Yeni Üyelik
25.
Bölüm

25. Bölüm

@leeseaa

İki gün boyunca Arthur’u neredeyse görmedim. Mesmea’nın Xilmari’de olması bütün düzeni tepetaklak etmişti. En azından benim düzenim kalmamıştı. Odasına istediğimde giriyordum çünkü asla orada olmuyordu, bunun için sevinmem gerekirdi fakat onu göremediğim için artık eksiklik hissediyordum.

Öğle vakti hala Ezra’nın odasındaydım, birazdan yukarı çıkacaktım. Kutularını yerleştiriyor, ona yardımcı oluyordum. “Saya gittiği için mi bu kadar üzgünsün?” dedi odanın köşesinden.

Rafların arasından onunla göz göze geldim. “Üzülmek benim içimde olan bir duygu değil Ezra.” Bu şekilde göründüğümü düşünmüyordum ama Ezra iki gündür sessiz olduğumu fark etmişti ve sonunda konuşmaya karar vermişti. “Sadece… ona yalan söyledim.”

“Neden?”

Bir yandan çalışıyor, bir yandan konuşuyorduk. Kitapları yerleştirirken derin bir nefes çektim. “Kardeşim, her zaman dik duran ablasının insanlara benzediğini görmesin diye. Duygusuz birisi olduğumu düşünüyor, önemsediğim hiçbir şeyi ona anlatamadım.”

Elindekileri bıraktı ve rafların arasına kollarını koydu. “Bunu bana itiraf etmene sevineyim mi, yoksa ona yalan söylemek zorunda hissettiğin için üzüleyim mi bilemedim Cassandra.” Ona kötü bir bakış atınca gülümsedi. “En azından bana açılıyorsun, bu iyiye işaret.”

Söylediğini duymamış gibi yaptım. “Bazı şeyleri kendime itiraf edemiyorken kız kardeşime söylemek garip olurdu.”

“Sevgili kardeşin benim önceden duyduğum Cassandra’yı mı tanıyor?” Başımı aşağı yukarı salladım. “O zaman seni tanımıyor demektir. Neden ondan saklanıyorsun.”

“Bu tip işlere, Cassandra’nın yapması gereken şeylere Saya hiç girişmesin diye…” Mırıltımı duydu. Elimdekileri bıraktım ve dik durup onu izledim. Şaşırmıştı. “Kardeşimi önemsiyorum Ezra. Pislikleri temizlemekten nefret eder, onun yerine bu işi ben devraldım.” Kara büyünün pisliğini ima ettiğimi anladı.

“Ama bana değer verdiğini ona söyledin.”

Saklamaya çalıştığı gülümsemesi beni de güldürdü. “Sen farklısın ve bu hoşuna gitmiş gibi.”

Omuz silkti. “Sadece biraz.” Rafların arasından çıktı ve benim tarafıma geldi. Önüme koyduğum kitaplara uzandı. “Başkasının beklediği kişi olma Cassandra. Rol yapıyorsun, bunu yapmamanı tavsiye ederim.”

Başımı salladım, küçük konuşmadan kaçmak istedim çünkü birazdan söyleyeceği her şey beni rahatsız edecek kadar doğru olacaktı. “Gideyim. Öğlen oldu. Arthur’un odasına henüz çıkmadım.”

Karşı çıkmadı ve önümden çekilip işlerine geri döndü ama kapıya uzandığım an arkamdan bağırdı. “Kendini kısıtlayarak yaşayamazsın!”

“Bunları duymaktan sıkıldım.”

“Sıkıldın ama duymaya ihtiyacın var.”

Kapıyı suratına kapatıp dışarı çıktım ama Ezra’yı odada bıraktığım an tebessüm ettim. Hızla yukarıya çıkan merdivenlere yöneldim. Prensin odasına gidecek, kalan vaktimi orada öldürecektim.

Hızla kapısını açtım, aşağıda olduğunu düşünüp odaya girdim ama beklemediğim bir manzara karşıma çıktı. Koca iki adım atıp durmak zorunda aldım ve masmavi gözlerle buluştum. “Pardon.” dedim içeriye bu şekilde girdiğim için.

Gözlerim Arthur’un elinde tuttuğu kılıca kaydı. Kutsal kılıcı kaldırmıştı, inceliyordu ve kılıç parıl parıl parlıyordu. “Yeni bilendi.”

Yalandan gülümsedim. “Bunu duymak en çok beni sevindirmiştir.”

Kapıyı arkamdan kapattım ve ona pek bakmadan yanından geçtim. Hızlı ve agresif görünen yürüyüşüm onun dikkatini çekti. Elindekini bırakıp gözleriyle beni takip etti. İki gündür onu görmüyordum ve sonunda odasında karşılaşmıştık.

“Sinirli misin?” diye sorduğunda kitaplarına uzanıyordum.

“Hayır.”

Masanın üzerindeki dağınıklığı toplamaya geçtim. Kısa cevabımdan memnun olmadı ve arkama geçti. Kağıtları kenara koyuşumu izlerken “Birisi seni sinirlendirmiş.” dedi.

“Bir şey yok dedim.” diye söylendim, diğer tarafa geçtim.

Şaşkınlıkla beni izliyor, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu ama olan biten hiçbir şey yoktu. Sadece Saya’ya içimden geçen hiçbir şeyi söyleyememek beni dertlendirmişti.

“Cassandra.” dedi dikkatimi çekmek istiyor gibi ama ona dönmedim. Bileğimden yakaladı, beni kendisine çevirdi. “Neyin var?”

Elimde buruşturduğum kağıtları kenara koydum. “Merak etme Arthur, sinirli değilim. Sarayını kasıp kavurmayacağım. Herkes güvende.”

Onu yanlış anlamışım gibi baktı. “Ben seni sordum, diğerlerinin can güvenliğini değil.”

Söylemesini beklemediğim bir cümleydi. Öfkeme yenik düşüp bunu çevremden çıkardığımı biliyordu ama ne kendisini ne de burada çalışanları düşünüyor gibiydi. Gerçekten benim ne hissettiğimi, canımı sıkanın ne olduğunu öğrenmek istiyordu.

“Bir şeyim yok. Neyim olabilir ki? Ben Cassandra’yım.”

Bunu duymaktan bıkmış gibi durdu. “Evet öylesin.” dedi yumuşacık bir tonla. “Aynı zamanda kendine çok yüklenen bir kadınsın. Önemsiz gibi görünen küçük bir sorun bile can sıkmaya yeter.”

Beni artık o kadar iyi tanıyordu ki yürüyüşümden, sesimin tonundan ve hatta bakışımdan bile bir sorun olup olmadığını çözebiliyordu. Kendimi ona bu kadar açmak istemezdim ama tek bir bakışla aklımı kurcalayan bir şeylerin olduğunu görebilmesi hoşuma da gidiyordu.

“İyi hissettirmeye çalışma çünkü bir sorun yok. Sadece günümde değilim. Ufak sorunlar beni sıkamaz Arthur, her zaman üstesinden geldim.”

“Üstesinden gelmişsin ve bu kişi olmuşsun Cass ama bir başkasına anlatmak, iki kişi çözmeye çalışmak çok daha kolay olur.”

Aşağıda tuttuğum bakışlarım dondu kaldı. Söylediği kelime kulaklarımı uğuldattı. Demek istediğini anlamadım, tek bir şeye takıldım. “Sen bana ne dedin?” dediğimde bir adım geri gitti.

“Cassandra.” diye düzeltti ama amacım bu değildi.

“Hayır…” İçimi sıkan her şey birden dağıldı. “Cass dedin.” Bunda ne gibi bir sorun aradığımı anlayamadı. “Babam bana Cass derdi.”

Yıllardır duymadığım kısaltmaydı, tekrar bir başkasından duymak beni şaşırtmıştı.

En son bana seslenişi hala kulağımdaydı. Küçük koltukta uzanıyor, bir yandan da öksürüyordu. Açık bıraktığım kapıya doğru başını kaldırmıştı. ‘Cass, üşüteceksin. Hemen içeri gir!’ Öksürüğünün arasında hala beni azarlamaya çalışıyordu.

Yıllar öncesinde kalan küçük ve o kadar sıradan cümleler…

‘Cass, yemek hazır!’

‘Çok güçlü olacaksın Cass, adını duymayan kalmayacak’

Demircide, kızgın metallerin arasından geçerken ve o küçücük kolyeye adımızı kazırken yanıma gelmişti. Dizlerinin üzerine çöküp küçük ellerimden tutmuş ve ona yapmaya çalıştığım kolyeye uzun uzun bakmıştı. Beceremediğimi görmüş, üzerindeki çirkin yazıya tebessüm etmişti. Saçlarımı yüzümün kenarından atarken alnıma minicik bir öpücük kondurmuş, bana her zaman söylediği yazıyı kolyeye kazımaya çalışmama bakmıştı. ‘Her zaman kalbimde…’ Kalbimin üzerine parmağıyla dokunup ‘Her zaman kalbimde olacaksın Cass ve ben de hep seninle olacağım.’ demişti.

Arthur’un sesi beni hayallerden çıkardı. “Bilmiyordum.”

“Kimse bilmiyor.” dedim sesimi düzeltmeye çalışarak. Yüzümdeki ifadeyi mümkün olduğu kadar saklamaya çalıştım ama Arthur acı tebessümümü görmüştü. Ona anlatmıştım, ailemi bir zamanlar sevdiğimi biliyordu. Soru soracağını anladığımda ona müsaade etmeden kendim söze girdim. “Beni tanımaya çalıştığını görebiliyorum ama sebebini anlamıyorum.” Suratımı asık gördüğünde bile sebebini öğrenmeye çalışıyordu, bunu neden yaptığını anlayamıyordum. “Ben krallıklarda görülmediğinde şükrettikleri büyücüyüm Arthur, ben öldürdüm, hem de çok kez… Hayal bile edemeyeceğin şeyler yaptım, gurur duymuyorum. Ama tanımaya çalıştığın kişi hayal ettiğin kişi değil.”

“Bunları yapan sadece senmişsin gibi konuşuyorsun.” dedi, çok ciddiydi.

“Ne demek istiyorsun?”

“Beni nasıl biri olarak görüyorsun bilmiyorum ama hiç kimse beni senin gördüğün gibi görmüyor. Bir başkasına Arthur Warren’ı sorduğunda sırf benim adımı kullandığın için sana tiksinerek bakacak, senden nefret edecek çünkü benden nefret ediyorlar. Can alan sadece sen değilsin Cassandra. İnsanlar beni bir başkası olarak görüyor ama sen beni başka tanıyorsun. Tıpkı benim seni herkesin gördüğü Cassandra olarak görmemem gibi. Canını sıkan bir şey var ve ben bunu öğrenmek istedim. Bunu garipseyemezsin.” Geriledi ve açıkça belli etti. “Sana olan hislerimi gayet iyi biliyorsun.”

Biliyordum çünkü her şey bir kere daha değişmişti. Ona tanıttığım kişi olduğumu ve aslında hiç yalan söylemediğimi öğrendiğinde haftalar önceki adam geri dönmüştü ve Ava’yı nasıl istiyorsa beni de o şekilde istiyordu. Korkusu yoktu.

“Ben bir prensle görülemem.” İstemeyerek konuştum. “Sen de benimle görülemezsin Arthur. Herkes benden korkuyor, herkes benden çekiniyor. Mümkün değil.”

“Neden başkalarını düşünüyorsun? Ne zamandır başkalarının ne düşündüğünü önemsiyorsun?” Cevaplayamazdım çünkü istediklerini söylemek zorunda kalacaktım. İç geçirdi. “Şu güne kadar hiç kimseyi tanımak istemedim. Karşıma çıkacak olan kişinin de Cassandra olacağını bilemezdim.”

Sözleri beni içimde kopan fırtınalara inat gülümsetiyordu.

Ne derse desin, beni ikna etmek için ne kadar konuşursa konuşsun onu ciddiye alamıyordum çünkü aklım geçmişte kalmıştı.

“Cass.” diye fısıldarken başımı ona kaldırdım. “Cass diyeceksin.” Çünkü duymaya alışık olduğum gibi söylüyordu, güzel ve samimi hissettiriyordu.

Ona istediği konuşmayı şu an vermeyecektim. Kral olacağının farkındaydı, benim kim olduğumun gayet farkındaydı ama üsteleyecek gibi duruyordu. Bu ısrarının ne kadar daha devam edeceğini merak ediyordum.

Konuştuğumuzun aksine onun da yüzünde tebessüm oluştu. Aramızdaki mesafeyi kapattı ve kulağıma doğru eğildi, avucu yanağımdaydı. “Birazdan Mesmea’yı uğurlamaya gideceğim.” dedi kulağıma doğru. “Hava karardığında burada olmanı istiyorum.”

“Hava karardığında mı? Aklından ne geçiyor?”

“Hoşuna gidecek bir şey. Benim bile gizli kapaklı iş çevirmemi gerektirecek bir şey.”

“Arthur?”

“Israr etme çünkü öğrenemeyeceksin.” Dudaklarını çekmedi ve yanağıma küçücük bir öpücük bıraktı. Gözlerimi yumdum, dokunuşu bütün havayı hızla değiştirdi. “Senden uzak durmak istemiyorum. Bunu sen de istemiyorsun ve sürekli sözlerine ters hareket ediyorsun.” Seninle görülemem dedikten sonra bile bana bu şekilde dokunmasına izin vermek saçmalıktı. “Tek kelimen beni durdurur.” dedi tam dudaklarımın üzerinde.

Hayır dememi, itiraz etmemi bekledi ama hiçbir şey diyemedim.

Yavaşça dudaklarıma yöneldi. Usulca öptü ama her zamanki gibi sakin başlayan öpücüğü sadece birkaç saniye sonra değişti. Ensemden tutup beni kendisine çektiğinde omuzlarına tutundum. Hala istediği kelimeler ağzımdan çıkmamıştı, konuşmadığım halde ondan uzaklaşamıyordum.

Kollarımı ona doladım, üzerine doğru bir adım attığımda masaya geriledi. Gidecek yeri kalmayana kadar üstüne gittim, avuçlarımı göğsünde gezdirirken dudaklarımı ondan çekmedim.

“Söyleyeceğim her şeyi unuttum.” dedim öpüşmenin arasında. “Aklımla oynuyorsun Arthur. Düşünemiyorum.”

“Düşünmediğinde her şey daha güzel.”

Küçücük öpücüklerini boynuma, oradan da omzuma taşıdı. Elbisenin kolunu biraz aşağı çekti ve omzumu ısırıyor gibi öptü. “Arthur…” Başını kaldırıp dudaklarımı örttü.

Baştan çıkarıcı güzellikte yaşattığı dokunuş beni dünyadan koparıp götürdü. Kollarımı ona doladığım sırada arkadan gelen sesi duymadım, öpüşmesine en tutkulu şekilde karşılık veriyordum. Kapıya bir kere vurulduğunu duydum ama idrak edemedim ve hemen arkasından kapı açıldı.

“Şaka…” Tanıdık ses kulağıma dolduğunda hemen Arthur’u omuzlarından ittirdim ve arkamı döndüm.

Saçlarım dağınık, elbisenin bir omzu düşüktü. Karşımda iki şövalye duruyordu, konuşan kişi Carter’dan başkası değildi. Gözlerini üzerimizde tutuyor, ne diyeceğini bilemez şekilde bakıyordu. Hemen yanında da Philip vardı. Suratını tepeye kaldırmış, ellerini arkasında birleştirmişti ve gülüyordu ama asla buraya bakmıyordu.

Arthur hemen arkamda durdu. Hiçbir şey olmamış gibi dimdikti. “Kapıyı çaldıktan sonra beklemelisin.” dedi ciddiyetle.

Philip tutamadığı gülümsemesiyle Arthur’a baktı, sonunda yukarıları izlemeyi bıraktı. “Lordum…” Güldü, konuşamadı.

“Ne zamandır bu şekilde içeri giriyorsun?” dedi Arthur.

“Hiçbir zaman seslenmeni beklemedim.” dedi Philip. Arthur’un diyecek bir şeyi kalmadı, haklıydı. İçeri istedikleri gibi giriyorlardı çünkü bu saatte Arthur ya masasının başında olurdu ya da aşağıda onların yanında kalırdı.

Carter sonunda bir kelime edebildi. “Eğer bilseydim içeriye hiç girmezdim.” Başta beni uyarmaya çalışıyordu, Ava olduğumu bildiği günlerde beni Arthur’dan uzak tutmak istemişti fakat şimdi aynısını prensi için düşünüyor olmalıydı. Ava’nın öptüğü prensti, şimdi prensin öptüğüyse Cassandra. Bunu görmeyi beklememişti. Özellikle birkaç gün önce Arthur’un bana ne kadar öfkeli yaklaştığını gördükten sonra aklından bile geçirmezdi.

İç geçirdim, elbisemin omzunu yukarı çekip Arthur’un önünden geçtim ve sandalyeye oturdum. “Neyse,” diye homurdandım. Arthur’dan farksızdım, diyebilecek hiçbir şeyim yoktu.

Philip dikilip durmaya son verdi. “Her ne kadar çıkıp gitmek istesem de…” diyerek söze başladı. “ve gördüklerimi unutmak istesem de…” Gülümsedi. “Mesmea akşam yola çıkacak ve baban seni bekliyor. İyi tarafından bakıyorum, sana eşlik etmeye biz geldik.” Bir başkası görmüş olsaydı durumu ne o açıklayabilirdi ne de ben.

Arthur derin bir nefes çekip başını salladı. “Benimle geliyorsunuz.” İkisi de başını salladı. Arthur yanımdan geçip masaya bıraktığı kılıcını eline aldı, kınına sokarken konuştu. “Mesmea gittikten sonra kendini Baraka’ya atacağını biliyorum Carter. Bugün iptal ediyorsun, buraya geleceksin.”

Carter, Arthur’un neyden bahsettiğini anlamadı ama ben anladım. “Onlar da mı burada olacak?”

“Nerede olacağız?” dedi Philip.

Arthur sorulara cevap vermek yerine kapıyı gösterdi. “Çıkın, geliyorum.” İkisi de hareket etmedi. “Şimdi.”

“Lordum,” Philip eğildi, bana son kez baktı ve Carter’ı beklemeden çıkıp gitti. Carter ise hala az önce gördüğünün hayal olup olmadığını anlamaya çalışıyor gibiydi.

“Tabii, lordum.” dedi ve yüzünü ekşiterek dışarı çıktı.

İkimiz tekrar yalnız kaldığımızda oturduğum yerden kalkmadan Arthur’a döndüm. “Ne planlıyorsun?”

Tebessüm etti. “Mesmea’nın Xilmari’de olmaktan ne kadar mutlu olduğunu sana anlatamam Cass.” Cass dediği için gülümsememe engel olamadım. “Kralın yüzü gülüyor, kraliçenin keyfi gayet yerinde… Benim de küçük bir boşluğa ihtiyacım var.” Kılıcı yatağın kenarına bıraktı ve sandalyeye doğru geldi. Elinden destek alıp bana doğru eğildi ve dudaklarıma küçücük bir öpücük bıraktıktan sonra konuştu. “O gün neredeydin?”

“Hangi gün?”

“Az önce odama giren şövalyelerle dışarı çıktığın gün… ne yaptın?” Ağzım açık kaldı, dolaplarının yanında duran koca sandığa baktım. Sormuyordu çünkü cevabı biliyordu. “Cassandra’yla oturduğunu bilmeyen iki şövalye, bana kutsal büyücünün ta kendisiyle kemik kıran özü içtiğinden bahsetti ve biraz düşününce Cassandra’nın kemik kırana zaafı olduğunu fark etmemek elde değildi.”

Söylemeyeceğim demişti ama diğer türlü içim içimi yiyecekti. “Burada mı?” dedim küçük bir heyecanla.

“Gece herkes aşağıda olacak, Mesmea’yı uğurlayacak. Bu kata senden ve benden başka kimse iznim olmadan çıkamaz.” Dudağımın kenarına dokundu. “Aşağı inmem gerekiyor. Birkaç saat sonra burada ol.”

“Olacağım.” Gülümsediğimde tekrar doğruldu. “Tabii ki olacağım.”

Loading...
0%