Yeni Üyelik
19.
Bölüm

19. Bölüm

@leeseaa

Üzerimi değiştirip pantolon giydim, başımı örtmek için küçük bir pelerin aldım ve koşar adım ahıra ilerledim. Ezra’ya bile çıktığımı, şövalyelerle gideceğimi söylemeye vaktim olmadı. Aşağı inerken George’un kapıda arkası dönük bir şekilde durduğunu gördüm. Hemen yaklaşıp önüne geçtim.

Gözleri üzerimde hızla dolaştıktan sonra başını salladı, kılıcından elini çekmeden ilerledi. “Eğer şaşırırsan Arthur’un göstermediği yüzünü göreceksin Ava.” diye mırıldandı ilerlerken.

“Şaşırmam.”

“Üç saati garanti ettin.”

“Şanslıysak üç, değilsek üç buçuk.” Ona garanti verdim, yolu şaşırmama imkan yoktu çünkü ayaklarımın altında Xin olacaktı. Büyüyle toprağı delip geçecek, Izla’nın yolunu önceden görecekti. Bizi taşların ve ağaçların arasından geçirecek, kaybolmaya elverişli toprakların üstünden gidecektik. Arthur ve diğerleri yolu nasıl hatırladığımı çok sorgulayacaktı, belki de bir terslik olduğunu sezeceklerdi fakat doğruları öğrenmelerine imkan yoktu.

George’la pek konuşmadan atların yanına doğru ilerledim fakat diğerlerinin yanına varamadan önümden yirmi atlı aynı anda tempoyla geçti. Yarısı patikaya döndü, diğer yarısı ağaçların arasında kayboldu. George arkalarından baktığımı fark edince hemen açıkladı. “Dağılıyorlar. Xilmari’de kara büyücü gezemez Ava. Mutlaka yakalanmak zorunda.” Arthur’un bu konudaki tutumunu herkes bilirdi. Eğer büyücüyü bugün bulamazsa yarın bulacaktı. “Beşimiz Izla’ya gidiyoruz, diğerleri altı saatlik yoldan bizi takip edecek, yollarına çıkan herkesi durduracaklar.”

“Dördümüz çok önceden Izla’ya ulaşacağız.”

Başını salladı. “Korkuyor musun yoksa?” dedi tebessümle. “Yanındaki dört şövalye yirmi tanesine bedel Ava.” Böbürlenmesi beni az kalsın güldürecekti. “Arthur orada.”

“Kendine güvenmiyor musun?”

“Prensin güç kullanmasına ihtiyaç kalacağını bile düşünmüyorum.” dedi.

Ahıra ulaştık. Atının önüne duran prensin kılıcı her zamanki gibi üzerindeydi, ince zırhı parlıyordu. Arthur geldiğimizi duymuş gibi bize döndü ve hızlanmamız için işaret verdi. “Benimle geliyorsun.” dedi, sadece dört at duruyordu. “Gidiyoruz. Hemen.”

Carter ve Philip başını eğdiği gibi atlara atladı. Hemen sağdan çıktılar, köylülerin arasına hiç girmediler, görünmeden yok olacaklardı. Bunca şövalyenin aynı anda saraydan çıkışı soru işaretlerine sebep olmasın diye Arthur herkesi ayrı kollardan çıkarıyordu.

Arthur çevik bir hareketle atın sırtına çıktı ve bana dönüp kolunu uzattı. Bekletmeden arkasına geçtiğimde dizginlere uzanıp eline aldı ve kimsenin bir şey demesine müsaade etmeden hızla dışarı çıktı. Ormanın içine girene kadar tek kelime etmedim.

“Bana da bir at verebilirdin, at binmeyi bildiğimi biliyorsun.”

Hemen arkasındaydım, ona dayanıyordum ve fazsıyla yakındı. Diğerleri önde olmasına rağmen bana dönüp fısıldadı. “Beni buna pişman etme Ava.”

“Endişen yersiz.”

“Göreceğiz.”

Diğerlerinin hemen arkasına geçtiğimizde Carter kaşlarını çatıp Arthur’un arkasında olmama uzun uzun baktı. Prensle konuşuyordum ama onun buraya baktığını anlamıştım. Arthur yolu göstermem için önden gitmeye karar verdi, hepsi arkada kaldı.

Carter oturuşumdan ve Arthur’un bana iyice yaklaşarak konuşmasından dolayı bir şeyleri yanlış anladı ama yanlış anlaşılma aslında doğruydu. Ben bunu fark ettiysem Arthur da görmüş olmalıydı ama hiç oralı olmadı, düşünceleri umursamadı.

“Yarım saat boyunca bildiğiniz yoldan gideceğimizi düşünüyorum. Daha sonra sapacağız, her şeyi hatırlıyorum. Bir kere daha bana güvenmenizi isteyeceğim lordum.” dedim başımı biraz ona çevirerek.

“Sana zaten güveniyorum ama hiç kimse yolu bu şekilde aklında tutamaz.”

“Geldiğim yolu işaretlemiştim, kaybolmamak için ezberledim.” İstediğim gibi konuşamıyordum. Oturuşumuz ve yakınlığımız beni biraz olsun endişelendiriyordu. Arthur’un yanındaki şövalyelerden hiç çekincesi yoktu lakin Carter ve Philip’in gözlerinin burada olması Arthur’un içine kapanmak istememi sağlıyordu. “Pişman mı oldunuz lordum?” diye sordum.

İç geçirdi. “Başından beri pişmanım Ava ama cesaretini görmezden gelemeyeceğim ve eğer haklıysan, bizi Izla’ya herkesten önce ulaştıracaksın.”

Arthur’a cevap vermek istedim ama odak noktam kendisi değildi. Gözlerim toprakta geziyordu, Xin’i hissetmeye çalışıyordum. Xin, henüz bana yakın değildi. Onu saraya uzak tutmak istediğim için ormanın en derin noktalarında bekliyor, görünmez gibi yaşıyordu çünkü sarayda öfkeme yenik düşersem, sinirlenirsem ya da başıma bela alırsam bunu hisseder ve saklandığı delikten çıkıp Xilmari’nin merkezine gelirdi. Benim olan siax emirlerimi dinliyordu ama söz konusu ona güç veren, yanından ayırmayan kutsal büyücünün canı olduğunda dinlemeyecek ve beni kurtarmak için kendisini öne atacak, karşısına çıkanı yok edecekti. Fakat içeri girdiğimden ve ona ulaşmak istediğimden haberdardı. Saraydan çıktığım an gözlerini açmış, toprağın altına girmişti. Ben ona yaklaşırken o da bana doğru geliyordu ama asla dışarı çıkmayacak, kendisini kimseye göstermeyecekti.

On dakika kadar şövalyelerin de bildiği yoldan çıkmadık. Aceleyle çıktığımız yolu muhabbet ederek yumuşatmaya çalışıyorlardı. Kulağımda sesleri uğultu gibi kaldı. Başımı yolun sağına, diğer tarafa çevirdim. Aşağı baktım.

Xin hemen altımdaydı ama sağa yöneliyordu.

“Lordum, bu taraftan.” diyerek işaret ettim. Arthur atı neredeyse durduracak kadar yavaşlattı. El değmemiş ağaçların iç içe geçtiği uzaktan bile görülüyordu. “Aralarından geçebiliriz, dere kenarından devam etmemiz gerekecek. Dar bir yol vardı, hatırlıyorum. Atlar suya girmeyecek bile lordum.”

Arthur sözlerimden emin olamasa da dinlemeyi seçti ve arkasındakilere işaret verdi. “Hızlanıyoruz.”

Birden atı hızlandırdığında kollarımı ona sardım. Arkamızdan üç şövalye takip etti, nal sesleri ormanın içinde bu saatte yankılandı. Saçlarım hızdan dolayı açıldı, diğerleri takip ediyor mu diye omzumun üstünden bakmak zorunda kaldım çünkü Arthur inanılmaz aceleciydi.

Ona doğru iyice kayıp ellerimi önünde birleştirdim. Hızla at sürerken bir yandan da takip ediyordum. Xin toprağı parçalıyordu, bizim kadar hızlı değildi ama çok daha öndeydi. Yarıp geçtiği toprak o ilerlediği an tekrar kapanıyor, en ufak bir çatlak göstermiyordu. Xin döndüğünde elimle solu işaret ettim.

“Sol.” Gözlerimi yumdum. “Kayalıkların yanından geçtiğimi hatırlıyorum, eğer görürsek doğru yoldayız.” Hayal gibi zihnime düşen kaya parçalarını onlara da söyledim. Xin’in gördüğü her şey aylar önce gördüğüm bir rüya gibiydi.

Arthur beni kontrol etmek niyetiyle arada dönüp bakıyordu. Dakikalar boyunca tempo değiştirerek ilerledi. Kimi zaman, önümüzdeki açıklık müsait olunca, son hız at koşturttu fakat engebeli yollarda yavaşlamak zorunda kaldı. İstediği süratte gidemesek bile ağaçların arasından ilerlemek ve geçişe izin vermeyen yolların arasından gitmek süreyi yarıya düşürdü.

Tarif etmeye başlamamın ardından hiç kimse konuşmadı, sadece arada sırada benim sesim çıkıyordu.

Dik durup Arthur’un kulağına doğru yaklaştım. “On dakika sonra dereyi göreceğiz.” Bir elimi çektiğimi fark edince aşağı baktı.

Parmaklarımı sıkıca kavradı ve çekmemi sevmemiş gibi karnının üzerine koydu. Sıkı sıkı ona tutunmaya devam ettim. Yaptığı hareket ifadesiz suratımı değiştirdi, dudaklarım hafif kıvrıldı. Ağaçlar ormana küsmüş gibi azalınca şövalyeler başlarını kaldırıp çevreye bakındı. Henüz tepeden inmemiş olmamıza rağmen su sesi duyuldu.

“Şaşırtıcı.” dedi Carter önümüze geçerken. Yolu söylememe gerek kalmadı, herkes sese doğru ilerledi.

Arthur geldiğimiz yere şaşırarak baktı. Derin bir nefes çekti. “On dakika.” On dakika kadar duracak, mataraları dolduracak ve devam edecektik.

Carter, herkesten önce davranıp attan atladı ve yanıma geldi. Elini bana uzattığında Arthur’a tutunarak ve onun elini tutarak aşağı indim. Ayaklarım çimenle buluştuğunda ilk önce dengemi sağlayamadım. Bacaklarım tutunmaktan ve rahatsız yolculuktan dolayı uyuşmuştu. Carter elimi bıraktıktan sonra ilk olarak bana, sonra da Arthur’a baktı.

Prens attan indikten sonra bir daha bana dönmemişti lakin Carter gözünü benden ayırmıyordu.

“Ava, beni şaşırtıyorsun!” diye bağırdı George. Oldukça uzaklaşmıştı, dere kenarına yürüyordu. Eğilip avucuna su doldurdu. Yüzüne çarptı.

Tebessüm ettim ama aklım Carter’daydı. “İltifat olarak alıyorum.” diye mırıldandım.

Carter gözleriyle Arthur’u takip etti. Onların iyice uzaklaşmasını bekledi, atları bağladı. Dereye yaklaştıklarını görünce kolumdan beni tutup kendisine çekti. “Ne yapıyorsun Ava?” diye sorduğunda ona döndüm. Kaşlarımı çattım, Carter sesini inanılmaz kısık tuttu ve neredeyse dudaklarını oynatarak konuştu. “O prens.” Oldukça uzak olmalarına rağmen duyulmayı riske atmadı.

“Neyden bahsediyorsun Carter?”

Philip, George ve Arthur metrelerce önümüzdeydi. Dudaklarını ıslattı ve sıkıntıyla açıkladı. “Arthur herkesten farklı olabilir ama bu onun kim olduğunu değiştirmiyor.”

“Onun kim olduğunun gayet farkındayım.”

Carter onu yanlış anlamışım gibi başını iki yana salladı. “Arthur için konuşmuyorum, senin için konuşuyorum.”

“Yanlış anlıyorsun.”

“Sanmıyorum.” dedi ve kolumu bıraktı. “Bana hiçbir şey açıklamak zorunda değilsin ama… dikkatli ol Ava.”

Başka hiçbir şey söylemeden yanımdan geçip gitti. Arkasından bakakaldım. Yola çıktığımızdan beri gözünü benden ayırmıyordu ve Carter geçtiğimiz aylarda beni sarayda dikkat etmem gereken her konuda uyarmış, en ufak soruma cevap vermiş ve bıkmadan her şeyi bana açıklamıştı. Arthur, onun en yakın dostlarından biriydi. Ettiği yeminden bile daha öte bir bağ aralarında vardı ve o da dostluktu. Lakin samimiydi, düşündüğü kişi Arthur değildi.

Başıma alabileceğim belaların hepsini bana tek tek açıklamak istediği belliydi ama her şeyi bildiğimi zaten biliyordu.

Carter da yanlarına gittiğinde Arthur başını kaldırıp bana baktı. Onlardan uzakta olduğumu gördü, uzun uzun süzdü. Yanlarına gitmedim. Tıpkı onlar gibi suratıma su çarpmak için dereye ilerledim ama biraz daha uzaklaşmanın bana iyi geleceğine inandım. Dizlerimi kırıp suya doğru eğildim. Birazını avucuma doldurup dudaklarımı ıslattım, sonra suratıma çarpıp rüzgara doğru başımı kaldırdım. Nemli elimi enseme doğru indirip soğuğun tadını çıkardım.

Aynı hareketi bir daha yapmak ve oyalanmak için suya doğru tekrar uzandım ama hissettiğim büyüyle elim suyun üzerinde kaldı. Kaşlarımı çatıp başımı eğdim. Xin burada olduğu ve güçlerim açık olmadığı için onun büyüsünü hissediyorum sandım. Elimi taşların üzerine koyup omzumun üstünden arkama, geldiğimiz yöne doğru başımı kaldırdım. Şövalyeler ne yapıyordu bilmiyordum, belki de benim kaskatı kesildiğimi görüyorlardı. Onların seslerini duymadım ve önüme odaklanmaya çalıştım.

Hiçbir şey göremiyordum.

Ama hepsini hissediyordum.

Gözlerim kocaman açıldı ve hızla şövalyelerin durduğu tarafa döndüm. Aynı senaryo bir başka şekilde yaşanıyordu. Arthur ve diğerleri su içiyor, konuşuyordu ve her şeyden habersizlerdi.

Ayağa fırladım, az kalsın dengemi kaybedecektim. Yürürken geldiğimiz yöne baka baka yanlarına ilerledim. Aceleci tavırlarım Arthur’un dikkatini çekti. Ne diyeceğimi bilemedim, bu kez yanımda Ezra yoktu ve uyaramıyordum. Senin göremediğini, hissedemediğini ben görüyorum, geçen seferkinin aksine iliklerime kadar büyü hissediyorum diyemedim.

“Ava?” dedi Arthur bembeyaz olmuş suratımı görüp.

Düşünmeden konuştum, yapabilecek hiçbir şeyim kalmadı. “Ses duydum.” dediğimde arkadaki üç şövalye de dikkatini bana verdi.

Arthur gözlerini kısıp deminden beri baktığım yere döndü. “Ses mi?” diye söylendi. Başını iki yana salladı. “Hayır, hiçbir şey yok.”

“Duydum.”

“Ava…” dedi Philip tebessümle. “ormanın içindesin, mutlaka hayvanlar etrafımızda geziniyordur.” Yanımdan geçerken omzuma dokundu.

Uyarmak istiyor gibi ağzımı araladım ama nasıl anladığımı onlara açıklayamayacaktım. Xin, biz dururken çoktan uzaklaşmış, derenin devamından ilerlemişti fakat benim hissettiğim büyü onun da devam etmesini engellemişti. Xin fark ediyordu, Xin bile duruyordu.

“Çıkma sakın.” diye fısıldadığımda Carter mırıldandığımı duydu. Tebessüm etmek istesem de yapamadım.

Ellerim yumruk şeklinde kaldım. Yaklaştıklarını duyuyordum ve hissettiğim sıradan büyüler değildi. Gelip geçecek birileri olabilirdi, belki de şövalyeler bu tarafa kaymıştı. Fakat zararsız olsalardı Xin durmaz ve yola devam ederdi. Görünmeyeni gören gözleri vardı, hisleri oldukça kuvvetliydi.

“Beş dakikaya gideriz.” dedi George.

Arthur hala baktığım yere bakıyor, neden bu kadar üstelediğimi anlamaya çalışıyordu. Bir dakika daha oyalandı. Uzaktaki atlar kişnedi. Dolaşıp duran bakışları tam karşıda, ağaçların arasında dondu. Diğerleri hala aynı şekilde vakit öldürüyordu.

Arthur’un da ormana baktığını gördüklerinde Carter doğruldu. “Arthur?” Prens elini kaldırıp onu susturdu ve dinlemeye devam etti.

Onlar yaklaşırken içimi kıpır kıpır yapan bu lanet duygu alevlendi.

Umut dolu bakışlarla prense baktım.

Arthur’un kaşları çatıldı, geriye doğru bir adım atıp ağaçların yanında kalan atlarda göz gezdirdi. Kılıcına uzandığını gördüm ama son anda durdu. “Arthur?” dedi Carter bir kere daha.

“Ava haklı.” Bana inanamıyormuş gibi baktı. “Çok kalabalık. Hem de çok…” Gözleri endişeyle bende takılı kaldı. Arkasına dönüp derenin diğer tarafına kaçamak bir bakış attığında üzerinden geçip gitmek istediğini anladım lakin ilk önce atları alması gerekiyordu, atlar ise diğerlerinin olduğu taraftaydı.

Şövalyeler de hissetmeye başladıklarında hepsi doğruldu. Arkamda Carter’ın varlığını hissettim, beni tuttu ve ileriye baktı. “Gidelim.” dedi Carter.

Arthur başını iki yana salladı. “Atlar.” dedi dişlerinin arasından.

“Kim olduklarını bilmiyoruz.” dedi George.

“Krallığa giden yol buradan geçmiyor George. Her kimse patikadan çoktan çıkmış, suya ulaşmak istemiş. Halbuki dümdüz devam etse saraya ulaşacak…” Philip açıklıyor, bir yandan da kolaçan ediyordu. “Hala gidebiliriz. Görünmeyiz.” Atları bırakmayı teklif etti.

Arthur bir adım öne geçti. “Çok kalabalıklar Philip. Mutlaka biri görür.”

Beklediler, geçip gidecekler mi diye görmek istediler. Şövalyelerin arasında kaldım, sakin durmaya ve onlar kadar iyi hislerimin olduğunu çaktırmamaya özen göstererek bekledim. Carter arkamdan eğilip “Sakın yanımdan ayrılma, duydun mu?” diye fısıldadı.

Tepki bile veremedim. Önümde kaç kişi olduğunu artık anlayabiliyordum. Yirmi beş… aynı anda durdurulamayacak kadar kalabalık değillerdi, eğer sıradan büyücüler olsalardı rahatlıkla geçip gidebilirdik. Fakat yirmi beş shar ormanın içindeydi ve kara büyü iliklerime işliyordu. Aktif olan bir büyü kesinlikle değildi fakat önceden kara büyüye dokundukları kesindi.

Xilmari’nin yollarını kullanan ve yoldan sapan birkaç adam…

“Arthur?”

“Hepsi shar.” dedi daha onları görmeden. Arkasını dönüp bize baktı. “Benim büyüme kara büyüyle karşılık verecek kadar aptal.” Fark ettiğim her şeyi o da anladı.

Arthur’un sözlerinin aksine büyü kullanacağını belli eden bakışları vardı ama yapmamalıydı, kara büyüyü durduracak kadar güçlü değildi. Bunu kendisi de biliyordu.

Hemen solumuzdaki otlaklardan sesler geldi. Burada olduğumuzu tıpkı bizim gibi önceden fark ettiler. Uzun süre ağaçların arasında bekleyip bizi izlediler. Aynı anda bir sürü shar görüşüme girdi. Soldan, sağdan ve tam önümüzden, atlarımızın yanından çıktılar.

Bir adam gözlerini bizden hiç ayırmadan atların yanına geçti. Belinde kılıç duruyordu, yanındaki adam atları çekiyordu. Arthur’un atının yanında durdu ve yelelerine dokundu. Çok sıradanmış, bizi tanıyormuş gibi gözlerini üzerimize çevirdi ve uzun bakışlarından sonra gülümsedi.

Şövalyelerin üzerindeki armalarda bakışlarını kilitledi. “Koskoca ormanda…” diye mırıldanıp elini atın üzerinden çekti ve öne çıktı.

Şövalyeler konuşan adamı pürdikkat dinliyordu fakat Arthur hızlı kaçamak bir bakışla diğer tarafı kontrol etti. Aynı anda elinde yay tutan sharları gördük.

Aynı adam bir kere daha konuştu, üzerinden kara büyü akıyordu. “Sadece geçecektim, temkinli bir şekilde…” Kaşlarını çattı.

“Kara büyüye bulanmış.” George’un fısıltısını duyması neredeyse imkansızdı ama anlamış gibi tebessüm etti.

“Zararsız bir büyü.” Konuşmaya devam etmek istiyor gibi ağzını araladı fakat şövalyelerin arasına gözleri kaydı. Beni gördü, bir kadının şövalyelerin arasında ne işi olduğunu anlayamadı. Parmaklarını hafif kaldırınca yayları tutan bütün sharlar okları da eline aldı ve üzerimize yöneltti. “Geçeceğim, buradan gideceğim.”

“Bırak geçsin.” diye fısıldadı Philip. Arthur kara büyüye asla izin vermiyordu fakat ne sayı üstünlüğü vardı ve de bulunduğu konum ondan yanaydı. Arkadaki dere geri çekilmemize izin vermeyecekti. Onlar atlıydı, biz ise ancak koşabilirdik.

Kimse kılıcına uzanmadı.

Adam yirmi beş kişi adına konuşmaya devam etti. Ellerini teslim oluyor gibi kaldırarak ileriye çıktı, gözleri ise üzerimdeydi. “Eğer takip edilmeyeceğimi bilseydim zararsızca geçecektim.”

Okçuların üstündeki gözlerim hızla ona kaydı. Philip’in kılıcına bu kez dokunduğunu gördüm.

Bu adam, Arthur’un prens olduğundan gayet emin gibiydi. Arthur’un üzerinde kimliğini hiçbir şey yoktu, ancak önceden görmüş olmalıydı.

Dikkatim anlık dağıldı, arkamdaki dereden gözlerim ileriye kaydı, karaltıyı takip ettim.

Konuşan shar ilerledikçe diğerleri de arkadan çıkıyordu. Kalabalık olmaları sorun yaratmazdı, kara büyü bile belki durdurulabilirdi. Arthur kendisini çok zorlarsa aynı anda onlara diz çöktürürdü fakat sağda bekleyen, okları yaylara geçirmiş olan sharlar onun büyüye başlamasına bile izin vermezdi. Fark ettikleri an okları bırakırlar, üzerimize yağmur gibi yağdırırlardı.

Zarar gören ben olmazdım, belki de buradan sadece kendim ayakta kalarak çıkardım.

Oklar elbet onlara isabet edecekti. Hepimiz açıktaydık, hepimiz iyi bir hedeftik. Adamın öldürmeye niyeti olmasa bile şövalyeleri kendisini takip edemeyecekleri kadar yaralayacak ve ancak ondan sonra yoluna bakacaktı. Xilmari’nin en katı kuralını çiğneyip buradan geçmeye kalkışmıştı, öldürmeyi de göze alırdı.

Ve sonra bulunamazdı.

Okçulara, ellerinde kılıç tutanlara ve en son da arkamda duran şövalyelere, prense baktım. Kanlar içinde yattıklarını, sadece benim ayakta durabildiğimi ve yardım çığlığı için bağırdığımı hayal ettim. Şu saatten sonra izin verebileceğim bir görüntü değildi. Ne Arthur’un ne de üç şövalyenin yaralanması hayal edemeyeceğim kadar korkunç bir kabustu.

Carter’ın önünden o kadar seri çekildim ki hiçbiri beni yakalayamadı.

“Ava!”

Aramızda iyi bir mesafe bıraktım. Karşımdakiler ve arkamdaki şövalyelerin tam ortasında kaldım.

“Beni al. Birlikte buradan çıkalım.” İlgisini çekmiş gibi göründü. “Ben yanında olursam takip etmezler, sen buradan çıkar gidersin. Eğer takip ederlerse öldür beni.”

Ben konuşurken sesler tamamen kesildi.

Adam hayır diyecek gibi durdu, kim olduğumu veya şövalyeler için ne kadar değerli olduğumu bilmiyordu. İnanmadı. Ancak arkamda duran şövalyelerden biri beni geri çekmek için ileri atılınca bütün fikri değişti.

Elini kaldırdı, arkamdan kim hareket ettiyse onu da durdurdu. Gözlerim okçulardaydı, saldırıp saldırmayacaklarını anlamaya çalışıyordum.

“İlginç bir teklif.” dedi gözleri üstümde gezinirken.

Sadece zaman kazanıyordum.

Beni aldığı takdirde ne şövalyeler dururdu ne de Arthur. Yapmamaları gereken her şeyi yaparlardı, takip ederlerdi ama canlarını tehlikeye atmamalıydılar. Arthur beklese, krallığını düşünüp peşimden gelmese bile Carter’ın geleceğinden emindim ve kanının bir damlasının aktığını görmeye dayanamazdım.

Bunca aydır sabit tuttuğum fikirlerim aklımdan uçup gidiyordu. Ne söyleyeceğimi bile kestiremiyordum. Bu adama karşısında kim olduğunu göstermek istiyordum. Adımı bağırmadım ama Ava olduğumu unuttum.

“Kız benimle geliyor.” dedi inanılmaz rahatça.

Bu cümlenin üzerine kılıçların çıkarıldığını duydum. Hızla arkama döndüm. Arthur’un masmavi gözleriyle buluştum. “Bana güveniyordun.” diye fısıldadım. “Güven bana Arthur, geri geleceğim.” Dudaklarımı okudu, sesimi çıkarmadan konuştum.

“Ava,” Konuşmasına izin vermedim.

“Sakın saldırma. Sakın. Yalvarıyorum bir adım bile atma.” Sağa, okçulara baktım. “Lütfen hareket etme.” Adım attığı an öleceğine garanti veriyordum.

O değil ama Philip bir adım ileri atıldı.

“Kıpırdama dedim!” Sesim ormanı doldurdu. “Ben buraya sürükledim, ben acısını çekerim.”

Onları arkamda bıraktım ve ağaçların arasına bakındım. Önümdeki shar parmağıyla yanına gelmemi işaret ettiğinde dişlerimi kıracak kadar sıkıp ileriye doğru sert adımlarla yürüdüm. Adam gelişimi izledi, okları tutanlar benim adamın yanına sakince ilerlediğimi gördü.

Aramızda sadece dört metre kalınca durdum. “Buraya gel.” dedi.

Başımı hızla iki yana salladım. “Onları çek, ancak sonra yanına gelirim.” dedim.

Adam yay tutanlara baktı, saldıracağına inandığımı fark edince güldü. Bu kez onlara işaret verdi. Bekleyen beş shar aynı anda adamın yanına doğru ilerledi. Hala gözlerinin önündeydik, hala hepimizi aynı anda delik deşik edebilirlerdi fakat ben, hedeften çıkmak için değil, onları yan yana toplamak için bunu söylemiştim.

Hepsi ağacın yanında, yan yana durduğunda bir adım attım ama ikinci gelmedi. “Buraya gel dedim.” dedi hırlar gibi.

Üç adımlık bir mesafe aramızda kaldı. Ağaçların arasında hala yoldaşları bekliyordu, diğer taraftakilerin elindeyse sadece baltalar görüyordum.

Adam bana uzandığında bileğimi o yakalayamadan çektim. Gözlerine baktım, sonra hemen arkasına… “Yılan. Arkanda… yılan var.” Ne dediğimi anlayamadı. Saçmalamışım gibi suratını ekşitti.

Bir saniye sonra çalıların arasına saklanmış olan arkadaşının acı verici haykırışını duydu.

Önümdeki herkes çığlığa doğru döndü. Okçular yayları hayretle indirdi ve görmeye çalıştı.

“Öldür.” Ağzımdan bir kelime döküldüğü an Xin toprağın içinden çıktı.

Bir anlığına onu gördüm. Okçulardan birisinin hemen arkasından çıktı, iki insanı aynı anda yutabilecek kadar büyük ağzını araladı. Çığlıklar ağaçların arasında yankılandı, kulaklarım çınladı. Önümdeki okçu birden geriye doğru uçtu, ısırıldığı an öldü.

Beni yanına çağıran shar belindeki kılıca uzandı, arkasını tamamen bana döndü. Fırsat bilip geri geri yürüdüm, Xin’i görmeye çalışarak onlardan uzaklaştım.

Başka bir haykırış daha koptu. “Yılan!” Kelime ağzından tam çıkamadan yarıda kesildi.

Kılıcını çıkarmış olan shar bana bir kere daha başını çevirince hafif gülümseyen suratımla buluştu. Kaldırdığı kılıç elinden düşecek gibi oldu. O bana bakıyordu, ben ise hemen arkasından yaklaşan Xin’e.

Vücudu kaskatı kesildi.

Kim olduğumu anladı, dudaklarını sanki adımı bağıracakmış gibi araladı lakin bağıramadan bacaklarından çekildi, küçücük bir ısırık onu öldürmeye yetti.

“Ava!” Arthur’un sesini duydum ve buraya gelmesin diye ben ona gittim.

Sanki arkamdaki yılan beni de öldürmek isteyecekmiş, benim de canımı yakacakmış gibi koştum.

Yaklaştığım an Arthur öne çıktı, kolumdan tutup beni hızla arkasına çekti. Tutunmaya ihtiyacım varmış gibi koluna parmaklarımı sardım. Hepsi karşısına bakıyordu. Ağaçların arasında kaybolan ve çığlık çığlığa bağıran, yılanı arayan sharlara…

“Canavar!” Son kelime bu oldu, ardından acı dolu boğulma sesleri geldi.

Bir kişi bile kalmadı.

Xin, ben daha emir vermeden sessizce aralarında dolaşmıştı. Onu bir anlığına görenler kılıçlarını sallamıştı ve Xin’in zehrine kurban gitmeden önce zarar verebildiklerini ummuşlardı. Kılıçlarıyla onu kestikleri doğruydu ama umdukları tamamen yalandı. Xin’e doğrulttukları, hatta batırdıkları kılıçlar ona asla zarar veremezdi. Benim olanı ancak benim gibi yaralayabilirlerdi. Kutsal kılıç, onu öldürebilecek tek şeydi.

Arthur kolunu önüme gerip kılıcını kaldırınca kaşlarım çatıldı. Bir adım geri attı, şövalyeler de onu takip etti. Üstlerine doğrultulmuş oklardan kaçmayan adamlar bütün sesler kesildiğinde gerilemeye başladı. Karşılarında ne olduğunu anlamadılar, sıradan bir yılan olmadığınınsa gayet farkındaydılar.

Xin’in üzerinden geçtiği otlardan hışırtılar çıktı, tıslama sesi olduğum yere kadar geldi. “Hazırlanın.” Arthur onu görmeye çalışırken emir verdi.

Kolunu hızla bıraktım ve elindekine baktım.

Xin geçip gidecekti fakat Arthur kılıcını kaldırınca çalıların arasında durdu. Kutsal kılıcı, kılıcın beni arkasına alan adamın elinde olduğunu, bunca şövalyenin arasında kaldığımı hissetti. Canımı alabilecek tek kılıç benden bir adım ötedeydi.

Çalıların arasından Xin’in sapsarı gözlerini gördüm. Ardından simsiyah, güneşin altında parlayan ve yeşile kaçıyor izlenimi veren uzun bedenini gösterdi.

Sürünerek ilerledi, başını kaldırdı. Yükselmesi gözlerimle takip ettim. Hasret kaldığım diğer parçam hiç istemediğim bir şekilde karşımdaydı.

Bana bakmadı, Arthur’un elindeki kılıcın gücüne odaklıydı.

Başımı iki yana salladım ama anlamadı, umursamadı. Ağzının kenarından kan damlaları çimenlerin üzerine damlıyordu. Hareket etti, bir insanı yutabilecek kadar büyük ağzını açtı. İçgüdülerine ortak oldum, hissettiğini hissettim.

Atlayacaktı. Şövalyelerden önce Arthur’un üzerine atılacak, tek bir ısırıkla işini bitirecekti.

Hızlıydı, hiçbiri kaçamazdı ve kutsal kılıç bir başkasının elinde tehditkar şekilde tutuluyorken beni de dinlemezdi.

Adrenalin ve endişe yüzünden kımıldamadan, heykel gibi duruyordum. Xin’e ve hemen ardından olduğum yere bakındım. İşkencenin içindeymiş, düşüncelerim büyüyle yakılıyormuş gibi hissettim. Aklımdan her şey uzaklaştı, tamamen içgüdüsel davrandım.

Carter’ı önümden ittirdim, Arthur’un yanından bir kere daha kaykıldım. “Dur!” Bağırdım ama bu kez şövalyelerin önüne geçmedim, Arthur’un bileğine yapıştım. “Dur, kılıcı indir!” Arthur, Xin’e dehşete düşmüş gibi baktığı için hareketimi sonradan fark etti. Masmavi gözleri bana kaydı ama Xin tekrar hareket edince gözlerini benden çekmek zorunda kaldı. “İndir. İndir kılıcını!”

Arthur’un bileğini tuttuğum halde kılıcını indirmediğini Xin de gördü ve hareket etti.

Elimi hızla kaldırdım ve Xin’e bakmadan bağırdım. “Dur!” Bu kez lafım şövalyelere değil, atılmaya hazır yılana gitti.

Omzumun üzerinden arkama baktığımda onun sapsarı gözleriyle buluştum. Hava tuttuğum elimi yavaşça aşağı indirirken Xin de aynı şekilde yukarıda tuttuğu bedenini aşağı eğdi.

Bir an olsun Arthur’dan gözlerimi ayırmadım.

Xin’in eğildiğini görünce kaşları çatıldı, parlayan gözlerini ondan çekti ve bana çevirdi. Bileğini hala bırakmamıştım, tırnaklarımı ona geçiriyordum. Masmavi bakışlarının altında ezilirken bütün gücümle kolunu aşağı çektim ve kılıcın ucunu aşağı eğmesini sağlamaya çalıştım ama yapamadım. Kılıcı bırakmadı.

Göz kırpmadan bana bakıyordu.

Elimi bileğinden çektim ve hızla geriye doğru birkaç adım attım. Carter bir anlığına bana bakıp “Ava, ne yapıyorsun!” diye bağırdı ama Arthur asla konuşmadı.

Şövalyelerin ağzından da uyarıcı cümleler dökülmeye başladı ama onlara hiç bakmadım. Geriye doğru sakin adımlar atarken gözlerim sadece Arthur’un üzerinde kaldı.

Xin’e doğru yaklaştım ve elindekine baktım. “Kutsal kılıç onu öldürür. İndir onu Arthur.” Xin ile aramda sadece iki metre kaldı. “Tehlikeli olduğunuzu düşünüyor. Kılıçlarınızı indirin!” Gözlerim hepsine teker teker uğradı.

Son cümle ağzımdan dökülürken onlardan tamamen uzaklaştım ve Xin’in tam önüne geçtim. Ona yaklaştığım için uysallaşan siax hızla doğruldu. Xin, metrelerce uzun bedenini arkamdan kıvırdı. Bir yumak gibi beni içine aldı ve bedenini bana siper etti.

Kuyruk tarafı ayaklarımın önünde kalınca başını iyice kaldırıp tam başımın yanında tuttu. Gözlerini bir an olsun karşıdan ayırmadan ağzını açtı. Yanağıma yanağı değecek kadar yanımda tısladı.

Arthur kılıcı indirene kadar saldırgan tavrından ödün vermeyecekti. “Son kez söylüyorum, kılıçlarınızı indirin!” Sesim o kadar farklı çıktı ki kendim bile inanamadım. Alanlara hükmeden Cassandra’nın kendinden emin bağırışını aratmadı. Philip, George ve Carter da Xin’e olan korku dolu gözlerini üzerime çevirdi, bütün bakışlar değişti.

Her şey mahvoldu. Aylardır verdiğim uğraş, onlarca yalan ve planlı geçecek olan günler yok olup gitti. Ava isminin yalan olduğunu anladılar. Bakışlarındaki değişim gözle görülebilirdi.

İhtimal vermediler, inanmadılar.

Kahinlerin sözleri ve devam ettirmem gereken uyku süreci aklımdan geçtiğinde ağaçlara doğru haykırmak istedim. Her şey bir anda kaybolup gitmişti. Canlarından olmasınlar diye Xin’i çıkardım lakin Xin’in bana olan bağlılığını göz önünde bulundurmadım.

Yutkunup başımı dik tuttum.

Geri dönüşü olmayacak birçok hareketim olduğunu düşünmüştüm ama asıl bitişim bugün olmuştu. Güçlerimi açmak, uykuyu tamamen bozmak… her ihtimali düşündüm.

Düşüncelerimi Carter’ın hareketi bozdu. Bir elini kaldırdığını gördüm ve ardından elindeki kılıcı çevirip ayaklarının önüne güçlü bir şekilde batırdı. Kılıcı ilk o bıraktı.

Carter’ın başlattığını devam ettirdiler. Kılıçları ya yere attılar ya da çimenlere batırıp bir adım geri çekildiler. En sona Arthur kalınca kısık tuttuğum gözlerimi ona çevirdim. Bakışlarımdan kaçınmadan elindekini ileriye fırlattı.

Yüzünde hiçbir ifade yoktu. Ne korku ne de şaşkınlık görebildim.

Bunca yıl sakladığım suratım gözler önündeydi, kim olduğum dakikalar önce ortaya çıkmıştı.

Bütün kılıçlar bırakıldığında Xin tıslamayı bıraktı, atılmaya hazır tuttuğu bedenini gevşetti. Hala çember şeklinde tuttuğu bedeninin içinde bekliyordum, henüz ayrılmaya hazır değildi.

Kutsal kılıca gözlerim dokunduğunda Arthur dişlerinin arasından konuştu. “Sen…”

Aynı onun gibi, duygusuz bir ifadeyle durdum. “Adımı söyle.” diye fısıldadım. Haftalardır görmeyi beklediğim şefkatli suratı tamamen kayboldu.

Ne şövalyeler ne de o… Az önceki gibi endişeyle bakmıyordu, tanıdıkları ve güvendikleri Ava yok olmuştu. Arthur’un çenesi kasıldı, hiçbir tepki veremedi. Xin’in bana bıraktığı bir adımlık mesafede ileri atıldım.

Çok daha yüksek sesle konuştum. “Adımı söyle Arthur!”

Derin ve öfkeyle bir nefes aldı ve dişlerini sıktı. Gerildiğini ve hareket bile edemediğini görebiliyordum. Dudaklarının arasından sonunda çıktı o isim, bir tıslama gibi, öfkeyle ve hayretle… “Cassandra.”

Loading...
0%