Yeni Üyelik
21.
Bölüm

21. Bölüm

@leeseaa

Benden birkaç bilgi almasını istiyordum ve ona yardımcı olabildiğim kadar olacaktım. Bana olan tutumu önemli değildi, görmezden gelmek istiyordum çünkü hayal kırıklığı gözlerinden okunuyordu. Durdurmak istediğim Raeran’dı, onun saçma fikirleriydi.

“Cassandra,” Ezra, bana bu şekilde seslenince kendisini garip hissetti. “Alışırım. Umarım…” diye mırıldandıktan sonra ciddiyete büründü. “Bunu yapmak zorunda değilsin. Kutsal büyücüler bir krallığın yanında durmaz, bunu bana sen de ayrıca söyledin ve bu tutumun Xilmari’nin yanında olduğunu düşündürtecek. Yardımcı olmak zorunda değilsin.”

“Biliyorum.” dedim. “Yardım etmek zorunda değilim ama yardımcı olurum. Kimse benim Xilmari’nin yanında durduğumu bilmez, bu şekilde yaşadığımdan herkes bihaber.” Ezra ile yalnızken konuşmayı çok isterdim fakat mümkün değildi. “Ayrıca, anlayamadım… seni görmezden gelmemi mi istiyorsun? Bana yardımcı olduğun her günü aklımdan mı sileyim?”

Ezra iç geçirdi. “O zaman her şey aynı devam edecek.”

Arthur’a döndüm. “Bana Ava diye seslen, aynı şekilde ilerlememiz gerekiyorsa ağzından bir şey kaçmasın.”

“Cassandra her sabah odama mı girecek?”

“Önemli olan gerçekten bu mu? Iolrath tepende Arthur, sana yardımcı olmaya çalışıyorum. İki taraflı da düşünebilirsin. Raeran durmazsa ben güçlerimi aktifleştireceğim ve uykum bölünecek çünkü savaşı durdurmak zorunda kalacağım.”

Ona yardım edeceğimin müjdesini veriyordum ama o hala benim ona çay getirmemin garipliğini düşünüyordu. Gerçi, bunun düşüncelerinin sadece ufak bir kısmı olduğundan emindim.

Ben savaşı ve Raeran’ı düşünürken Arthur’un gür sesi beni hayallerden çıkardı. “Herkes dışarı.” Gözlerimiz buluştu. “Sen kalıyorsun. Kalan herkes… dışarı!”

Hiç kıpırdamadan kaşlarımı çatarak bekledim. Carter son kez bana bakıp yaslandığı yerden ayrıldı, hemen arkasından şövalyeler istemeyerek çıktı. Ezra gitmek istemiyor gibiydi fakat Arthur’un sinirli sesi duyduktan sonra karşı çıkacak hiçbir şey söylemedi.

Kapı kapandı, ikimiz yalnız kaldık. Masaya yaslanmayı bıraktım ve önüne kadar ilerledim. “Neydi bu?”

Dişlerini sıktığını, bana öfkeyle baktığını görüyordum, daha kötüsü hissediyordum. Üzerime doğru yürüdüğünde yerimden oynamadım, sadece göz temasını bozmamak için başımı kaldırdım.

“Beni kandırdın.” Bu kez yüksek sesle konuşmadı. “En nefret ettiğim şey kandırılmaktır Cassandra.” Yine adım aynı lanetli kelimeymiş gibi dudaklarından döküldü.

Her şeyin oyun olmadığını göremiyordu.

“Her sabah buraya geldin, işlerini yaptın, yanımda oturup duymaman gereken her şeyi duydun çünkü ben sana güvendim ve izin verdim. Amacın zaten bunları duymaktı, sonra defolup gidecektin. Oynadın ama sadece benimle değil, herkesle oynadın.”

Onun sözleri beni de kızdırmaya başladı. “Evet, oynadım ve çok da başarılıydım ama hepsinin bir oyun olmadığını göremeyecek kadar körsen gözlerini ben bile açamam.”

Sakin kalmak istiyor gibi derin bir nefes çekti. Ezra’nın dedikleri de kulağımdaydı, kendi gördüklerim de aklımda… Arthur kolay kolay sinirlenmiyordu ve onun sinirli halini hiç görmemiştim. Hala sakin kalmaya çalışıyor ama zorlanıyor gibiydi.

Birden elini kaldırıp çenemin altından tuttu, suratımı kavradı ve iyice yaklaştı. Cassandra olduğumu bile bile bu şekilde yaklaşması ve tutması onun gözünün döndüğünü bana düşündürttü. “Hiç kimse beni bu şekilde kandıramaz. Kim olduğun umurumda değil.” Nefesi üzerime düştü. “Şövalyelerle vakit geçirdin, onları kullandın. Bunu sadece bana yapmadın, bütün çevremi etkiledin.”

“Yapmak zorunda olduğum şeyleri yaptım.”

“Bunları yapmak zorunda olmadığını ikimiz de biliyoruz Cassandra.”

Başımı iki yana avucunun içinde salladım. “Burada tanıştığım kişileri ben seçmedim, buraya gelmeyi de ben istemedim. Sana yardımcı olmasaydım Raeran benim yaşanacak olanların karşısında duracağıma inanmayacaktı. Bana şükretmen gerekir.” Ben ona yaklaştım. “Benim sana ihtiyacım varsa senin de bana var. Elinin altında Cassandra duruyor Arthur, kullan bunu.”

Söylediğim sözden sonra bakışları kendi eline kaydı ve hızla çekildi. Gücüme ihtiyacı yoktu, bilgilerim ona yetecekti.

“Birisine sinirlenirsen bu sarayı yakıp geçeceğine eminim!”

“Şu güne kadar yapmadığımı söylüyorum! Sen kör müsün? Öldürecek olsaydım prensesi öldürürdüm.” Bağırdığımın farkına varınca laf arasında “Odaya büyü yap, sesimi duyacaklar.” diye söylendim. Arthur sadece elini kaldırdı ve odanın etrafını büyü sardı. Gözlerimi yumdum. “Cecilia sinirimi bozdu, sen de bunu gördün. Çenemi mümkün olduğu kadar kapalı tutabiliyorum.” Prensesten bahsetmem onu rahatsız etmedi. “Ezra’ya da mı inanmıyorsun? Sana yalan söylemek zorundaydı!”

“Ezra’yla aramda olan sadece beni ilgilendirir. Buna sen karışmayacaksın.”

“Bana emir vermeyi bırak!”

“Sen de bana emir vermeyi bırak Cassandra.”

Yorulmuş gibi göründüğümün farkındaydım. “Neyi tartışıyorsun Arthur? Burada kalmamı kabul ettin. Ezra’ya verdiğim sözün aynısını sana da mı vermemi istiyorsun?”

Başını iki yana salladı, hiçbir zarara sebep olmayacağımın o da farkındaydı. Sadece kabullenemiyordu.

“Kılıç kullanan, büyüye meraklı, bitki biliminde Ezra kadar bilgili, her şeyi çekinmeden söyleyen bir hizmetçi. Aklıma bir sürü şey geldi ama…”

“Cassandra’nın sana hizmet ettiğini fark mı edecektin?” Gülümsedim. “Bunu kimse ihtimaller arasına koymazdı.”

Onun takıldığı nokta zaten bu değildi.

“Sana karşı bir şeyler hissetmeme izin verdin.” diye fısıldadı. “Sonra? Sonra buradan hiçbir şey yaşamamış gibi çekip gitmeye razı geldin.” Masmavi gözleri öfkeyle yanıyordu.

Ne düşündüğünü açıkça söylediğinde hem kalbim sızladı hem de kendi benliğimden çıkmamak istedim ama ikisini aynı anda yapamıyordum.

“Her şey senin için oyundu, vakit geçiriyordun. Bunu bambaşka şekilde yapabilirdin. Hiçbir zaman yakınlaşmak zorunda değildin. Ezra, sana zaten öğrenmek istediğin her şeyi anlatırdı.”

“Bu yüzden mi yanında olduğumu düşünüyorsun?” dedim inanamayarak. “Ben seni öpmedim, beni öpen sendin.” Ava’yla yaşadığı anlar artık aklında Cassandra olarak kalacaktı. “Ben senden uzak durdum.”

“Öyle mi yaptın?” dedi yalandan bir şekilde. “Sabah da bunu mu yapıyordun?”

“Arthur…”

Ona ne dersem diyeyim inanmayacaktı. Kullanıldığından emindi, yakınlaşmamın sebebinin onu aptal aşık soylular gibi görmem olduğuna inanıyordu. Tıpkı Raeran’ın kardeşi Cyrus gibi olduğuna inandığımı sanıyordu. Duygu beslediği bir kadına her şeyi anlatacak bir prens…

“Beni buna alet etmemeliydin.” dedi.

“Ama alet oldun.” Ne düşündüğünün artık önemi yoktu. Artık karşısında Ava yoktu ve bambaşka bir yola sapmam gerekiyordu. “Yarının geçtiğimiz günlerden bir farkı olmayacak. Bana yanımızda birisi varken aynı davranmak zorundasın ama yalnız kaldığımızda hiçbir şey söylemek zorunda değilsin Arthur.”

Daha dün ağzımdan adı kaçtığında hemen bana bakıyor ve gülümsüyordu. Şimdiyse… hiçbir şey yoktu.

“Şu an dediklerimin hiçbir önemi yok, değil mi? Düşünmek istediğini düşüneceksin. Birkaç dakika önce Cassandra olduğumu öğrendin ama ondan önce beni Izla’ya bile götürmek istemiyordun. Sadece kendisi için endişelendiğin bir insandım.” Daha fazla onunla kalmak istemedim. Benden ne öğrenmek istiyorsa yarın öğrenmeliydi. “Bugün konuşacak bir şeyimiz yok. Eğer sözlerime kulak vereceksen seninle yarın konuşacağım. Belki sakinleşince mantıklı düşünmeye başlarsın. Bana söyleyeceğin bir şey yoksa aşağı inmek istiyorum.”

“Yok.” Buz gibi sesi içimi ürpertti. Gözlerimi gözlerinden kaçırdığımı gördü.

“Tamam.” dedim ve hızla, ona bakmadan, yanından geçip gittim.

**

Belirli aralıklarla, sadece birkaç dakika uyuyabildim. Gece geçmek bilmedi ama uyumayan sadece ben olamazdım. Ezra, gece bir ara Arthur’un yanına uğramış, onun haricinde vaktini benimle birlikte odasında geçirmişti. Ne konuştuklarını bana anlatmadı, Arthur’un genel olarak dinlediğinden bahsetti.

O söylemese bile Ezra’nın birkaç özel detayı, ikimizin arasında geçen konuşmaları anlattığını düşünüyordum.

Sabah olduğunda Mary’nin yanına inmiştim ve şimdi en üst kata çıkıyordum. Arthur’un odasının önünde her zamanki elbiselerimden birisiyle bekledim. Derin bir nefes aldım ve kapıyı bir kere tıklatıp cevap vermesini bekledim.

İçeri girdiğimde Arthur’u masasının başında Carter ile birlikte buldum. Sabahın bu saatinde Carter uyanmazdı ama uzun süredir burada gibiydi.

İkisi de göz kırpmadan bana bakmaya devam etti. Elimdeki bardağı masaya bıraktım ve karşılarına geçtim.

Carter arkasına yaslandı. “Buna alışmam imkansız.” diye mırıldanırken Arthur’a döndü.

“Alışmak zorunda değilsin, önemli olan belli etmemen.” Arthur’a rahatça oturuyordu, dünden sonra bir şeyleri düşünüp düşünmediğini merak ediyordum. Bana öfkeyle bakmıyordu ama hala konuşmak istemiyor gibiydi. Boğazımı temizledim, aklımdakileri ona söyledim. “Alec’ten haberin var mı?”

Elflerin kralının adı ağzımdan çıkınca ikisi de şaşırdı. Sabahın bu saatinde açmak istediğim bir konu kesinlikle değildi.

“Mutlaka Axilya’dan da haber alıyorsundur Arthur. Eğer bir şey öğrendiysen Alec’e de her şeyi bildiğimi belli etmem gerekecek ve Xin’i görse iyi olur.”

Carter rahatını bozdu. “Yılan mı?” dedi.

Başımı aşağı yukarı salladım. Aklımdakini direkt olarak ona sorabilmek ve haber almak artık oldukça kolaydı ama bir şeyler eksik geliyordu.

“Alec, Raeran’la bir anlaşma yapmamıştı, ortada birbirlerini savunmayı gerektirecek hiçbir durum yok. Yine de hayatında bir değişiklik yapıp sessiz kalmamayı seçerse kararından memnun olmadığımı bilse iyi olur.”

Carter tebessüm etmeye çalıştı. “Cassandra yardımcı oluyor… Ne kadar iyi, değil mi Arthur?” Bu tutumundan dolayı sabah Arthur’la onlara yardımcı olacağımı ve beni kullanmasının ne kadar mantıklı olduğunu konuştuğunu bariz bir şekilde belli etti.

Arthur parmaklarını çenesinden çekti. “Gerek yok. Axilya’dan bir haber almadım.”

“Büyük ihtimal almazsın.” diye mırıldandım.

“Geçen gün konuştuklarımız… Alec’in yanında yer almıyorsun, değil mi Cassandra?” dedi Carter. Bana doğru eğildi. “Elbet bir sebebi vardır.” dedi imalı bir şekilde. Philip ve onunla ormanda konuştuğumuz küçük konuşma aklımdan geçti. Kendi ağzımla Axilya’da fırtınaların durmasının bir sebebinin olduğunu söylemiştim.

“Hayır.” dedim kaşlarımı çatıp. “Alec’ten yeterince nefret ediyorum Carter. Bence sorularının cevabını bu şekilde alabilirsin. Ondan hoşlanmıyorum.”

Carter didiklemedi, ellerini kaldırıp arkasına yaslandı.

Arthur ise benim onunla olan sıradan konuşmamı dinliyordu. Getirdiğim bardağa, her sabah içmeden edemediği bitki çayına uzun uzun baktı ama uzanmadı, getirenin ben olduğumu bilerek onu içmeyecekti.

“Seni başka bir işe vermeyi bile düşündüm.” dedi konudan sapıp. “Ama birisinin seni sinirlendirmeyeceğini kendime garanti edemedim.”

“Yerinde bir düşünce.” Mary’yle bütün gün kaldığımı hayal bile edemedim. Arthur homurdandığında kaşlarımı çattım. “Bu şekilde mi davranacaksın?”

“Aynı olmayacağını ikimiz de biliyoruz Cassandra. Eğer sakin günler geçirmek istiyorsan, bana ne yapacağımı söylemeyi bırak.”

“Sen bana ne yapacağımı söylemeyi bırak. Karşında Cassandra duruyor.”

Sinirle tebessüm etti. “Evet, biliyorum fakat biraz geç oldu.”

Arthur’un ve benim ses tonum git gide yükselmeye başladığında Carter ellerini kaldırarak bir ona bir de bana baktı. “Sakin olmakla başlayabiliriz.”

“Sakinliğini koruması gereken o, ben değilim.” dedim gözlerimi Arthur’dan çekmeden.

“Bu senin sakin halin mi?” dedi Arthur.

Beni çıldırttı.

Masanın önüne kadar yürüdüm. “Ne yaptıysam senin için yaptım!” Sözlerimden sonra bakışları yumuşadı. Carter’la ne konuşmuşlardı bilmiyordum ama Arthur konuştuklarının tam tersini yapıyor gibi görünüyordu, diline hakim olamıyordu. Yumruğumu masaya koydum. “Ne yaptıysam… Xin’i çıkardım, kimliğimin öğrenilmesini umursamadım çünkü eğer o kara büyücüyle gitseydim peşimden gelecektin. Hem sen hem de diğerleri… Okçular saldırdığı sen an ölecektin, ben yaşayacaktım.” Elimi masadan çektim. “Ağzından laf aldım çünkü senin tarafını tutacaksam her şeyi bilmem gerekirdi. Seni ve şövalyelerini riske edemezdim.” Carter’a da bakışlarım uğradı, o da hiçbir şey diyemedi. “Senin için uğraştım.”

Sessizlik hakim olduğunda Carter çekingen bir şekilde ayağa kalktı. “Benim gitmem gerekiyor. Burada olmasam çok daha iyi olacak.” dedi ve Arthur’un yanından çekildi, bizi yalnız bırakmak istedi. Yanımdan geçerken gözlerini çekemedi. “Sakinlik, tatlı dil… Ancak bu şekilde anlaşabilirsiniz.”

“Ben zaten anlaşmaya çalışıyorum Carter.”

Bana Arthur’dan çok uzak bir tutumla yaklaştı. “Fark ettim Cassandra.” Başını eğdi, Arthur’a aşağıda olacağını söyleyip odadan hızla çıktı.

İkimiz bir kere daha yalnız kaldık.

Dün yalnız kaldığımızda kalp atışlarım hızlanıyordu ama şimdi sadece üzerime kara bulutlar çökmüş gibi hissediyordum. Masasının önünden çekildim ve köşedeki kitaplara baktım. Hareketlerimi takip ediyordu.

“Ne yapıyorsun?” diye sordu.

“Kitaplarını koyuyorum Arthur çünkü dağınıksın.” dedim yerleştirirken. “Beni başka bir işe vermedin ve aylardır yaptıklarıma devam etmem gerekiyor. Mary’yle yüzleşmeyeceğim, sen burayı kendin toplamayacaksın, bir başkası da gelmeyecek.”

Haklı olduğumu bildiği için sustu. Kitaplarını düzelttikten sonra yatağını hızlıca topladım, odada dolaştım ve onunla hiç konuşmadım. Sandalyede oturuyordu ama on dakika sonra izlemekten sıkılmış olacaktı ki gelen mektupları okumaya başladı.

Yapacak bir şeyim kalmadıktan sonra karşısındaki sandalyeyi çekip kendimi üzerine bıraktım. Elimi çeneme yasladım, önümdeki zarflara baktım. “Tekrar soruyorum, ne yapıyorsun?”

Baygın bakışlarla başımı kaldırdım. “Maalesef, yapabilecek daha iyi bir işim yok.” derken zarfları önüme çektim ve üstlerini okumaya başladım. Koca bir yığın önümde duruyordu. Gelen zarfları yine ayırmaya başladım fakat prens gözünü bana dikmişti. “Bir şey mi soracaksın?” diye mırıldandım okurken.

Beklemedi. “Canavarın nerede?” diye sorduğunda şaşırdım.

“Xin.” diye düzelttim. “Adı Xin. Ormanın içinde, dışarı çıkmıyor. Endişelenme.”

Adını kullanmıyordu, bildiği halde söyleyememişti ve canavar olarak nitelendiriyordu. Xin’e canavar diyorsa Cassandra’nın gerçek ve asırlardır bulunamayan canavarına ne diyecekti? Xin’e bile bu şekilde yaklaşıyorsa onu görünce ne yaparlardı?

Bilmediği o kadar çok şey vardı ki…

Düşünmeye gerek yoktu çünkü o asırlardır uyuyordu, dinleniyordu. Onu kaldırmak tamamen bana bağlıydı ve onu asla uyandırmayacağım için insanların tepkisini düşünmeme gerek yoktu.

Elime mühürlü bir yazı geldiğinde kaldırıp yollayan kişinin ismine baktım. Zarfı iki parmağımın arasında tutarak Arthur’a uzattım. “Kraliçe Ann.” dediğimde hemen başını bana doğru kaldırdı ve tuttuğum kağıda baktı. Parmaklarımın arasından almak için uzandığında parmaklarımı kıvırdım ve önünden çektim. “Eğer Raeran’la ilgiliyse bana da söylemelisin. Iolrath’ın yiyeceği haltlar her krallığa yayıldı, büyük ihtimalle yanında olduğunu söyleyecektir. Ona teşekkür et çünkü iyi bir müttefik olur, anlaşabilirsin. Sana benziyor.” Alması için parmaklarımı uzattım.

Hemen elimden çekti, içindekini okudu. Ellerimi çenemin altına koyup bana da söylemesini bekledim. Gözleri kelimelerin üzerinde gezinirken “Evet.” diye mırıldandı. “Dediğin gibi.” Çok üstelemedi ve elindekini kenara bıraktı. Hemen cevaplamamasına ve gülümsememesine şaşırdım. Aklında başka bir şey var gibiydi. “Ne demek bana benziyor?” diye sordu.

“Şahsen tanışmadım.” dedim, düşünmeden söylediğim bir şeye takılacağını tahmin etmemiştim. Yine de merakını gidermek istedim. “Cassandra olarak orada değildim, krallıkta geziyordum, birileriyle konuşuyordum, öğreniyordum. Ertesi gün kraliçeyi gördüm.” İç geçirdim. Aklıma yürüyüşü ve tebessümü geldi. “Kaleye dönüyordu ama sürekli duruyordu. On dakikalık yolu bir saatte bitirdi çünkü köylülerle konuşuyordu, dinliyordu. Daha da meraklandım çünkü gördüğüm diğer kraliçelerin aksine oldukça farklıydı, tamamen rol yapıyor sandım.”

Arthur her şeyi bırakmıştı, ağzımdan çıkan iyi kelimelere henüz şaşırmıyordu. Ona iltifat ettiğimi sanacaktı ama ben zaten haftalardır onun ne kadar iyi bir kalbi olduğunu söylüyordum, suratına da bunu itiraf etmiştim. Birden yalanlamaya ihtiyacım yoktu.

“Kibirli, egoist ve sadece kendi zenginliğini umursayan bir kadın değil. Anlayışlı, mütevazı, ufak sorunları ancak ucu halka dokunuyorsa büyütür. Savaş karşıtı, tamamen barış yanlısı. Ancak Xilmari kadar güçlü değil.”

Söylediğim onca şeyin arasında sadece bir kere bakışları değişti. “Anlayışlı ve mütevazı olduğumu mu düşünüyorsun Cassandra?” Düşündüğüm gibi oldu, aradan kelimeleri çekip aldı.

Oynamayı tamamen bıraktım. Cassandra’nın ağzından dökülmeyecek her kelime dünden beri ağzımdaydı, içimde tutmuyordum ve Arthur’la tartışmak beni yoruyordu.

“Bunu sana zaten söyledim Arthur.”

Bir an bakışları yumuşadı ama sadece bir an. Aklına ona söylediğim bütün güzel sözler tek tek geldi. “Sen sadece yalan söyledin.” Yatağa bakışları kaydı. “Söylediğin her şeyi hatırlıyorum. Senin bile takdir edebileceğin bir kral…” Duraksadı. “Senin bile.” O zamanlar anlamamıştı, belki de yanlış duydu sanmıştı ve sebebini alkole vermişti ama Ava’nın bunu söylemesi çok saçmaydı.

“Durup dururken bunu söyleyecek biri miyim sence?” Yataktaki gözlerini çekti. “O gün sana bunları sadece iyi hisset diye mi söyledim Arthur?” Konuşmadı ama cevabının hayır olduğu belliydi. “Ben yalan söylemem gereken yerde yalan söyledim. Sadece ufak, küçük detaylar yalandı.”

Duvara yasladığı kılıca baktı. “Bunu gördüğün gün ne olduğunu anladın ve hemen babanın demirci olduğunun yalanını attın. Seni takdir ediyorum, oldukça hızlı düşünüyorsun. Benimle ailen hakkında konuştun ve benim Eloise’i anlatmamı dinledin. Hepsini Ezra’yla çoktan planlamıştın.”

Kaşlarımı çattım. “Yalan değildi!” Bu kez şaşırdı. Aynı Ezra gibi göründü. Yıllardır ailemi saklıyordum, aynısı Saya da yapıyordu. Yalan bilgi bile dolaşamıyordu çünkü ailemle ilgili konuşmaya herkes korkuyordu. Arthur, Ava olsam bile bunları anlatmayacağımı biliyordu. “Babamı severdim ve küçücük bir kızın eline koca bir kılıç verdi derken doğru söylüyordum.” Kısık sesle bir kere daha “Anlattıklarım doğruydu.” dedim.

Konuyu kapatmak istedim.

Kılıcı parmağımla işaret ettim. “Onu nereden buldun?” Birden gerildi. Kutsal kılıçlara denk gelirsem onları yok edeceğimi tahmin ediyordu. “O bir galibiyet hediyesi mi?”

“Yadigar.” Sormadan edemedi. “Eğer onu benden alacaksan…”

“Hayır, bana karşı kullanacağını düşünmüyorum.” İçimden geçeni pat diye söyledikten sonra kendimden taviz vermek istemedim. “Sen kılıcı kaldırmadan ben güçlerimi açmış olurum.”

“Buna gerek var mı Cassandra? Tehdit mi edeceksin?” dedi kaşlarını kaldırıp. Gözlerimi devirdim. “O kılıç asırlardır Xilmari’de, hep buradaydı ama sen onun varlığını yeni öğreniyor gibisin.”

“Beni kesen kılıcın aynısı.”

Ne tepki vereceğini görmek için başımı kaldırdım. Şaşırdı, daha önce yaralandığımdan kimsenin haberi yoktu. Üzerimde yara aradı, bakışları yüzümden aşağı indi, oturuşumun müsait ettiği kadar inceledi ve bunca zamandır göremediğini görmeye çalıştı.

“Göremezsin.”

“O kılıç seni kesmiş olamaz. Her zaman benimleydi.” Zaten Arthur’un elindeki kılıcın beni kesmediğini biliyordum. Yedi kılıçtan sadece biriydi o. “Sana doğrultmayacağımı biliyorsun Cassandra. Gücünü açmasan bile eğer ben seni yaralarsam koca bir yılanın sarayıma girip katliam çıkarmasını istemiyorum.”

“O zaman üzerimde en ufak bir kesik açmayacağından emin ol.” İşime geri dönecektim fakat o hala beni inceliyordu. Elimdeki zarfı keserken tebessüm ettim. “Merak mı ettin? Nasıl olur da Cassandra yaralanır diye düşünüyorsun.” Masanın üzerinde tuttuğu eline gözlerim kaydı. Bir elim çenemin altında kaldı, diğer elimi masanın üzerinden ona uzattım. “Bana elini ver.” Hareket etmedi. Kaşlarını çattığında parmağımı hadi der gibi salladım. Elini elimin üzerine koydu, eğilirken onu da kendime çektim. Bileğinden tuttum ve parmaklarının ucunu şakağıma değdirdim. “Leithia varten.” Sözlere bu kez ihtiyacı olacaktı, büyüyü ancak ben izin verirsem üzerimde kullanabilirdi. Arthur’un gözleri parmağıyla dokunduğu tenime kaydı. Ne yaptığımı anlamadı, hatta şaşırdı. “Söyle.”

Ona söylediğim sözleri fısıldadı.

Büyüyü hissettiğimde elini aşağı doğru kaydırmaya başladım. Hemen gözümün yanından yanağıma doğru parmakları hareket etti. Benim üzerimde tuttuğum büyüyü sadece bir anlığına kırıyordu. Dokunduğu yerdeki yara izi belli oluyor, parmağını üzerinden çektiği an kayboluyordu. Arthur aşağı inen yara izini takip etti.

Yanağıma, neredeyse dudağıma kadar parmaklarını indirdiğimde kaşlarını çattı, gördüğünden hiç memnun olmadı. Arthur’un ifadesi değişince hemen elini bıraktım ve geri gidip sandalyeme oturdum.

Arkama yaslandım, yara izi bir kere daha kayboldu. Hala dik dik bakıyordu ve gördüğü hiç güzel değildi. Bana kılıcı neden doğrultmaması gerektiğini bu şekilde anlatmaya çalışmıştım. Kutsal büyücüyü bu kadar acı verici şekilde yaralayabileceğini aksi takdirde tahmin edemezdi.

“Hala güzel olduğumu düşünüyor musun Arthur?” dedim, önceden kulağıma fısıldadıkları aklımdaydı. Mest eden güzellik, sadece illüzyondan ibaretti.

Gözlerimi buldu, geçmişin getirdiği günlerin oluşturduğu acı tebessümüme bakmadı. Oldukça ciddi bir ifade ve ses tonuyla cevap verdi. “Bu senin güzelliğini gölgeleyemez Cassandra.”

Sesinin yarattığı etkiyle yüzümdeki tebessüm yavaşça kayboldu. Aynı benim gibi, önceden söylediği hiçbir şeyi reddetmiyordu.

Gözlerimi kaçırdım, yerimde kıpırdandım. “Devam edeyim.” dedim yırttığım zarfı önüme çekip.

Hareketlerimden burada olmak istemediğimi anladı. Okuyordum ama anlamıyordum. “Çıkabilirsin. Ava olsaydın da gidebilirdin, şu anda da gidebilirsin.” Hem ona hem de kendime biraz boşluk vermek istedim. Hiç itiraz etmeden elimdekileri bıraktım ve ayağa kalktım. Arkamı dönmemi, odanın ortasına kadar ilerlememi bekledi. “Akşam geri gel.”

“Neden?” dedim hemen.

“Kraliçe Ann ile konuşmam gerekiyor. Eğer yanımda olursan çok daha hızlı halledebilirim.”

Hayretle gülümsedim ve kapıya doğru durmayı bırakıp ona döndüm. “Beni kullanmaya karar verdin yani?”

“Sen de beni kullanıyorsun Cassandra.”

Onu anlayamıyordum. Bir an dediklerime kulak veriyor sonra hızla her şeyi unutmayı seçiyordu. Yanındaki herhangi bir büyücü değildi, herkesin bildiği Cassandra’ydı ama Arthur, Cassandra’nın burada hiç olmamasını tercih edecek gibiydi. Bir yanım gerçekten Xilmari’de olmamdan memnun olmadığını, insanlara zarar vereceğim için endişeli olduğunu söylüyordu ama diğer yanım kandırılmayı kaldıramadığı için böyle yaptığına inanıyordu.

Daha dün sabah bana güvendiğini söylemişti, sadece sıradan bir insan olarak görüyor olsa bile güvenmişti. Xilmari’ye gelmeden önce dış hayatı bilmediğim ve kapalı kutumda yaşadığım için Arthur’a hak vermezdim ama şimdi onu anlayabiliyordum ve huyuna gitmeye çalışıyordum.

“Dün sana oyun oynadığımı ama tamamen yalan olmadığını söyledim.” Çıkacağım diye işlerine geri dönmüştü ama tekrar başını kaldırdı. “Buraya geldiğim andan beri sana cevap vermemek için kendimi çok sıktım, Cassandra olduğumu anlama diye çok uğraştım ama bazen yapmamam gerekeni yaptım ve sana cevap verdim.”

Konuşmamı beklememişti fakat hiçbir şeyi içimde tutmak istemiyordum. Bilmek zorundaydı. İlgiyle dinliyordu.

“Sen bunu sevdin. Sen, sana cevap veren kişiyi dinlemek istedin. Ava’yla konuşmayı sevmiyordun, benimle konuşmak istiyordun ve bunu her fark ettiğimde sana Cassandra olduğumu söylemek için yanıp tutuştum.”

Açık sözlülüğüm onu bir kere daha şaşırttı.

“Ağzımdan adını kaçırmamı bekliyordun, seninle sıradan biriymişsin gibi konuşabilmemi bekliyordun ama ben bu beklentiye bile giremedim çünkü bana asla Cassandra diyemeyecektin.” Sözlerim onu etkiledi. “Her şeyi hatırlıyorsun, alkollü olduğun halde unutmadın. O gün seninle Ava olarak konuşmadım ben. Her kelimesinde ciddiydim, benim bile takdir edebileceğim bir kral olacaksın.”

“Beni tanımıyorsun.”

“Hayır, seni tanıyorum ama buraya bir başkası olarak gelmiş olsaydım seni tanıyamayacaktım. Seni en güzel Ava tanıyabilirdi ve tanıdı. Tuhaf olan ne biliyor musun? Sen de beni tanıyorsun Arthur.”

Gözlerini hala taşıdığı sinirle yumdu. “Bana asla söylemeyecektin.”

“Söylememem gerekiyordu ama söyleyeceğimden emindim. Beni tam olarak burada öptüğünde sana söyleyecektim, dilimin ucundaydı. Bana Ava demenden nefret ettim, bana herkesten farklı bakmana katlanamadım. Sadece bir hizmetçiydim ama sen bunu umursamıyordun.”

“Söylemeye çalıştığım da bu Cassandra. Arkanı dönüp gidecektin.”

Onun dayanamadığı nokta buydu. Sonunda açıkça konuşabiliyordu.

“Unutturacaktım.” dedim çekinmeden. “Sana Cassandra olduğumu söyleyecektim ve buradan gittiğimde unutturacaktım çünkü bana ilgi duyuyordun. Daha dün, bana ilgi duyuyordun.”

Gözlerini kısıp başını iki yana salladı. “Bunları bana unutturman seni nasıl birisi yapar, farkında mısın?”

“Berbat birisi. Ama bu sana yaptıklarımdan dolayı değil, kendime çektireceğim acıdan dolayı berbat olacaktı. Sen unutacaktın, sen beni sevdiğini unutacaktın ama ben her günü hatırlayacaktım. Sen Cassandra adını duyduğunda hiçbir şey hissetmeyecektin ama ben senin adını duyduğumda aklımdaki unutulmuş günlerle yalnız kalacaktım. Ancak bu şekilde sana gerçeği söyleyebilirdim. Acı çeken sen değil, ben olacaktım.”

Hiçbir şey diyemedi. Hatta bu şekilde öğrenilmesi ikimiz için de daha iyi olmuş olabilirdi.

Derin bir nefes çektim. “İyi günler Arthur.” Konuşmasına izin vermeden arkamı dönüp çıktım.

Loading...
0%