@leeseaa
|
Kapalı gözlerimi açıp başımı ona doğru kaldırdım. Burnu neredeyse burnuma değecek bir yakınlıktaydı. Karnımdaki elini yukarıya çıkardı, parmaklarını açık gerdanıma değdirerek ilerletti ve boynumdan tuttu. Beni iyice kendisine yasladı. Dudaklarımın hemen üzerinde konuştu. “Haftalardır susuyorsun.” Yanağımın üzerinde gezindi. Sustuğum sadece kendisiydi. Geri kalan hayatım yolundaydı ama onunla olan bu anlaşmazlık bütün günümü ve gecemi etkiliyordu. Her şeyi görmezden gelmiştim, Ava’nın yanında kendim de olmuştum ama ona karşı yelkenleri indiremiyordum. Bambaşka bir duyguydu, ne Carter ne de Ezra’nın bana hissettirdikleriyle alakası vardı. İki yol karşımdaydı; ya ondan kaçacaktım ya da her zamanki gibi bildiğimi okuyacak, ne olursa olsun diyecektim ve teslim olacaktım. Bir aydır görmezden gelmeye çalışıyordum, ilk yolu seçmiştim ama o yol bir türlü aydınlığa çıkmıyordu ve kara bulutlarla kaplıydı. Onun yanında saatler geçmiyordu, istediğimi söyleyememek canımı acıtıyordu. Ezra kendimi unutmamamı söylemişti ve ben seçtiğim yol yüzünden Cassandra’yı tamamen öldürüyordum. Ben bunu yapmazdım, ben hata olduğunu bile bile üzerine giderdim. Gözlerine bakarken ona Cassandra olduğumu söylemek istedim. Anlamayacağını, benden kaçacağını bile bile gerçeklerden bahsetmek istedim. Arthur’un kahinlere olan inancını bile bilmiyordum ve onlar için çalışan, fakat ölüm getiren, Cassandra’nın tam önünde durduğunu bilmesini diledim. Duygularımı içime gömerek yaşamaya çalışmıştım ve yıllarca bunu başardığıma inanıyordum. Birkaç küçük aksilik, benim tutumumu bozamamıştı ve her zamanki gibi eskiye dönebilmiştim, hayatımı değiştiren kişileri aklımdan silip atmaya çabalamıştım. En başından beri ondan da kaçabilmek, bazı şeyleri susturmak istiyordum ama olmuyordu. Susmayacak kadar yüksek sesli duygulardı. Jhann’dan sonra kimseyi hayatıma almamaya yemin etmiştim ama günler geçtikçe fark ediyordum, hiçbir şey kötüye gitmiyordu. Tam aksine, geçilmez günleri güzel kılıyordu. Beni endişelendiren bu yabancı hislerin ortaya çıkması değildi. Asıl düşündürten bu duygulardan kaçınmam gerektiğini bildiğim halde engel olmak istemeyişimdi, Xilmari’deki kimseden uzaklaşamayışım, aksine daha da yaklaşmamdı. Çünkü Ezra haklıydı; yalnızlık, güzel hissettirmiyordu. Konuştukça çevreme ördüğüm dört duvarım yıkılıyor, tamamen özgür kalmak istiyordum. Her bir duyguyu görmek istiyordum, sadece Arthur’un yaşatabileceğini düşündüğüm saçma hisleri bile yaşamadan ölmek istemiyordum. Arthur benimle konuşmuyordu çünkü ondan uzaklaşan bendim. Ava’nın ardına bakmadan kaçması gerekirdi, hatta prensin de beni görmezden gelmesi gerekiyordu ama ne o yapabiliyordu ne de ben Arthur yokmuş gibi davranabiliyordum. Cass, istediğini yapan bir çocuktu. Babası tarafından sürekli tatlı tatlı azarlanan şımarık bir çocuk ve yaptığının hata olduğu bilse bile sonucunu görmek isteyecek küçük bir büyücü. Asla değiştirmemesi gereken bir özellik olduğunu ise ona babası söylemişti: ‘Hata yap ama yanlış olduğunu bil, ancak bu şekilde büyüyeceksin Cass…’ “Seni görmezden gelmemi mi istiyorsun?” dedi dudaklarıma doğru. “Yapmaya çalıştığım bu ama yapmak istediğim bu değil.” Dudaklarının tam üzerinde mırıldandım. “İkinci kez olursa bu küçük bir hatadan çok daha fazlası olur ve sen hayatında hataya yer vermiyorsun. Tıpkı benim gibi.” Eğildi. “Eğer hata olsaydı izin vermezdim.” Dudaklarıma baktı. “Bana çekilmemi söylersen sana bir daha dokunmayacağım Ava. İpler tamamen senin elinde.” Bileğimi bıraktı ama önünden çekilmedim. Gözlerimi kapatıp adını dudaklarımın arasından fısıldadım. “Arthur…” İsmini söylediğimi duyduğu an parmakları çeneme kaydı ve suratımı kendisine iyice kaldırdı. Dudaklarıma dokundu ve beni kendisine çevirdi. Ona döndüğüm an kollarımı boynuna doladım. Ağzımı araladım, istekle onu öptüm. Bir gün ona Cassandra olduğumu söyleyecektim. Öğrenecekti, kim olduğumu bilecekti ve yüzünde gördüğüm hayal kırıklığından sonra her şeyi ona unutturacaktım. Bu dakikaları bile hatırlamasını istemiyordum. Ava gelmiş ve geçmiş olacaktı. Dönüp baktığında buruk bir duyguyla kalacak olan tek kişi ben olacaktım. Beni kendisine çevirdi, iki elini de sırtıma koyup beni vücuduna yapıştırdı. “Beni her şeyinle çekiyorsun Ava. Aykırı olan her şeyinle…” Bir anlığına konuştuktan sonra dudaklarımı hapsetti. Kollarımı arkasında birleştirdim ve parmaklarımı gömleğinin içine sokup tenine dokundum, saçlarından parmaklarımı korkusuzca geçirdim. Sırtımda gezinen elleri yavaşça aşağı kaydı. Eteğimin üzerinden kalçalarımı kavradı, hızla beni kucağına aldı. Bir an bile dudaklarımı ondan ayırmadım ve bacaklarımı doladım. Yerimizi değiştirdi. Dolap kapaklarına beni yasladıktan sonra öpüşü ateşlendi. Islak öpücüklerini aşağı kaydırdığında başımı kapaklara dayadım. Boynumdan aşağı indi, elbisenin açıkta bıraktığı gerdanımda dudaklarını gezdirirken ellerimi saçlarına gömdüm. “Arthur…” Dudakları tam göğüslerimin arasında kaldıktan sonra tekrar başını kaldırdı. Bir eliyle beni tutmaya devam etti, diğer eliyle karışmış saçlarımı yakaladı. “Sana bakmaya doyamıyorum, bana bakmamana katlanamıyorum.” Gözlerimde kaybolmuş gibi duruyordu. “O kadar güzelsin ki Ava…” Sözler ilk defa beni tahrik etti. Nefesimi tuttuğumu görünce bakışları aşağı kaydı, tekrar dudaklarımı buldu. Elini üzerimden bir an çekmedi, beni öpmesine ihtiyacım olduğunu belli etmek istemedim ama başarılı olamadım. Dokunuşum ve aldığı karşılık göstermek istediğimin tam tersiydi. Yabancı bir ses duyuyor gibi olduğumda elimi geniş sırtında gezdirmeyi kesip dinledim. Aynı ses bir kere daha gelince onu öpmeyi bıraktım. “Kapı…” diye mırıldanıp hemen soluma duran kapıya döndüm. Arthur beni duymadı, boynuma yakıcı öpücükler bırakıyordu. “Arthur… kapı. Kapı!” Onu ittirdiğim an beni kucağından indirdi, kapıya baktı. Nefesi kaybolup gitmişti, üstü başı dağılmıştı ve saçları karmakarışıktı. Aceleci davranarak ellerimi saçlarına götürüp hızla düzelttim. Kendi saçlarımı omzuma attım ve ayaklarımızın altındaki kılıçlara baktım. Köşede duran kutsal kılıca doğru hızla ilerledim ve hemen elime alıp arkama götürürken Arthur Mesmea’nın hediyesine uzandı. Bir eliyle onu arkasında tutarak kapıya ilerledi. Diğer tarafa koşar adım geçtim, masaya doğru ilerledim. Arthur kapıyı tamamen açmadığı için kimin geldiğini göremedim. “Lordum, kral sizi çağırıyor.” Tanımadık bir sesti. Arthur başını salladı. “Birazdan yanına gideceğimi söyle.” deyip kapıyı kapattı. Hiç kıpırdamadan onu bekledim. Bana döndü ve baştan aşağı üzerime baktı. Elimdeki kılıcı hemen masasının üzerine bırakıp yarısı tokadan çıkmış saçlarıma dokundum. Hızlı bir hareketle üstümü başımı düzelttim. O beni gözleriyle yiyip bitirirken bütün vücudum gerilmeye başladı. Diyecek hiçbir şeyim yoktu, karşısında dilim tutulmuştu. Elinde tuttuğu kılıcı kaldırıp yanıma doğru geldi. Kutuya koydu, kilidi kapattı. Yanından ayrılmadan onu izledim. “Gitmem gerekiyor.” dediğinde sadece başımı sallayabildim. Arkamı dönüp odasında göz gezdirdim. Köşede kıyafetler, dağınık bir yatak, yatağın üzerinde kın ve masada başka bir kılıç… “Ava,” Kırpamadığım gözlerimi ona çevirdim. Çenemin altından tuttu ve başparmağını dudağımda gezdirdi. “On dakikaya döneceğim. Geldiğimde konuşacağız. Bu kez konuşacaksın.” Dudaklarımdan “Tamam.” kelimesi mırıltı şeklinde çıkınca elini indirdi, geriye doğru hiç gitmek istemiyormuş gibi bir adım attı. “On dakika.” Babasının yanına gitmek için odadan çıktı ve beni yalnız bıraktı. Geri geri yürüdüm ve masaya yaslandım. Ellerimi masaya koyup başımı eğdim. Saya’nın dilinden düşmeyen cümle ağzımdan çıktı. “Bok vardı Cassy.” Az önce yaslandığım dolaba doğru başımı kaldırdım. Unutmak istedim çünkü koca bir hataydı ama sürekli tekrarlamak isteyeceğim kadar güzel bir hataydı. Başımı geriye atıp elimin hemen yanında duran kılıcı gördüm. “Seni de yok etmem gerekecek.” Kutsal kılıcı elime alıp Arthur’un yatağın üstüne attığı kınına sokum ve arka odaya kaldırdım. Hala elimde kutsal kılıçlardan birisini tuttuğuma inanamıyordum ve geri kalanı kim bilir neredeydi. Bulamıyordum, bulmaya da uğraşmak istemiyordum çünkü kimse bana kutsal kılıçla yaklaşacak kadar yürekli değildi. On dakikanın geçmesini beklerken çevreyi toparladım, yatakla o kadar çok uğraştım ki çarşaf muntazam bir şekilde durdu. İşlerimi bitirdiğimde kendimi pamuklu yastığın üstüne atmak istedim. Arthur bana ne diyecekti bilmiyordum ve düşündükçe işin içinden çıkamıyordum. Başka birisi onun yerinde olsaydı pis düşünceler aklımdan geçerdi ama Arthur’un şehvetle hareket etmeyeceğinden ve bana olur olmadık şeyler sunmayacağından emindim. Masanın üstündeki dağınıklığı toplarken kapı açıldı. Elimde bir sürü kitapla Arthur’a döndüm. Babasıyla ne konuşmuştu bilmiyordum ama kötü bir şeyin habercisi olmadığı suratından belliydi. Ben kitapları bırakırken Arthur tekrar yanıma geldi. Masanın köşesine geçti, ayakta durup beni izledi. Sonunda kaçabileceğim hiçbir yer kalmadığında karşısına geçtim. “Bu…” “Bir hataydı mı diyeceksin?” dedi konuşmama izin vermeyip. “Bana bir hata gibi gelmedi.” İfadesi hızla değişti, ağzımdan en son çıkacak kelimelerin bunlar olduğuna inanıyordu. “Ama yanlış olduğu gerçeğini değiştirmez.” “Ava,” İçinde tuttukları olduğu çok belliydi ama konuşmasına bugün izin vermek istemiyordum. Şu an dinlemeyecektim. “Düşünmek istemiyorum. Bundan birkaç ay sonra ne olacağını düşünmek istemiyorum. Bu yüzden konuşacağımız her şey havada asılı kalacak, bir sonucu olmayacak.” “Bilinmezlik içinde mi yaşamak istiyorsun?” Hayır, eğer gerçekten burada kalacak olsaydım her şeyi açıkça ona söylemek isterdim fakat ben gidecektim, o unutacaktı. Bu yüzden bu konuşmayı aylarca yapmama gerek yoktu. “Korkutucu bir durumun içine girdiğini düşünüyorsun.” “Konuşmak istemediğimi söyledim.” “Ama zorundasın.” Hızla önünden çekildim başımı iki yana sallaya sallaya yürüdüm. “Şu an değil. Rica ediyorum şu an hiçbir şey söyleme. Senden kaçmayacağım, son haftalardaki gibi susmayacağım çünkü bunu yapmak istemiyorum. İstediklerini söyledim, içimde hiçbir şey tutmayacağım.” Diyeceklerini yutmak zorunda kaldı, ne kadar kararlı olduğumu gördü. Ellerini kaldırdı. “Nasıl istersen.” Ateşli geçen iki dakikayı unutmak için yapacak bir şey aradım. “Bir şey ister misiniz…” Parmağımı kaldırıp kendimi susturdum. “Arthur?” deminden beri nefesimin arasında söylediğim isim zar zor ağzımdan çıktı. Gülümseyerek masanın çevresinden dolaştı ve her zamanki sandalyesine oturdu. “İsterim Ava.” dedi arkasına yaslanıp. “Burada benimle yalnızsan hem kendinin hem de benim istediğim şekilde konuşabilmeni isterim.” Tebessüm etmeye engel olamadım çünkü istediği benim de istediğim bir şeydi. “Başka bir şey?” Parmağıyla zarfları gösterdi. “Nefret ettiğin bir şey.” dediğinde artık gülümsememi saklayamadım. Her zaman ne kadar sıkıldığımı fark etmişti. Karşısına geçmek için ileri atıldığımda kapıya bir kere daha vuruldu. Arthur bir başkasının uğramayacağına emin gibi duruyordu, babasının yanından henüz dönmüştü. İstemeyerek, hafif yüksek bir tonla “Gel.” dedi. Carter ve George aynı anda kapıdan içeri girdiğinde prensin bütün rahatı kaçtı, ikisinde de gözlerini gezdirdi. “Arthur,” dedi Carter ve selam verdi. Kılıcı belindeydi, George da aynı onun gibi görünüyordu. İkisi de benim burada olacağımı biliyordu ve ikisi de aynı anda bana bakmıştı lakin George farklı bir tutum izleyip göz kırptı. Geçtiğimiz ayda Baraka’ya Carter ile birlikte bizden önce gitmeye başlamıştı, Elanil’le her gün tartışıyordu ve içip duruyordu. Onunla da sürekli denk geliyordum, akşamlarıma George ve Philip de dahil olmaya başlamıştı. Carter benim burada olmamı umursamadan konuşmaya devam etti. “Izla’da sorun var.” Benim geldiğim küçük kasabanın adını söylediği an kaşlarımı çattım, zaten o da bana bakıyordu. “Köylülerden yazı ulaştı, tahılların hepsinin çürüdüğünü ve hayvanların yürüyemeyecek kadar halsiz olduğundan bahsediyor.” Boğazını temizledi. “Sadece beş dakika içinde her şey çürümüş.” Carter’ın ne demek istediğini anladığımda surat ifadem değişti fakat o benim yaşadığım kasabadan bahsettiği için endişelendiğimi sandı. Kara büyünün Izla’da uygulandığından, belki de büyük bir güç kullanıldığından bahsediyordu. Sonuçları olmuştu, her kim buna kalkıştıysa istediğine ulaşamamış ve kaosu sıçratmıştı. Arthur ayağa kalktı. “Beş dakikada mı?” diye bir kere daha sorunca Carter imalı bir şekilde başını salladı. “Atları hazırlat.” George hemen cevap verdi. “Izla’ya gitmek altı saat sürer. Altı saat Arthur. Birisi varsa bile çoktan tüymüş olacak.” Bana da açıklamak istedi. “Kara büyücü.” Gözlerim şövalyeler ve prens arasında gidip geliyordu. Her kimse bir kere daha deneyeceği barizdi ve her kimse güçlü büyüleri kullanmaya çalışıyordu. Kara büyüye hakim olan bir büyücüyü Arthur bulamazdı. Gizlenmeyi bilirdi, yanından geçse bile onun kara büyü kullandığını anlamazdı. Ben anlardım ve Xilmari’nin içinde kara büyü kullanan bir shar olmasına tahammül edemezdim. Hemen Arthur’a döndüm. “Ben süreyi yarıya indirebilirim.” Konuşmamı beklememişti. “Ben sizi götürürüm.” Hiçbirisi benden böyle bir tepki beklememişti. “Izla’dan geldim ve yol altı saat sürmüyor, yarıya indireceğimden eminim.” Arthur şövalyeleri unuttu. “Krallığımın yollarını benden iyi bilemezsin Ava.” “Bilirim çünkü o yoldan geldim.” Karşı çıkıyormuşum gibi görünmedi, sadece yaşadığı yer için endişelenen bir insandım. Söylediklerimde oldukça samimiydim, yolu yarı süreye indirebilirdim. Xin ormandaydı, Xin hemen dibimizdeydi ve toprağın altından ilerleyebilecekti. Xin benim gözlerime de, gücüme de sahipti. Bana bağlı olan siax toprağın altından giderken önümüzü görebilirdi ve Arthur’un bilmediği bir sürü kestirme olduğunu biliyordum. Xilmari’ye geldiğim gün Xin’i buraya çekmiş ve ormanı onun gözlerinden görmüştüm. Ağaçların kapattığı ya da geçilemeyecek kayaların, uçurumların olduğunu düşündükleri her yolun bir kestirmesi vardı. Xin takip ederse üç saatte Izla’ya onları götürürdüm. “Yolu hatırlıyor olamazsın.” dedi Carter ama ilgisini çekmiştim. “Hafızamın ne kadar kuvvetli olduğuna inanamazsın. Geçtiğim her ağacı hafızama kazıdım, bir an gözümü kırpmadım. Xilmari’de kalamayacak olsaydım geri dönmem gerekecekti, bu yüzden her şey ezberimde. Yolculuk yaptığım seyyah beni bambaşka bir yoldan getirdi.” Arthur beni duymamış gibi davranınca kaşlarımı çattım. Şövalyelere döndü. “Kara büyücü çoktan Izla’dan ayrılmış olabilir. Izla’ya yakın her köye bakılmasını istiyorum Carter. Dağılsınlar ve onu bulsunlar. Bu sırada biz Izla’da olacağız.” “Biz oraya gidene kadar hava kararacak Arthur. Devriye çıkarırım, köylere baktırırım ama buraya en uzak yer Izla.” George göz ucuyla bana baktı. “Üç saat diyor.” “Tartışmaya kapalı.” dedi Arthur. George dudaklarını birbirine bastırıp başını eğdi ama ben kendimi susturamadım. “Üç saat. Söz veriyorum sana üç saatte gideceğiz.” Arthur derin bir nefes çekti. “Ava,” “Yaşadığım yerden bahsediyoruz. Izla’ya en son ne zaman gittiğinizi bilmiyorum ama uzun süredir o yolları kullanmadığınızdan eminim.” Krallığının yollarını ondan iyi bilemeyeceğime inanıyordu ama Arthur Izla’ya uğramazdı. Hatırlamıyor olmalıydı. Oraya gittiğimizde kimseyi tanımayacaktım ve kimse de beni tanımayacaktı fakat göze batmadan başlığımın arkasına gizlenecek ve evimi bile görmek istemediğimi, anıların canlandığının yalanını atacaktım. Gece olmadan da onları ormandan çıkarabilirdim. Kara büyücüyü kendim bulurdum, tek yapmam gereken yanına gitmek olurdu. Arthur onun dibine girdiğinde üzerinden yayılan laneti fark ederdi diye umuyordum. Şövalyelerin önünde onun zıddına gitmeyi umursamadım. “İzin ver yolu göstereyim. Zaten Carter kendisi söyledi, büyücü çoktan kaybolmuş olabilir. Orada dostlarım vardı, ailem yok ama dostlarım var lordum.” Arthur derin bir nefes çekti ve şövalyelere ne düşündüklerini anlamak istiyormuşçasına baktı. “Tehlikeli.” dedi Carter. “Ama sen orada olacaksın.” Arthur’un durdurabileceğini ima etti. Eğer büyücüyle karşılaşırsak ve prens kullanmadığı gücünü gösterirse her şey kolay olurdu. George devam etti, “Tahıllar çürüyeli çok olmamış ve büyüyü yapan kişi kendisini oldukça yormuş olmalı Arthur. Kolay lokma olur, eğer dinlenmesine izin vermeden çıkarsak.” Vakit kaybettiğimizi vurguladı. “Ava gelmeyecek.” dediğinde üzerine atlamak ve ona aptal olduğunu bağırmak istedim. Masmavi gözleri isteksizce üzerimde dolaştı. “Eğer büyücü oradaysa seni ellerimle ona götürmeyeceğim.” Tamamen ona döndüm, kelimeleri sıralamaya kendimi hazırladım. “Lordum,” ama gözlerini kaçırdığında itiraz etme isteğim uçup gitti. Bambaşka bir ifade yakalamıştım. Endişe bile değildi, az önce itiraf ettiğinden çok daha fazlasıydı. Benim ona duygu beslemem gerekiyordu, onun ise beni tamamen görmezden gelmesi gerekirdi. Aramızda bir şeyler olduğu açıktı fakat gördüğüm ifade küçümsenemeyecek duyguların izi gibiydi. Görmemiş gibi davrandım. “Durdurabileceğini söylediler. Saklanırım lordum, beni kimse görmez.” Önüne doğru bir adım attım. “Sen en hızlı şekilde oraya gitmek istiyorsun ve elinin altında ben duruyorum. Kullan beni.” Konuşmadı, saniyelerce bekledi. Acele karar vermesi gerekiyordu ve emindim ki bunu söyleyen ben değil de bir başkası olsaydı teklifi kabul edecekti. “Arthur,” Carter adını söyleyerek çıkmaları gerektiğini hatırlattı. Prens tekrar bana döndü. “Bütün yolu hatırlıyor musun?” Hızla başımı salladım. “Ormanda kaybolmak çok kolay Ava. Düşündüğünden de kolay.” “Kaybolmam.” Nefesini uzunca verdi. “Atları hazırlat ve Philip’e haber ver. Biz Izla’ya gidiyoruz, diğerleri köylere dağılacak.” Bana döndü. “Söylediğim her şeyi yapacaksın ve bu kez saklan diyorsam saklanacaksın.” “Tabii ki lordum.” Elbiseme baktı. “Üzerini değiştir. Beş dakika içerisinde çıkıyoruz.” |
0% |