Yeni Üyelik
17.
Bölüm

17. Bölüm

@leeseaa

Bir ay daha geride kaldı. Haftalar aynı geçiyordu, değişen tek şey kendimdim. Ezra’nın dediklerini unutmamıştım ve kendimi kapatmamıştım. Geçirdiğim bir ay içerisinde Carter’ı haftanın dört günü görmüştüm, kimi geceler Ezra ve benimle birlikte Baraka’ya gitmiş ve Elanil’le hep birlikte muhabbet etmiştik.

Carter, Xilmari’deki arkadaşım olmuştu. Ezra yokken gözlerimin aradığı kişi, rahatlıkla konuşabildiğim bir adamdı. Beni tanımıyordu, Ava’nın eğlenceli olduğunu düşünüyordu fakat onun da konuştuğu kişi artık Cassandra’nın bastırılmış öfkeli haliydi.

Dışarıdan bakıldığında katlanılabilir görünen günlerimin sabahları zindan gibi geçiyordu. Ezra’ya kulak vermiş olabilirdim ama bu sadece Xilmari ve Carter hakkındaki konuşmaları için geçerliydi. Arthur’la en son dört hafta önce konuşmuştum. Odasında, bana dokunma dediğim an son gerçekçi konuşmamız olmuştu. Ne önünde eğilmeden bir gün geçirmiştim ne de ağzımdan olur olmadık kelimeleri kaçırmıştım. Buraya ilk geldiğimdeki halimden bile yabancıydım. Bambaşka bir Ava görüyordu ama içimdeki düşüncelerin hiçbirini bilmiyordu.

Arada sırada bana bakışını yakalıyordum. Hala aynıydı, hareketlerinde hiçbir değişiklik yoktu ama benimle konuşmamaya yemin etmiş gibiydi çünkü karşısındaki hizmetçi onun gözlerine bile bakmıyordu.

Ava’ya ilgi duymuyordu. Onunla kendimden çok uzak bir dille geçirdiğim konuşmalardan hoşlanmıyordu, sadece içimden geçeni söylemem ilgisini çekiyor, devamını duymak istiyordu. Her seferinde Cassandra’yı duymak istemesi ipleri elimden bırakmama sebep olacak gibi hissettiriyordu ama dirençliydim, olmam gereken kişiydim.

Onunla konuşmamak Raeran hakkındaki alabileceğim bilgileri sınırlamıştı fakat Ezra, sürekli kralın yanında olduğu için danışmanlarıyla olan konuşmaları duyuyordu, bizzat Arthur yanlarına gittiğinde her şeyi dinliyordu. Bana olanı biteni o anlatıyordu ve Raeran sessizdi. Cassandra’nın her şeyden haberi olduğunu düşünüyorlardı, kargaları hepsi duymuştu ve uğursuzluk olarak nitelendirmişlerdi. Hepsi benim müdahale edeceğimi ve eğer anlaşmazlık devam ederse tepelerine kanatlıların değil de gerçekten kaosun çökeceğini biliyordu.

Ezra bana savaşı anlatırken bir yandan da Ephraim’in durumundan bahsediyordu. Kral iyileşmiyor, aksine iksirleri ve ilaçları kabul etmiyordu. Arthur’un sessizliğinin sebebinin babasının hastalığı olduğunu düşünüyordu. Prens, içinde birçok duyguyla aynı anda boğuşuyordu. Dalıp gittiğini görüyordum, okuduklarını bile anlamıyordu, bazen ona bir şey isteyip istemediğini sorduğumda beni duymuyordu. İçindeki kavgayı durdurmak, ona iyi misin diye sormak istiyordum.

Güneş daha doğmadan uyanmış, penceremin önünden dışarıda gezen sharları izlemiştim. Uyku tutmamıştı, dün geceden beri üzerimde bir ağırlık, başımda sızı vardı. Kendi kendime bu ağrıları oluşturduğumu düşünmüştüm çünkü kutsal büyücülerin başı bile ağrımazdı.

Günün en sevmediğim saati yaklaştığında elimde dumanı üstünde tüten bardakla birlikte Arthur’un odasına girdim.

Kapıdan geçtiğim an eğilip “Günaydın lordum.” dedim ve yanına gidip önüne bardağını bıraktım. Kafasını kaldırıp bana bakmadı, ancak arkamı ona döndüğümde gözlerinin sırtımda gezindiğini hissettim.

Ne günaydın deyişime karşılık veriyordu ne de mecbur kalmadıkça konuşuyordu. Ben ondan ne istediysem onu yapıyordu.

Elimle alnımı sıktım. Uykusuz olduğum için bedenimin beni uyardığını kendime söyledim. Nefesimi toplayıp başımı kaldırdım. Perdeleri açmak için pencerenin kenarına gittim ama parmaklarım kalın bordo perdeye yapışıp kaldı. Dışarıya bakıyordum ama göremiyordum, her şey bulanıktı.

Kafamın içi bir anlığına yanıyor gibi oldu.

“Ava?” Arthur saniyelerdir perdeye tutunduğumu gördü. Oturduğu yerden beni şüpheyle izliyordu.

Perdeden elim kaydı, bilinçsizce bir adım geriye doğru attım. Gözlerim karardığında baş dönmesi de beni buldu. Başımı aşağı eğmemeye özen gösterip dengemi bulmak için elimi havaya kaldırdım. Sandalyenin ittirildiğini duydum. Hızla yürüdü, yanıma geliyordu.

Nefesim kesilmiş gibi boğuk bir ses çıkardım. Gözlerimi kırpıştırarak açtığımda başım uyuştu. Parmak uçlarıma kadar hissizlik yayıldı. Ormana baktım, kahinleri hissetmeye çalıştım. Arthur bunu sıradan bir baş dönmesi sandı ama uykunun bir yan etkisiydi. Askıya alınmış muhteşem bir güç… Kaldıramayacağım kadar fazlaydı.

Oturmak istedim, ayaklarımın altında dönen zemin dursun istedim. Gerilediğimde belimi iki yandan tutan eller hissettim, ardından sırtım sert göğsüne yaslandı. “Ava?” Arkamda durdu, başını eğip adımı fısıldadı.

“Başım döndü. Bir şey yok.”

Ellerini çekmedi, beni yürütüp hemen yanımızdaki yatağına oturttu. Karşı çıkmadım, başımı avucumun arasına alıp geçmesini bekledim. Prensin hemen yanımda durduğunu, beni izlediğini bilsem de dik duramadım. Arthur ise elini omzumda tutuyor, düşeceğime inandığı için destek oluyordu.

Damarlarım yanıyordu.

Tırnaklarımı saç derime bastırdım. Kahinler bana yan etki olacağını söylememişti ama tahminlerim bu yöndeydi. Uykunun getirdiği eksiler, güçlenmek için çekilmesi gereken ufacık bir acı.

Kendi bilgilerime güvenirdim ve gücün sınırının olmadığını biliyordum. Fakat, kutsal büyücü bedeni bile her şeyi kaldıramayabiliyordu.

Birazdan geçeceğini umdum.

“Ava, konuş benimle.” Bileklerimi tuttu ve yüzümden çekti. Önümde eğilmişti, suratıma endişeyle bakıyordu. Haftalar sonra ilk defa yapmam gerekenleri söylemesi dışında başka bir şey söylemişti.

Ayaklarıma kadar yayılan uyuşukluk ona cevap vermediğim her saniye geçmeye başladı. Bir anlık sebepsiz bir acıydı ve hızla yok olmuştu.

Başımın dönmesi, damarlarımın yanması, gözlerimin kararması… hepsi geçti.

Bileklerime baktım, boğazımı temizledim ve ellerimi onun tutuşundan çektim. “İyiyim. Bir an başım döndü.”

Gerçekten hiçbir şeyim yoktu.

Kalkmak için hareketlendiğim an bacağıma dokundu. “Otur.” Dokunuşundan dolayı yerime geri çöktüm. “Yemek yemiyor musun?” İnsan olduğumu sanıyordu, küçük baş dönmesini bile abartacaktı.

Düşünceli gözlerine bakarken ilk birkaç saniye konuşamadım. “Yedim.” Bu kez o bana engel olamadan ayaklandım. “Bir şeyim yok.” Benimle aynı anda ayağa kalktı.

Perdeyi açmak için yanından geçeceğim sırada kolunu belime doladı. “İnadın sırası mı Ava?” Yan yana kaldığımızda kaşlarımı çatıp ona döndüm. “Otur.”

“Lordum,”

“Otur dedim.” Geriye doğru bir adım attığım an bacaklarım yatağa dokundu. Suratına bakarak oturdum. Arthur iyi olduğumu fark etse de bozuntuya vermedi ve kapıya yöneldi. Muhafıza bağırdı. “Ezra’yı çağır.”

Ellerimi kucağımda birleştirip Ezra’yı beklemeye başladım. “Herkesin bir anlığına başı dönebilir.” diye mırıldandım.

Ezra’yı çağırmasını istememiştim çünkü endişelenecekti, benim başımın dönmeyeceğini biliyordu.

Bana cevap vermedi ve Ezra’yı ayakta beklemeye başladı. Kapı hızla açıldığında ikimiz de oraya döndük. Ezra beş dakika içerisinde gelmişti, koşmuş gibi görünüyordu. Başımda duran prense, ardından bana baktı. Yatakta oturduğumu görünce kaşlarını çattı. “Ava?”

Arthur’un bana bakmamasını fırsat bilip Ezra’ya kaşlarımı kaldırıp indirdim, elimle iyiyim demeye çalıştım.

Ezra yanımıza doğru ilerledi. “Ne oldu?”

Onu geri yollamaktan son anda vazgeçtim. “Ensemden aşağı sızı hissettim Ezra.” Gözlerimi kocaman açtığımda Ezra durumu kavradı. “Bir baksan iyi olacak.”

“Anlıyorum.” Boğazını temizledi. “Arthur, Ava dünden beri sırtında ağrı hissediyordu. Onu yürütmek istemiyorum, bize iki dakika verebilir misin? Burada kontrol edeyim.”

Arthur hiçbir şey demeden dışarı çıktı. Elbisemi çıkaracağını sandı, belki de hasta olduğumu düşündü. Ezra’yla konuşmadan önce Arthur’un uzaklaştığından emin olmak için biraz bekledim. “Bir şey olduğu yok. Başıma ağrı girdi, uykunun getirisi olduğunu düşünüyorum.”

“Büyük büyüler fiziksel etki yaratabilir. Sende bile bu durum görülebilir.”

“Evet ama bunu ona açıklayamadım. Bayılacağım sandı, ayakta duramadım. Sadece bir saniyeliğine oldu Ezra.”

“Kahinler seni bu konu hakkında uyarmadı mı?” dedi şaşırmışçasına.

“Hayır…” Pencereye doğru baktım. “uyarmadı.”

“Şimdi iyi misin? Hiçbir şeyin yok, değil mi?” dedi baştan aşağı bana bakıp.

“Yok, Ezra.”

Ezra derin bir nefes çekti. “Bir daha olacak mı? Daha kötüsü de başına gelebilir, biliyorsun. Güçten deliren birçok büyücü gördüm Cassandra. Hem bedenen hem de zihnen kaldıramıyorlar.”

“Olabilir, bilmiyorum. Uzun süredir böyle hissetmemiştim. Benim kaldıramayacağım bir şey yok. Ne kadar güçlenirsem güçleneyim, bunu kaldırabilirim.” Duraksadım, başka bir günü tekrar yaşıyorum sandım. “Ben hep güçlüydüm. Kaldırabilirim.” Dalıp gittim, aklımı kurcalayan bir şey vardı. “Ben Cassandra’yım, güç beni delirtmez.” diye mırıldandım ama isteyerek söylemedim. Sanki, önceden kurduğum bir cümleyi tekrarlıyor gibi hissettim.

“Ne oldu?”

Dalıp gittiğimi gördü. “Hiç. Sadece… tanıdık bir his gibi.” Hafızamı yokladım, küçük bir arayışa çıktım ama daha önce güçten başımın döndüğü hiç olmamıştı. “Şimdi de aklım benimle oynuyor. Geçecektir.”

“Dikkat et. Bu gücü elde etmek için bir şeylerden vazgeçmen gerekir. Umarım akıl sağlığından vazgeçmiyorsundur Cassandra.”

Güldüm. “Saçmalama.”

Ezra, Arthur’un şüpheye düşmemesi için biraz daha oyalandıktan sonra odadan çıktı. Prensle dışarıda konuştu, ona yemek yemediğimi söylediğini duyunca homurdandım. Sıradan bir baş dönmesi, büyütülecek bir şey olmadığını söyledi ama Arthur onunla gitmemi istedi. Sabahım birden boşaldı, akşama kadar yatıp dinleneceğimi düşündü. İtiraz etsem ve vaktimi burada öldürmek istesem de kendimi dinletemedim ve Ezra’yla birlikte odasına geçtim.

Ezra akşam yemeğini geçmemiz gerektiğini ve Elanil’in yanına gidip orada atıştırmamız gerektiğini söylediğinde hemen kabul ettim. Carter veya bir başkası gelmedi. Sadece Ezra, ben ve arada sırada yanımıza gelip dakikalarca muhabbet eden Elanil vardı.

Gece boyu kahinlerin rüyalarıma uğramasını beklesem de bana istediğimi vermediler. Xilmari’ye geldiğimden beri onlardan hiç haber alamadım.

**

Ertesi gün Arthur’un sabahtan beri dışarıda olduğunun haberini aldım. Mutfağa hiç gitmedim, sadece kendim bir bardak çay içtim, Mary’nin bana olan bakışlarına tebessüm etmekle yetindikten sonra prensin odasına yöneldim.

İçeride olmadığını bildiğim için hemen kapıyı açtım, mutsuz ifademle odaya girdim. Hızla toparlamak, karıştırdığı kitaplığını da düzeltmek için harekete geçtim fakat koca masanın yanından geçerken gözüm üzerindeki kutuya takıldı.

Sandalyelerin arkasında durdum ve başımı eğip ince uzun kutuya baktım. Elimi kutuya doğru kaldırıp bir adım attım ama sonra yüzümü buruşturup parmaklarımı istemeden kapadım. Açmadım, içinde ne olduğuna bakmadım ve kitaplığa yöneldim.

Parmak uçlarımda kalkıp en tepedeki rafa birkaç günlüğü yerleştirirken gözlerim yanımdaki masaya bir daha kaydı. Arthur’un üst üste bıraktığı kitapları kucaklamak için döndüm ama ilgim onlarda değildi.

“Sadece geciktiriyorum…” diye mırıldanıp kitapları geri bıraktım. Sandalyelerin arasına geçip kutuyu iki kenarından tutup önüme çektim. “Tahmin ettiğim şey mi yoksa?”

Üzerinde küçücük bir kilit vardı ama açık duruyordu. Dudaklarımı dişleyerek kapıya baktım, kilidi parmağımın ucuyla ittirdim ve hemen açıldı. Yakıcı bir şeymiş gibi çekildim ama içerisinde hayalimdekinden de güzel bir parça görünce üzerine eğilmeden edemedim.

“Bu ne…” diye mırıldandım. Önüme düşen saçlarımı kulaklarımın arkasına sıkıştırdıktan sonra kutunun içinde parlayan, göz alan, tapılası kılıca uzandım. Ağzım hayretle açık kaldı. İnce kılıcı kabzasından tutup kaldırdım ve üzerindeki yazıya baktım.

Gülümsemeye engel olamadım.

“Mesmea…” Üzerinde parmaklarımı gezdirdim. Eski dille kelimeler kazınmıştı, cücelerin ölü diliydi ve Mesmea’nın Arthur’a hediyesi gibi duruyordu. Kraliçenin Xilmari’ye bu şekilde bir hediye yollaması olağanüstüydü.

Arthur çoktan Mesmea ile görüşmüştü ve kraliçe hem ona bir cevap yazmış olmalıydı hem de bu muhteşem kılıcı hediye etmişti.

Alanlarda kullanılabilecek bir kılıç kesinlikle değildi, sarayda sergilenmeyi hak ediyordu. Üzerinde paha biçilemez mücevherler vardı, bu yüzden kılıcı istediğim gibi tutamıyordum. Yine de bir adamı ikiye bölebilecek kadar keskindi, hızla kullanılabilecek kadar da hafif duruyordu.

Kılıç kınına sokulduğunda sadece mücevherler görünecekti.

Arkamı kutuya döndüm ve kılıcı tek elime alıp ileriye doğru tuttum. Arthur bunu çıkmadan önce görmüş olmalıydı çünkü kılıçla gelen yazıya rastlamamıştım. Belki de babasının yanına bu yüzden gitmişti.

Hediyenin kıymeti Mesmea’dan geliyor olmasıydı, süslemeleri değildi lakin kullanması o kadar rahattı ki kaldırmadan edememiştim. Ucunu karşımda birisi var gibi kaldırıp gözümü kıstım ve kendi kendime güldüm.

Kılıcı bileğimde bir tur çevirdikten sonra tekrar kutuya döndüm ve üzerinde herhangi silik bir yazı var mı diye aradım.

Bir işaret görmeye o kadar odaklanmıştım ki arkamdaki kapının açıldığını duymadım.

“Ava,” Gözlerim kocaman açıldı, kutuya arkamı hızla döndüm.

İkinci kez beni bu şekilde bastı.

“Günaydın.” dedim ve haftalar sonra ona ilk defa gülümsedim. “Günaydın lordum… Yoktunuz.”

Arthur kapıyı arkasından kapattı, yüzünde sinirlendiğine dair en ufak bir iz yoktu. Kılıcı arkamdan çıkarmadım, o bana yürürken bile hareket etmedim, sadece bedenimi döndürdüm. Kılıcı görmesin diye uğraşıyordum fakat açık kutu gözlerinin önündeydi ve içi boştu.

Hemen önümde durdu, kutunun kapağını kapattı ve pürüzsüz yüzeyinde parmaklarını gezdirdi. Bir gözümü kısmıştım, söyleyeceği her şeye kendimi hazırladım.

“Özür dilerim.” derken kılıcı arkamdan çıkardım. Ölene kadar onun yanında çalışsam bile kılıca işlenmiş mücevherlerin birisine bile sahip olamazdım ve onlarcası avuçlarımın arasında duruyordu.

Kılıcı uzattığımda aşağı bakmadı, sadece suratıma bakıyordu. “Keyfim yerindeydi Ava.”

“Bozduğum için üzgünüm.” Kılıcı bir kere daha uzattım.

Başını iki yana salladı ve bir adım geri gitti. Parmağıyla kılıcı işaret etti. “Kaldır.”

“Ha?”

“Kılıcı kaldır.”

Elimdekine bakıp tebessüm ettim. “Bu mantıklı olmazdı.”

“Dediğimi yap.” Yüzümü ekşittim ve kabzaya parmaklarımı sarıp kılıcı istediği gibi kaldırdım. Arthur uzaktan beni izlerken parmaklarını çenesinde gezdirdi. “Ne düşünüyorsun?” dedi işaret ederek.

“Ben mi?” dedim, kılıcı indirecek gibi olduğumda tekrar kaldırmamı işaret etti. Boğazımı temizledim ve elimdeki kılıca baktım. “Oldukça dengeli ve hafif ama tutuşu bir o kadar kötü. Saraya yakışacak mükemmellikte bir parça ama kullanılamaz.”

“Kullanılamaz mı?”

Kılıcın keskin ucuna baktım. “Bilenmiş, can alabilir ama uzun süreli kullanılamaz. Hasar görecektir ve yarı yolda bırakır.” Babamdan öğrendiğim bilgileri ona sattığımı sandı.

Arthur’un yanında Cassandra olarak bile bilgim yeterli değildi. Bir kere onu arenada görmek isterdim, bir kere arkasından konuşulanlar gerçekten doğru mu diye onaylamak isterdim çünkü inanılmaz bir şövalye olduğu konuşuluyordu ve ormanda gördüğüm bana duyduklarımın doğru olduğunu kanıtlıyordu.

“Kendini nasıl değerlendiriyorsun?” diye sorunca başımı geri attım. “İyi bir dövüşçü müsün Ava? Baban sana her şeyi öğretti mi?”

Yalan söylediğim an anlayacaktı, zaten elimde bir kılıçla beni çoktan görmüştü. “Öyle olduğuma inanıyorum.”

Kılıcı yere çevirmek için hareket ettiğimde önüme geçti. “Öyle kal.” Yürüyüp gidişine çatık kaşlarla baktım.

Arka odaya geçti ve elinde kendi kılıcıyla çıkageldi. Başımı iki yana salladım. “Lordum, her ne yapıyorsanız bu iyi bir fikir değil.” diye mırıldandım, kılıcı çoktan aşağı eğmiştim.

Bana cevap bile vermeden yanıma doğru yürüdü. Kutsal kılıcı kınından çıkarıp kını yatağın üzerine fırlattı, eline kendi kılıcını aldı. Parmaklarıma dokunarak elimdeki küçük kılıcı aldı ve yere bastırdığı kutsal kılıcı elime yerleştirdi. Sadece suratına bakıyordum.

Mesmea’nın hediyesini eline aldığı gibi arkasını döndü ve kılıcı kaldırdı. Kılıcı bileğinden ustaca çevirirken konuştu. “Ezra bana aylar önce ne dedi biliyor musun? Bir şövalye kadar iyi olduğunu söyledi.” Ama Ezra bana bundan bahsetmemişti. “Bu yüzden o gün ormanda önüme atladığını, başına bir şey gelmeyeceğini bildiğin için cesaretli davrandığını söyledi. Kendini korumak istediğini ve bu yüzden öğrendiğinden bahsetti.”

Ezra yalanımı devam ettirmişti.

Bana döndü ve parmağıyla işaret etti. “Saldır bana.”

Dudaklarım aralandı. “Ciddi misin?”

“Çok ciddiyim Ava. Saldır bana çünkü görmek istiyorum.”

Başımı iki yana salladım. “Bu hiç iyi bir fikir değil. Kapı açılabilir. Birisi gelebilir.”

“Kapı açılmayacak ve hiç kimse gelmeyecek.”

“Size saldırmayacağım.”

“Ne öğrendiğini görmek istiyorum.” Aramızdaki mesafeyi kapatıp tam önüme geçti. Elimin üzerinden tutarak kılıcı havaya kaldırdı. Ağırlığından dolayı iki elimi de kullanmak zorunda kaldım. Oldukça sakin bir hareketle kılıçlarımızı ikimizin arasına çıkardı, çapraz ve kilitlenmiş şekilde tuttu. “Bu şekilde kilitlenmiştin.”

“İçinden kurtulmam gereken bir durum olduğunu biliyordum.” dedim, attığım tekmeyi görmüştü.

“Kurtul.” dediğinde güldüm. “Sakince Ava. Bana tekme atmanı istemiyorum.”

“Ben de kellemden olmak istemiyorum.” Kılıçların arasından göz göze geldi ve kendisini tutamayıp gülümsedi. Gözlerimi devirdim ve yavaşça bir adım geriye atıp soluna geçtim, kılıcımı ona dik tuttum. “Sonra beni yakalamak için hamle yaparsınız, büyük ihtimalle baş tarafından saldırırsınız ve ben hızlı bir refleksle hamleden kaçarım, karşınıza geçerim.”

Kılıcı indirdim ve ayaklarımın önüne bastırdım.

“Yeterli mi lordum?”

“Buna inanmıyorum. Ezbere konuşuyorsun.” Kaşlarımı çatmama bile fırsat vermeden kılıcı kaldırdı. İçgüdülerim devreye girdiği an ayağımın önünde tuttuğum kılıcın ucuna ayakkabımla vurup onu yerden ayırdım, tepeye hızla kaldırdım. Arthur üzerime gelmekten son anda vazgeçti.

“Ezbere konuşmuyorum.”

“Göster o zaman.”

Bu kez gerçek bir hamle yaptığı an elimde kutsal kılıç olduğunu unutup hamlesini engelledim. Birbirine vuran kılıçlardan tiz bir ses çıktı. Kılıçların arasından hayretle ona baktım. Benimle bu şekilde oynamamalıydı, burada riske girecek olan bendim ama o, benim konumumu haftalar önce unutmuştu. Her şeyi geçiyordum, elimde kutsal kılıç duruyordu. Bir çizik bütün dünyamı mahvederdi, kendimi çığlıklar içerisinde yere atardım ve Arthur küçücük bir kesiğin nasıl bu kadar can yaktığını anlamazdı.

Kendimi kesme ihtimalim neredeyse yoktu ama şansa bırakmak istemiyordum. “Lordum,”

“Hediyelere dokunulmamalı Ava.” dedi ve kılıcını benimkinden ayırdı.

Başka bir hamleyle karşılık verince bir daha kılıcı kaldırmak zorunda kaldım. “Bu şekilde mi cezalandırıyorsun?” dedim dişlerimin arasından.

“Senden başka kimseye bu şekilde yaklaşmazdım.” Yanlışı vardı, benden başka hiç kimse o kılıca dokunamazdı, dokunanı da saraydan attırırdı.

Gerilediğimde tutuşumu da değiştirdim. Kılıcı iki elimle düzgün bir şekilde kavradım, ağırlığının rahatsız etmesine izin vermedim. Arthur tutuşuma baktı.

“Neredeyse mükemmel.”

Kendi alışılmışının dışında hareket ederek yavaş bir hareketle gövdeme doğru hamle yaptığında kılıcı çevirdim ve ortada engelledim. Geri çekilip kılıcı yukarı kaldırdığında arenayı aratmayacak kadar büyük odasının ortasına doğru geri adım attım. Beklediği kadar yavaş ama benden beklenmeyecek kadar hantal hareket ediyordum çünkü Ava onun kadar hızlı olmamalıydı.

Eteklerime takıldığımda gözlerim bir an aşağı kaydı.

“Asla.” dedi ve ilgimi üzerine çekti. “Bir anlık hataya bile izin vermeyeceksin.” Kılıcı kaldırıp kılıcıma sürttü. “Bakışların bir an bile kaymayacak çünkü bir anlık hata canına mâl olacak. Baktığın karşındaki olacak ama bir yandan çevreni de göreceksin. Gözün kayarsa işin biter.”

“Şövalyelerine bunu mu söylüyorsun?”

“Hayatımda hataya yer yok Ava.”

Sözlerinin arkasında o gün gizliydi.

“Bu gerçek bir hata olur.” deyip tekrar saldırdı. “Yapacağın son hata.”

Minicik adımlarla üzerime geldiğinde geri geri yürümek zorunda kaldım. Yavaş hareketlerini onun bakış açısına göre iyi bir şekilde karşıladım. Kılıç ona değmesin diye özen gösterdim, kendim de çizilmek istemedim çünkü elindekiyle beni çizerse saniyeler içerisinde yaranın kapandığını görecekti.

Engellemek için kılıcı kaldırdığımda tok bir ses çıktı. “Birisi duyacak!” diye bağırdım.

“Bu kadar iyi olduğunu bilemezdim, saniyeler içinde vazgeçersin sanmıştım.” dedi ve kılıcı çekti.

Deminkine göre güçlü bir şekilde saldırdığında kabzadaki parmaklarımı sıkılaştırdım, kılıcı suratımın tam ortasına getirecek şekilde tuttum. Arkamda gardırop kaldı, hareket edecek yerim tükendi. İki elimle onun bastırışına karşı koyuyordum ama Arthur isterse şu an üzerime çullanabilir, gerçek bir düello olsaydı canımı yakabilirdi.

Cassandra buradan kaçardı ama Ava yapmamalıydı.

Gözleri kılıçların arasından benimkileri buldu. Tek eliyle kılıcı tutuyordu, diğer eli tamamen boştaydı. “Hata.” diye mırıldandığı an nefesim kesildi. Aramızdaki birkaç santimi yok etti, bileğimi kavradı ve kılıcı elimden düşürmeme sebep oldu.

Kılıç yere düşmeden önce büyü kullanarak yerde sekmesini engelledi. Ayaklarımın hemen yanına kutsal kılıç hiç ses çıkarmadan düştü. Bileğimi bırakmadı ve kolumu tutup çevirdi. Hareketine bedenim hemen tepki verdi, kolum yerinden çıkmasın diye arkama geçmesine izin verdim.

Sırtımı kendisine yasladı, bedenimin kontrolünü aldı. Beni bırakacağına olan inancım kılıcı gözlerimin önüne getirince yok oldu. Dibinde kaldım, nefesini kulağımda hissettim. “Bundan bahsediyorum.”

Hiçbir şey diyemedim.

Mesmea’nın kılıcını elinden bıraktı ama onun da yere düştüğünü duymadım. Ne kendisi zarar görsün ne de kılıç düşerken beni çizsin diye büyü kullandı.

“Hataydı.” dedim. Gözlerim hemen karşımdaki yataktaydı. Kolumu aramızda kıpırdatsam da beni bırakmadı.

Başını biraz eğdiğinde nefesi boynuma çarptı. “Değildi.” dedi, az önceki hareketimden bahsetmedi. Boştaki elini karnımın tam üzerine koyduğunda gözlerimi kapadım. Dudakları kulağımın hemen altında kalınca çektiği nefesi rahatlıkla duydum.

Loading...
0%