra doğru dörtnala yaklaşırken bizi gördü. Hızla Carter’ın yanında durdu ve tepeden kısık gözlerle bize baktı. “Ne oluyor?”

Carter yanındaki atın yelelerine vurarak “Philip… saraydan küçük bir kaçış.” dedi. Güneşten dolayı bir gözünü kapatmıştı.

Philip orman yolundan yeni çıkmıştı. Carter’ın sözlerine tek kaşını kaldırarak cevap verdi. “Kaçış mı?” Bana döndü. “Günaydın Ava. Bu fikir Carter’dan mı çıktı, yoksa masum mu?”

“Benim fikrimdi.” dedim, yakalandığımı sandım fakat Philip’in suratında alaycı bir gülümseme vardı.

“Harika.” Atı hızla ormana döndürdü. “Gidelim.”

“Geliyor musun?” diye sordu Carter.

“Berbat bir gün geçirdim Carter. Tabii ki geliyorum.”

Onu tanımıyordum, sadece Valtoa toplarken kendisine bağırdığım bir şövalyeydi. Carter’la göz göze gelip önemsemiyormuş gibi görünmeye çalıştım. Philip’in tutumunu normal karşıladı ve atın yanına geçip hızla üzerine çıktı. Bana uzattığı eline aşağıdan baktım. “Madem öyle… birkaç saat Philip’e katlanmak zorunda kalacaksın Ava.”

“Sana katlanabiliyorsa herkese tahammülü vardır Carter.” dedi Philip onu hiç ciddiye almadan.

Carter’ın bileğini tuttuğumda beni hızla yukarı çekti. Arkasına yerleştiğimde üzengiden ayağımı çıkardım, kollarımı hafif bir çekingenlikle ona doladım. Omzunun üzerinden bana döndü ve ağzını neredeyse oynatmadan konuştu. “Bundan Ezra’ya bahsedersen beni öldürür.”

“Neden?”

“Çünkü sana seni bir an bile kaybetmek istemiyor gibi bakıyor. Sanki aradığında seni bulamazsa bütün dünyası başına yıkılacakmış gibi davranıyor. Ava nerede, sarayda mı, kaybolmadı değil mi…” Kulağını gösterdi. “Kendi kendine konuştuğunu bu kulaklar duydu.”

Gülümsedim ve ona iyice tutundum. “Haberi olmayacak.”

“Yerinde bir karar.”

Philip yanımızdan geçerken sitem etti. “Haydi, Carter! Güneş tepede ve yakıyor. Ağaçların arasına girmek istiyorum.”

Ata kendim binemesem ve rahatça yolculuk yapamasam da halimden memnundum. Carter’a doğru iyice kaymıştım. Sadece dörtnala at koşturttuğunda düşmemek için ona tutunmak zorunda kalıyordum. Nereye gidiyorlardı, ne kadar derine ineceklerdi hiç bilmiyordum ama Philip nereye kaçtığımızı kafasında kurmuş gibiydi.

Philip sonunda yavaşladığında Carter’dan ayrıldım ve ağaçların gökyüzünü kapamadığını, otlakların bacaklarımıza kadar çıkmadığını gördüm. Philip bacağını atıp attan hızla indi ve bize doğru geldi.

Ellerini bana doğru kaldırmasına şaşırdım. “Atla, Ava.” dediğinde üstelemeden kollarından destek alıp ona tutunarak Carter’ın arkasından indim. Beni oyuncakmışım gibi kaldırdı, çimenlerin üzerine bıraktı. Philip arkasını bana döndü ve başını yukarı kaldırıp duymamızı istiyor gibi nefes çekti. “Duyuyor musun?” dedi ağaçlara bakıp. “Sessizlik.”

“Dışarı çıkmaya ihtiyacı olan sendin.” dedi Carter yanımdan geçerken.

Atları çimenleri üzerinde bıraktık. Ayakta kaldım ve Philip’in kendisini ağacın gölgesine atmasını izledim. Üstü başı çamur içindeydi, belli ki sabahtan beri dışarıdaydı. Onun gibi, yığılmışçasına kendimi bırakmamaya özen gösterdim, biraz daha çekingen davranarak oturdum.

Carter ve Philip’in arasında kaldım. Philip elinden bırakmadığı matarasına uzanıp dudaklarına götürdü ve yüzünü buruşturdu. “Anlatsana Ava… Kendini ormana atmak isteyecek ne yaşadın?” deyip elindeki matarayı tepeden Carter’a attı.

Carter gülümseyerek bir yudum aldı. “Arthur gününde değil.” Philip şaşırmış gibi Carter’a döndü. “Ava sabah onunlaydı.”

“Sör Philip, aslında durum prensle hiç alakalı değil. Tabii ki onunla bir sorunum olamaz.” dedim, yalanlama ihtiyacı hissettim. Onlar dostu olabilirdi ama ben değildim.

Philip elini salladı. Carter matarayı bana eğilerek uzattığında aralarında çevirdikleri sıvının sadece su olmadığını anladım. Philip muzip bir gülüşle, “Ne içtiğini biliyor musun?” diye sordu.

Matarayı Carter’dan almamıştım. “Sağlam bir bünyesi var. Ezra’nın yalancısı değilim, gördüm.” Matarayı bana doğru salladı.

Elinden usulca aldım ve küçücük ağzından içeri bakmaya çalıştım ama göremedim lakin kokusu burnuma doldu, içimi titretti. “Kemik Kıran özü.” dedim mırıldanarak. Şaşkınlıktan dolayı verdiğim tepkiyle ikisinin de dikkatini çektim ama gayriihtiyari konuşmuştum.

“Nereden biliyorsun?” dedi Philip.

“Cüceler kullanır.” dedim ve içip içmemek konusunda kararsız kaldım. Kemik Kıran, Mesmea’nın kendisinin yarattığı kokteyle verdiği addı. Bu içki Modgrak hariç başka hiçbir yerde bulunamazdı, maddeler üretilemiyordu. “Oldukça popüler ama Xilmari’de olmadığını sanıyordum.”

Philip bunu nereden bulduğunu sorguladığım için kendisine hakaret ediyormuşum gibi göründü. “İsteyip bulamayacağım hiçbir şey yok Ava.” Sırtını ağaçtan ayırıp anlatmaya başladı. “Kraliçe Mesmea’ya birçok konuya düşkünüm fakat içkileri…” Parmaklarını dudaklarına götürüp öptü. “Elindeki onların yerli içkisinin özüdür Ava, yerinde olsam küçücük bir yudum alıp bırakırdım. Aklı başında olan herkesi şeytana çevirebilir türden. Mesmea bunun sek içilmesini yıllar önce yasakladı. Özünü bulamıyorsun, elindeki Kemik Kıran değil, çok daha beteri.”

O kadar kötü bir şekilde güldüm ki aklımdan geçenleri anlayacak sandım. Koca bir özü yıllar önce bulduğumu söylemedim, Cassandra olarak Modgrak’ta içki içtiğimden haberi yoktu. Bilmeden elime aldığım özün beni hasta edecek kadar sarhoş ettiğini, adımı bile söyleyemeyecek kadar beter duruma geldiğimi bilmiyordu. Mesmea’nın, yumuşatmaya çalıştığı öze Kemik Kıran adını vermesinin bir sebebi vardı.

“Tahmin edebiliyorum…” diye mırıldanıp küçücük bir yudum aldım. Genzimi yakan yoğun sıvı burnumdan çıkacak gibi oldu. Onun beklediği çok daha kötü bir tepkiydi fakat hiç bozuntuya vermeden matarayı geri uzattım.

Philip arkasına memnuniyetle yaslanıp bir yudum daha içti. “Modgrak’a gittiğinde bir koliyle döndü.” dedi Carter açıklamak istiyor gibi. “Philip, oraya yollanması gereken son kişiydi.”

“Ha, sen gidecektin ama ben gidemeyecektim öyle mi?”

Xilmari ve Modgrak’ın birbirini ziyaret ettiğini duymak içime su serpti.

Saya şu an oradaydı. Modgrak’ta içki içip eğlendiğini sanmıyordum, dikkat çekecek hiçbir şey yapmıyor olmalıydı. Gülümsedim, matara tekrar avucuma gelene kadar konuşmadım. “Kraliçe Mesmea’yla tanıştınız mı?” diye sordum Philip’e.

Yutkunmamı zevkle izledi.

“Tanışmak mı… Aşık oldu.” dedi Carter.

Philip yalanlamadı. Mesmea yaklaşık elli yaşında olmalıydı, Philip ona hayranlık duyuyor olabilirdi ve onu ben bile görmemiştim. Sadece krallığında bulunmuştum. “İçeri girdiğin an eğlence başlıyor. Bir ziyafet, misafirlerin hepsine ayrı ayrı Kemik Kıran ikram ediyor, sen kafayı bulurken o eğleniyor çünkü cücelerin bünyeleri bizimkinden çok daha farklı.” Başını geriye attı. “Benim bile tek elimle kaldıramayacağım bir baltayı kraliçenin parmağıyla tutması ne kadar cezbedici, biliyor musun?”

“Hayal edebiliyorum.”

Philip matarayı bacaklarının üzerine koydu ama üçüncü yudumu almadı, bize de uzatmadı. Carter bacaklarını ileriye doğru kasılmış gibi uzattı, ellerini başının arkasına destek olarak koydu ve ağaca aynı Philip gibi yaslandı.

“Ephraim geçen gün bir liste istedi…” diye söze başladı Philip. “Cassandra’nın en fazla hangi krallıkları yaktığını gösteren bir liste. Tabii, bilindiği kadar.” Bakışlarım çimenlerin üzerinde dondu. “Modgrak’a hiç uğramamış. Uğradıysa bile bela olmamış.” Güldü. “O bile Modgrak’ı seviyorsa benim hayran olmam gerekir.”

Dudaklarımı kemirdim, Ephraim’in bununla ne gibi bir ilgisi var diye düşündüm. Eğer bu listeyi gerçekten istediyse Raeran’dan ne kadar nefret ettiğimi kanıtlı bir şekilde görebilirdi ve büyük ihtimalle zaten bunu ölçmek istemişti.

“Modgrak’ta karışılacak hiçbir şey yok çünkü Philip.” dedi Carter ve mataraya uzandı.

Çekingen bir sesle. “Başka?” diye sordum. İkisi de bana döndü. “Merak ettim.”

Philip oldukça normal karşıladı, Cassandra’yı merak etmem onun için doğaldı. “Başı Axilya çekiyor.” dediğinde Carter kahkaha attı.

“Haftada bir kara bulutlar, fırtınalar, ortalıkta gezinen yılanlar… Alec çok mutlu olmalı.” dedi Carter. Bakışımdan bir şey anlamasınlar diye kafamı kaldırmıyordum.

Philip hemen parmağını kaldırdı. “Hayır. Son yıllar içerisinde Axilya’ya sadece bir kere uğramış ve o da geçtiğimiz aylarda yaşandı. Cassandra son dört yıldır Alec’e elini sürmüyor.” Philip’i izledim, devam edecek gibiydi. “Sebebi vardır.”

“Bunu bilemezsiniz.” dedim, konu ilgimi oldukça çekti. Yanımda benden bahsediyor olmaları içimi titretse de duymak istedim. “Belki de duyurulmamıştır.”

Philip omuz silkti. “Eskiden yeri göğü inletecek şekilde Axilya’ya gider, orada olduğunu belli ederdi. Birden bunu yapmayı kesmesinin elbet bir sebebi vardır.” Kaşlarımı çattım. Philip, bana Ephraim ve hatta Arthur’un düşüncelerini söylüyordu. Alec ile sonunda anlaşabildiğimi sanıyor olabilirlerdi. Ben hiçbir zaman elflerden hoşlanmamıştım ve bunu asla saklamamıştım ama durmam, birden uğramayı kesmiş gibi görünmem onlara Alec’le resmen tanıştığımı düşündürtmüş olabilirdi.

“Elbet, bir sebebi vardır.” diye mırıldandım ve matarayı istedim. Sadece dudaklarımı değdirdim, bu kez suratımı buruşturmadım.

Alec ile konuştuğumu sanıyor olsalar bile Raeran’ın tepesinden geçen ve karanlık gibi çöken kargaları duyacaklardı ve o zaman Ephraim, Raeran’ın karşısında duracağımı anlardı.

“Neden daha önceden Xilmari’ye gelmedin Ava? Ezra’nın yüzü gülüyor, seni yanında görmek onu çok mutlu etmiş gibi.” Matarayı işaret edince ona attım. “Senden daha önce hiç bahsetmemiş olmaması da şaşırtıcı.”

Philip’in bilmeden sorduğu her soru benim yalan atmama sebep olacaktı. İrdelemiyordu, sadece konuşmaya çalışıyordu.

“Paraya sıkışana kadar saraya gelmeyi düşünmemiştim.”

“Ailen?”

“Ölü. Hepsi.” Philip bu kelimeleri duygusuzca yan yana getirmeme kaşlarını kaldırıp indirerek tepki verdi.

Carter ona çıkardığı eldivenini attı. “İçimi karartıyorsun Philip.”

“Ne?” diye bağırdı Philip. “Öğrenmeye çalışıyorum. Ava’yı daha çok göreceğime inanıyorum ve tanımaya çalışıyorum Carter. Ben, senin gibi akşamlarımı Elanil’in yanında geçirmiyorum.”

Carter’ı hiç umursamadan bana birkaç şey sordu. Sorduğu her şeye kaçamak cevaplar verdim fakat on dakika sonra hakkımda bilmesi gereken her şeyi öğrendiğine inandı. Carter, Philip ve Arthur aynı yaştaydı, hepsi çocukluktan beri vakitlerini birlikte geçiriyordu. Sadece şu an burada olmayan şövalye George onlardan bir yaş küçüktü, benimle yaşıttı.

Sarayın hemen bitişiğindeki ormanda bir buçuk saat kadar onlarla oturdum. Aklımı kurcalayan prens ve Raeran kısa süreliğine ilgi odağım olmaktan çıktı. Philip geçmişi kurcalamayı bıraktıktan sonra tıpkı Carter gibi havadan sudan konuşmaya başladı. Bana yaşadıkları birkaç şeyi anlattı, Carter ile ufak ama eğlenceli atışmalara girdi.

Su gibi akıp giden ve bana inanılmaz yabancı olan saatlerin ardından Philip kalkmamız gerektiğini söyledi. Değişik geldi. Git gide büyüyen stresi bastırmak için ilk önce Carter’a koşmam ve ardından Philip’in de dahil olduğu bu küçük kaçamağın beni rahatlatmış olması son derece farklıydı.

Carter ata bindikten sonra arkasına geçtim ve kulağına doğru fısıldadım. “Teşekkür ederim Carter. Küçük kaçamak için.”

Gülümsediğini biliyordum. “Bundan sonra kime koşacağını biliyorsun Ava.” deyip bana döndü ve göz kırptı. “Her zaman.”

Loading...
0%