Yeni Üyelik
28.
Bölüm

28. Bölüm

@leeseaa

Üç şövalyenin arasından hışımla geçtim. “Onu geberteceğim. Alec’in gözlerinin önünde Raeran’ı öldüreceğim, sonra onu öldüreceğim.” Hiçbiri benim hissettiğimi hissetmemişti, ormanda ne olduğuna dair hiçbir fikirleri yoktu.

Alec bir geçit açmış olmalıydı ya da bunu Raeran yapmıştı. Ormanda birden beliren koskoca bir elf grubu vardı lakin bunu hisseden kimse yoktu. Bunun hesabını da soracaktım. Kara büyü olmadan geçit açılamazdı ve eğer Alec kara büyüye bu şekilde bulaştıysa benden çekeceği vardı.

Kapıdan çıkacağım sırada Arthur bağırdı. “Cassandra!” Bir başkası tarafından yönetiliyormuş gibi bilinçsizce hareket ediyordum ama onun sesiyle durdum. Hızla bana yaklaştı. Gözleri sinirle parlıyordu. “Ne demek bir ordu geliyor?”

Dışarıyı işaret ettim. “Hissedemiyorsun çünkü çok uzaktalar Arthur.” Az önceki baş dönmem onu zaten endişelendirmişti ve bağıra çağıra söylediklerimi şimdi anlıyor gibiydi. “Elfler ormanda yürüyor.” dedim, yakasını tuttum. “Bir şey yap, yoksa ben yapacağım.”

Raeran’a tehditkar bir not yollamıştım, durmasını söylemiştim ama o hala üzerimize Alec’i yolluyordu. Beni şaşırtan, Alec’in bunu yapacak kadar aptal olmasıydı. Ormanda gezinen küçük birliği Xilmari zaten saraya ulaşamadan yoldan çekerdi. Ne amaçlıyordu bilmiyordum ama gün bitmeden öğrenecektim.

“Babama haber ver, ormana şövalyeleri yolla.” Arthur’un sesi değişti, Carter’a döndü. “Buraya yaklaşamadan hepsi ölecek.”

Arthur talimat verirken ben yine dışarıyı izlemeye başlamıştım. Xin toprağın altından ilerliyor, üzerinde yürüyenleri bana da hissettiriyordu. “Hayır…” diye fısıldadım. “yetişemezsin.” Arthur’a döndüm. “çoktan buradalar. Kayboluyorlar, yer değiştiriyorlar. Küçümsenemeyecek kadar güçlü büyüleri var.”

Arkamı hızla döndüm ve kapıyı açıp koşmak istedim ama Ava’nın prensin önünden elflerin üzerine gitmesi hiç doğal karşılanmayacaktı. Adımlarımı yavaşlattığım sırada Carter ve Philip önümden fırtına gibi geçti. Merdivenlerden aşağı koşarken iki tarafa ayrıldılar, haber vermek için acele ettiler.

Eteklerimi yukarı çektim ve Arthur’la yan yana merdivenlerden inmeye başladım. “Xin geliyor.” dedim ama gözlerim üstündeki kılıca kaydı. “Onu çıkaramam Arthur. O benim her şeyim. Kutsal kılıcın biri sende, diğer altısı kayıp. Ellerinde varsa Xin’i öldürürler.” Sadece başını salladı, zaten Xin’i görünür kılmamı istemiyordu. “Xin’in alacağı her yara beni mahveder.”

Aşağı inene kadar konuşmadık. Prensin ve beni koştuğumu gören, arkamızdan Ezra ve George’un takip ettiğini fark eden herkes ilk önce duruyor, sebebini çözmeye çalışıyor ve sonra peşimize takılıyordu. Arthur’a seslenen birkaç şövalye vardı ama onlara asla cevap vermiyordu.

Heykeli merdivenlerden inerken gördüğümde çan çaldı. Merdivenlerin ortasında dikildim, koşuşturmayı izledim. Carter haber verdikten hemen sonra herkes sarayın dışına çıkmaya başlamıştı. Kılıçlarını kuşanmış şövalyeler alanlardan çıkıyor, bahçeye yöneliyordu. Ne olduğunu benden veya şövalyelerden başka bilen kimse yoktu.

Arthur heykelin önüne benimle yan yana geçti, ormana doğru başını kaldırıp hissetmeye çalıştı. Onları hissettim, saraya git gide yaklaşıyorlardı. Arthur’a her şeyi söylemek, gördüklerimi açıklamak istedim ama yanımızda o kadar çok kişi vardı ki Cassandra olduğumu belli edecek hiçbir şey diyemedim.

Sinirle tırnaklarımı avucuma geçirdim, duruma öfkelendim.

Solumdaki merdivenlerde hareketlilik oldu. Ephraim’i gördüm, arkasından onlarca kişi aynı anda iniyordu. Hemen kendime geldim ve birkaç adım gerileyip Arthur’un arkasına geçtim. Ephraim yürürken dışarı baktı, sonra oğlunu görüp hızla ona yöneldi. “Arthur?”

Arthur bahçeden gözlerini çekemedi. “Alec durmadı. Geçit açıldı, ormanın içine girdiler.” Gözleri bana kaydı. Sebebini açıklayamadı çünkü bir grup elf ormanda gezinerek hiçbir yere varamazdı.

Ezra’yı arkamda hissettim, ben dışarı koşmayayım diye hazırda bekliyordu. Her an beni tutacak gibiydi. “Alec’i doğduğuna pişman edeceğim. Bu, bardağı taşıran son damla oldu.” Mırıltımı duydu. “Onu uyardım. Onu bin kere uyardım, bana bulaşmaması gerektiğini söyledim.”

Omzuma dokundu, “Cassandra,” beni sakinleştirmek için adımı fısıldayarak söyledi.

“Beni tanımıyormuş gibi…” Gözlerimi yumdum, konuşmayı bıraktım ama dediklerimi sadece Ezra anladı.

Onu tanıdığımı anladı fakat hiçbir şey diyemedi.

Alec’in gözleri, bana son söyledikleri gözümün önünden geçerken öfkem git gide büyümeye başladı.

‘Sen, bana zarar verecek hiçbir şey yapamazsın Cassandra. Benden nefret etmiyorsun. Aksine, benden hoşlanıyorsun.’

Onun bana cesaretle kurduğu her söz kafamda yankılanırken çevremde olup biteni göremedim. Sarayın bahçesine şövalyeler indi, ormana koşmak için hareketlendiler ama Arthur’dan veya Ephraim’den hiçbir söz çıkmadığı için devam edemediler. Prens ve kral aynı anda aşağı yöneldiğinde Ezra’nın tutuşundan kurtuldum ve aklımı kullanmayı bıraktım. Arthur’un yanından geçtim, ileri açıldım.

Merdivenlerin son basamağından indiğimde etrafıma bakındım. Bir sürü shar, zırhlarını giymiş şövalyeler ve onlarla birlikte endişeyle yürüyen, sarayın içine koşmaya çalışan sıradan insanlar… Ellerindeki sepetleri, taşıdıkları her şeyi bir kenara bırakıp sığınacak yer arıyorlardı. Arthur’un Ephraim’e olan uyarısı sadece on saniye içerisinde yayılmıştı.

Ephraim geçip gitti, Arthur ise hemen yanımda durdu. Ağaçların arasında gözlerini gezdirdi. Dişlerimi sıktım, gözlerim sinirden yanıyorken konuştum. “Sana söz veriyorum Arthur…” Arkama Carter ve diğerleri de geçti. “şövalyelerinden birisinin bile kanı dökülmeyecek. Elflerin hepsini kendim geberteceğim.”

Son çarem taraf tuttuğumu göstermek olmalıydı ve o raddeye gelmiştim. Durabildiğim kadar duracaktım, nerede olduğumu belli etmeyecektim fakat Raeran beni ciddiye almamıştı, Alec’i üzerime salmıştı. Uyuyan canavarımı bile uyandırmak aklımdan geçmişti, belki de onu uyandırıp herkese onun gerçek olduğunu gösterirsem korkularından kalelerine tünerler diye düşünmüştüm fakat bu aceleci ve fevri atak her şeyi mahvetmişti.

“Hepsini buradan sileceğim.”

“Hayır,” Arthur gözlerini sonunda ağaçlardan çekebildi. “güçlerini açma.” Göz göze geldik. “Sakın güçlerini açma.”

Yanımızdan geçen yüzlerce kişi vardı ve hepsi durup prensin hizmetçisiyle şu anda konuşmasını garip karşılayıp buraya bakıyordu. Ondan emir bekliyorlardı lakin onun iletişim kurduğu tek kişi bendim.

Bir şövalye merdivenlerden koşarak indi ve Arthur’un önüne geçti. “Lordum, ormana giriyoruz. Çift taraflı olarak kapatırsak…” Arthur onun konuşmasına izin vermedi.

“Herkesi ormana yollamayacaksın.” dedi buz gibi bir sesle. “Biz onlara gidemeden onlar buraya gelecek. Kalenin içinde hazırda bekleyeceksiniz. Sadece yollarını kapat.” Artık o da hissetmeye başlamıştı. Elfler üstlerine gidilmesini beklemiyordu, onlar üstümüze geliyordu. Küçücük bir grup, koskoca kaleye karşıydı.

Şövalye karşımızdan çekildiğinde konuşmak istiyor gibi başımı kaldırdım. Philip hemen önüme geçip görünmemi iri bedeniyle engelledi. “Elfler buraya sadece kızıştırmak için girebilir, hepsi öleceğini biliyor olmalı. Bu kadar uzaktan saldıramazlar, her ne planlıyorlarsa Cassandra’nın daha kan dökülmeden müdahale edeceğini biliyorlardır.” Dudaklarımı ıslattım. “Ben burayı savunurum. Gerekirse görürler, herkes anlar. Xin’e saldırma emrini vermeyeceğim fakat karşılarında onu görürlerse benim burada olduğumu anlayacaklardır.”

“Bu yasak, kahinler sana bunu yasakladı.” dedi Philip.

“Bana her şey yasak!” diye bağırdım ve onu ittirip önünden geçtim. “Şimdi bu kuralları yıkmak için bir sebebim var.” dediğimi duydu ve hepsine baktığımda kuralları yıkmamın sebebinin kendileri olduğunu anladı. Aralarından birini bile kaybetmeyecektim. Hepsi düşündüğümün aksine hayatımın büyük bir parçası olmuştu, hepsine ayrı ayrı değer vermeye başlamıştım ve Arthur’un sinirlenmesine, saldırı altında kalmasına bile göz yummayacaktım.

Cassandra taraf tutacaktı ve gerekirse kahinlere bile karşı gelecektim.

İnsanların arasına karıştım, elflere daha da yakınlaşmak ve nerede olduklarından emin olmak istedim. Yürürken Ephraim’e baktım. Merdivenlerin yanındaydı, çevresinde bir sürü şövalye duruyordu, onlarla hararetli bir şekilde konuşuyordu ama asla emir vermiyordu. Kralın içeri girmesi gerekliydi, dışarıda olamazdı. Elfler buraya girerse ve Ephraim’e saldırmaya teşebbüs ederlerse bütün dünya, yaşayan herkes birbirine girecekti. O zaman ne beni dinlerlerdi ne de tehditlerimi herhangi birisi ciddiye alırdı.

Carter “Ava!” diye bağırdığında uzaklaşmaya çoktan başlamıştım.

“İleride olacağım.”

İyice açıldım. Yanımdan bir sürü kişi koşarak saraya gidiyordu ama ben onların tam aksi yöne hareket ediyordum. Üzerime doğru telaşla yürüyen insanların arasından kollarımı kaldırarak, yarısını ittirerek geçmeye çalışıyordum. Herkesin zıddına hareket eden kadını görenler bile umurumda değildi. Dikkat çekmeme işi buraya kadardı. Düşündüğüm tek şey elflerin nerede olduğuydu.

Hızlı yürüyüşüm önümden küçük bir kız geçtiğinde yavaşladı. Kız sadece birkaç metre önümde durmuştu, koşanlara bakıyor, durumu anlamaya çalışıyordu. İdrak edemiyordu. Aklı içeri girmeye, savaşı anlamaya ermiyordu. Ona doğru bir adım attım, içeri girmesi gerektiğini bağıracaktım ama yeşil gözlerini bana çevirdiğinde yerime mıhlandım.

Benim gözlerimle aynı renk olan gözleri üzerimdeydi, hala hareket etmiyordu. Çocukluğuma benzettim. Bana benzeyen bir çocuktu sadece… Fakat onu bu şekilde hayal ettiğimde başıma bir ağrı, mideme de kramplar girdi.

Önümdeki kızı bir başkası kucağına alana kadar bu yabancı hissin nereden çıkageldiğini anlayamadım. Çocuklardan nefret ediyordum, hiçbir zaman bir çocukla konuşmamıştım ve onlardan kaçmıştım ama ayaklarımı kilitleyen çocuklara olan tiksintim değildi. Başka bir şeydi.

Kalbimde bir ağrı hissettim.

‘Ne yaptım ben!’

Kulağımda kendi çığlığım yankılandı.

Çocuğu kucağına alan kadın önüme geçip beni tutana kadar hayallerden çıkamadım. Gözlerimi kırpıştırarak başımı kaldırdığımda beni ve kız çocuğunu çekmeye çalışan kişinin Mary olduğunu gördüm. “Ava!” Bana bağırdı, koluma yapıştı. “İçeri gir. Çabuk içeri gir!” Geriledi ama beni bir adım bile oynatamadı.

Kocaman gözlerini bana sinirle çevirdi.

“Haydi! Şövalyeler müdahale edecektir, burada izlenecek hiçbir şey yok.” Bana öyle bir bağırdı ki herkes dönüp ona baktı.

Bileğime gözlerim kaydı, Mary’nin beni kurtarmak için girdiği çabaya hayret ettim. Sürekli beni azarlıyordu, sürekli emirler yağdırıyor ve uymazsam acısını çıkaracağını söylüyordu ama başım ne zaman sıkışsa onu yanımda görüyordum. Karnım ağrıyor dediğimde bu kez beni odama çıkmam ve Ezra’yı görmem için azarlıyordu. Yine aynısını yapıyordu, elflere kurban gitmemem için beni saraya çekiyordu.

Xilmari benim için önemli olmuştu ve önemli kılan içinde yaşayanlardı. Sadece şövalyeler değildi, Mary ve diğerleri de bu önemin bir parçasıydı.

Başımı iki yana sallayıp kolumu kendime çektim. “Hayır.” dedim. Hayretle suratıma baktı. “Git, geliyorum Mary.”

“Ava,”

“Hemen arkandayım.” Kıpırdamadı, yalan söylediğimi hissetti. “Git, kendini koru. Beni yanında göreceksin Mary. Hemen geleceğim.” Onu bu kez ben itekledim. Bana bakarak birkaç adım attı çünkü şövalyeler herkesin içeri girmesi gerektiğini bağırıyordu. Yürümeye başladığında arkasından birkaç saniye izledim. “Hiçbir şey olmaz çünkü izin vermem.”

Kalabalığa karşı gözlerimi yumduktan sonra bedenimi ormana çevirdim. Artık sıradan insanlarla aynı yerde durmuyordum, yanımda şövalyeler vardı. En önde, hepsinin arasına gizlenmiş gibiydim.

Kapattığım gözlerim adım seslerini kafamın içinde duyduğumda titredi. Ritmik, aynı anda atılan adımlar… Bir, iki ve üç.

Ormanın içine koşan gruplar vardı ve elflerin üzerine yöneliyorlardı fakat küçük birlik hala çok uzaktaydı.

Arthur’u görmek için omzumun üstünden baktım. Çevresindeki kimseyi görmüyordu, gözleri benim üzerimdeydi. Tek başına, kılıçlarını çekmiş şövalyelerin arasında duran hizmetçisine bakıyordu. Sadece ona talimat vermek, uzakta olan olaylardan haberdar olabilmek için buradaydım. Sessizlik istiyordum, kimse bana çarpmasın istiyordum çünkü odaklanmak zorundaydım.

Herkes prensin ve şövalyelerin arkasındaydı. Sarayın içine girmiş ya da kulübelere sığınmış yüzlerce insan vardı ama kimisinin saklanacak yeri kalmadığı için merdivenlerin tepelerine kadar çıkmışlardı. Herkesin beklediği orduyu görmeyi planlıyorlardı ama karşılarında bir ordu bile yoktu. Bahçede bu kadar insan vardı, Ephraim açıkta duruyordu, Arthur şövalyelerin orduyu yolda yakalamasını umuyordu fakat beklenmedik bir geçit açılır ve saldırı olursa diye onlarla gidememişti, sarayda bekliyordu.

Gözlerimiz kesiştiğinde başımı hafifçe sağa sola salladım, kafamın içindeki sesleri duyabilmesini diledim. Küçük hareketimle elflerin ilerlemeye devam ettiğini anladı.

Şövalyeler herkesi içeri sokmak için bağırıyordu ama insanlar artık dinlemiyordu çünkü bahsedilen birliği ne görüyorlardı ne de hissediyorlardı.

Arthur’dan gözlerimi çekip ormana döndüm ve onlarla birlikte saydım. “Bir, iki, üç…” Küçük adımlar ve yeri sallayan sesleri… “Bir, iki…” Gözlerimi kıstım ve başımı eğdim.

Üç?

Üç yoktu.

Hızla arkama dönüp Arthur’a dudaklarımı oynatarak “Durdular.” diye mırıldandım.

Onları duymaya, hissetmeye çalıştım, ormanın her yerine baktım. Ama yoklardı. Durmuşlardı. Xilmari’nin şövalyeleri üstlerine gidiyordu ama onlar ta ötede durmayı seçmişlerdi.

Sebep aradım. Ayaklarımın altındaki minik çakıl taşlarına bakarak aklımdan bir sürü şey geçirdim ama hiçbiri mantıklı gelmedi. Alec’in büyüsü zihnimde canlanana kadar kafamı yerden kaldıramadım.

Elf zehri.

Kilometrelerce öteden atılabilen oklar, hedefi asla kaçırmayan büyüler…

Yanımdaki birkaç kişi tavrımı sezdi, kendi kendime konuştuğumu duyup bana baktı.

Elfler içeri girmeyecekti, amaçları hiçbir zaman ormanı geçmek olmamıştı. Tek istedikleri büyüyü uygulayabilecekleri bir yakınlığa erişmek ve zehri Xilmari’nin üstüne salmaktı. Bu bir tehditti, bu göz korkutmaydı. Gelecek olan saldırının engellenemeyeceğini, Xilmari’nin hiç sansının olmadığının gösterilmek istemesiydi. Alec’in ben buradayım deme şekliydi.

Arthur’a olacakları açıklamak için eteğimi tuttum, arkamı ormana döndüm fakat iki adım attığım gibi yerime kilitlendim.

Duydum.

Suratımı ele geçiren ifadeyi hepsi gördü.

Herkesin aksine başımı yukarı kaldırdım. Yayların gerilmesi, okların bırakılması… Xin bana hepsini hissettirdi.

Ağaçların açıkta bıraktığı alanın içinde bekleyen küçük ordu istediği konuma çoktan gelmişti. Benim tepeye bakışlarımı kaldırmamın hemen ardından herkes yukarıya baktı. Masmavi gökyüzünün, bembeyaz bulutların yerini simsiyah oklar aldı, üzerimize bir gölge gibi düştü.

Bir sürü ok yan yana Xilmari’ye saplanacak, insanların üzerinde küçücük bir çizik açsa bile onları ölüme mahkum edecekti.

Bağırış koptu. Herkes çığlıklar eşliğinde içeri kaçmaya çabaladı, merdivenlerin üzerinde bekleyenler birbirini ezerek yukarı çıkmak istedi ama içerisi çoktan dolmuştu ve dışarıda kalan herkes dışarıda kalacaktı.

Ephraim dışarıdaydı. Arthur, Ezra, şövalyeler… hepsi hedefteydi.

Gökyüzünü örten oklar eğim alarak aşağı yöneldiler. Kaçmak için çabalayan insanlar okların yakınlaştığını gördükleri an kadere boyun eğmiş gibi beklediler. Arthur hiçbir şey yapamadı, büyü gücü bu kadar oku durdurmaya, bir kalkan germeye izin vermezdi.

Parmak uçlarımdan saç diplerime kadar titredim. Öfke ve sinir bedenimi ve düşüncelerimi aynı anda ele geçirdi.

“Lordum!” Arthur’un arkasından bir şövalye bağırdı, onu içeri çekmek ve hatta önünde kalkan gibi durmak istedi. Masmavi gözlerine şiddetle yanan bakışlarımla karşılık verdim.

Hepsi ölecekti.

Tıpkı Raeran’ın istediği gibi.

Endişelenmedim, Raeran’ın açgözlülüğünden nefret etmedim. Hissettiğim tek bir duygu vardı ve o da öfkeden başka hiçbir şey değildi.

Eteklerimi bıraktım ve sert adımlarla ilerledim. Birkaç saniye sonra düşecek olan oklara bakarak yürüdüm, herkesi geçtim, gözlerinin önünde kaldım. Arkada bağıran insanların sesini aklımda susturdum, çığlıkları bastırdım.

Şövalyelerin iri bedenlerinin arasından çıkıp bahçenin ortasına gelene kadar durmadım.

Kapalı gözlerimi açtığımda yürümeyi kestim. “Bu ne cüret!” Sesim Xilmari’nin sokaklarında yankılandı, ormanın içinden süzülerek elflerin kulaklarına kadar ulaştı.

Oklara doğru başımı kaldırdım, neredeyse insanlara çarpacak kadar yakına geldikleri an elimi tepeye kaldırdım.

Oklar aynı anda havada asılı kaldı.

Çığlıklar, bağırışlar… hepsi aynı anda kesildi.

Avucum oklara açık bir şekilde bekledim, herkesin önünde kaldım. Elimi indirmeden arkama döndüm ve şövalyelerle göz göze geldim. Yüzlerce insanın bakışları tepeden indi, Arthur’un yaptığını düşündüler fakat sonra hepsi beni gördü.

Üstümde delici bakışları hissettim. Okları durduranın kim olduğu herkesin aklına hızla düştü ve merdivenlerin tepesinden bir bağırış koptu.

“Cassandra!” Adım, aylar önceki gibi zikredildiğinde derin bir nefes çektim. Korku dolu bağırış herkesi uyandırdı ama hiç kimse kıpırdamadı.

Mary, mutfakta karşılaştığım kişiler, sharlar, Ephraim ve diğerleri… Hiçbiri Ava’ya baktığı gibi bakmadı.

Oklara doğru gözlerimi tekrar çevirdim. “Bana karşı gelmeyeceksin.” diye kükremek istedim. Tepeye dönük olan avcumu yavaşça kendime çevirmeye başladım, eşzamanlı olarak oklar da benimle birlikte hareket etti ve döndü. Ucu Xilmari’yi gösteren zehirli okların hepsi ormana çevrildi.

Atışın yapıldığı alana doğru uçları kalkığında hızla elimi aşağı indirdim. Asılı kalan oklar hareketimle birlikte yaydan çıkmış gibi fırladı, ağaçların üstüne doğru ilerledi. Kara bulut bu kez Xilmari’nin ormanına, elflerin üzerine doğru yol aldı.

Titreyen parmaklarımı yumruk yapıp sakinleşmeye çalıştım. Güçlerimi bu şekilde açmak, uykuyu fark etmeden bozmak beni ateşlerin içine yolladı. Hissettiğim güçle başım dönünce gözlerimi yumup hızla kendime gelmeyi bekledim. Günlerdir hissedemediğim her şey birden zihnimi doldurdu. Büyü gücü damarlarımda tekrar akmaya başladı, işkenceden farksız hissettirdi, bir patlama gibi bütün vücudumda gezdi. Alışık olduğum güç sadece saniyeler sonra eskisi gibi hissettirdi.

Cassandra uyandı, Ava uyudu.

Oklar gözden kaybolduğunda arkamdaki yüzlerce insanın fısıltısı çevreyi sardı. Ormana bakarken “Sessizlik.” diye fısıldadım. Sesim insanların arasından bitmeyecek bir yankıymış gibi gezindi.

Herkes aynı anda sustu.

Göz kırpmadan karşıma baktım ve okların düşmesini bekledim. Kimsenin duyamadığı ama benim kulaklarımda hissettiğim acı verici çığlıklar Xilmari’nin ağzından değil, elflerin ağzından döküldü. Kendi zehirlerinde can verdiler, yarısı gözlerini hızla kapattı.

Cassandra’nın karşılarında olduğunu elfler de anladığında başımı yukarı kaldırdım. Sadece birkaç adım arkamda bekleyen şövalyelerden birisinin hareket ettiğini sezip parlayan gözlerle ona döndüm. Parmağımı kaldırdım, duyulan tek ses benimkiydi. “Yerinde kal.” Yüzüme korkuyla baktı ve attığı adımı geri çekti.

Bedenim kalabalığa dönüktü ama baktığım tek kişi bana sonu gelmeyecekmiş gibi bakan prensti. Bunu yapacağımı tahmin etmemişti fakat içten içe kimsenin yaralanmasına izin vermeyeceğimi biliyordu. Arthur, ilk defa benim başka bir yüzümü gördü.

Sinirle soludum ve ormana doğru yürüdüm.

Elimi kaldırıp elflerin olduğu yere doğrulttum ve sanki onları çekiyormuş gibi parmaklarımı kapatıp kolumu kendime hızla çektim.

Yaptığım büyü, kara büyüyü kullanmadığım takdirde başarısız olacak kadar güçlüydü ama uyku beni çok güçlendirmişti, kolaylıkla istediğim gerçekleşti.

Ormanın içinde yan yana bekleyen elflerin hepsi yer değiştirdi. Önümüzdeki bahçede, ağaçların tam önünde aynı anda belirdiler. Ne olduğunu anlayamayanlar, boşluğa düştüğünü sananlar ellerini bedenlerinde gezdirdi. Nereye geldiklerine baktılar, insanlarda gözlerini gezdirdiler ve en son beni gördüler.

Kaşlarımı çatıp yaklaşık iki yüz elfte gözlerimi gezdirdim. Aynı kıyafetler, aynı saçlar ve neredeyse parlayan gözler…

En önde, hepsinden ayrı duran elfin dudaklarından beni izlerken adım döküldü. “Cassandra.”

“Cassandra.” dedim ona bakarak. “Buraya kadardı.”

Ayağımı kaldırıp topuğumu yere hızla vurdum. Kara duman yerden yükseldi, bütün çevremi sardı. Üzerimdeki kıyafet, Ava’nın kabarık elbisesi yok oldu ve yerine her zaman üzerimde olan, alanlarda görülmeye alışık oldukları tülden elbisem belirdi.

Önümdeki adam baştan aşağı beni süzerken ileri atıldım ama yürümedim. Kara dumanlar beni kapattı, olduğum yerden aldı ve tam olarak elfin önüne çekti.

Burnunun dibine girdiğimde kıpırdayamadı, gerileyemedi. Ateş gibi parlayan yeşil gözlerime ölmek istiyormuş gibi baktı. Suratımı inceledi, beni ilk defa herkesle aynı anda gördü.

Elimi kaldırıp yakasından tuttum ve onu kendime çektim. “Emri kim verdi?” dedim bağırarak. “Geçidi kim açtı!” Kekeleyecek gibi duruyordu, korkudan ne yapacağını bilemiyor ve mumya gibi duruyordu. “Konuşmadığın takdirde seni ve bütün krallığını tek hareketimle ateşlere boğarım.”

Bakışlarım ve sesimin tonundan ne kadar ileri gidebileceğimi anlayabiliyordu. Hemen konuşamadı, parmaklarımın arasında titredi. “Raeran.” Gözlerimi kısıp doğru söyleyip söylemediğini anlamaya çalıştım. “Raeran geçitleri açtı. Onun isteğiydi.”

Geçidi Alec açmamıştı ama en az onun kadar suçluydu.

“Aptal kralın sözümün üstüne söz söylüyor. Raeran’a yardım ediyor.” dedim ve yakasını bıraktım.

Benden kurtulduğunu sanıp nefes çekti ve hızla gerileyip diğerlerinin arasına karıştı. “Cassandra’nın burada olduğunu bilmiyorduk.”

“Tam karşında duruyorum aptal!” dedim nefretle. “Ne cüretle bana karşı gelebiliyor?”

“Karışmayacağına inandılar!” Canını kurtarmak için her şeyi söyleyebilecek gibi duruyordu.

Güldüm çünkü nottan sonra karışmayacağıma hala inanıyor olamazlardı.

“İkisinin de derisini yüzeceğim.” Tekrar onunla konuştum. “Eğer buradan bir adım ileri geçersen sana da bunu izleteceğim. Sıranın sana gelmesini acı içinde beklersin.” Bulundukları yeri işaret ettim, kimse kıpırdamadı.

Onların önünden çekildim ve saraya doğru döndüm ama hareket ettiğim an herkes bir adım geriledi, yüzümdeki ifade değişti. Aşağı, kıyafetime baktım. Cassandra karşılarında duruyordu, geçmişte yapacakları gibi hepsi benden kaçıyordu.

Buradaki herkes beni tanıyordu çünkü ben Prens Arthur’un özel hizmetçisiydim ve konuşmadığım kimse kalmamıştı. Hepsi bunca zamandır kiminle konuştuklarını yeni fark ediyordu.

“Ben Raeran ve Alec’le konuşurken siz burada ot gibi dikileceksiniz.” dedim arkamdaki elflere ve Ephraim’i görmeye çalıştım. Ön tarafta duran kralın yanına doğru hızla adım attım. Şövalyeler çevresindeydi, elleri bellerindeki kılıçların üzerindeydi. Arthur’a hiç bakmadan kralın önüne geçtim ama belli bir mesafe bıraktım. “Onlara dokunmayacaksın.” dedim. Ephraim yeşil gözlerime duygusuzca baktı, bunca zamandır oğluna hizmet ettiğime inanamadı. “Raeran ile ben görüşeceğim ve yokluğumda elflerin hiçbirine zarar gelmeyecek. Yapılması gerekeni ben yapacağım.”

Bir adım geriledim, Ephraim’in dediklerimi anladığını umdum. Gözlerim Arthur’u bulduğu an bilinçsizce ona doğru yürümeye başladım. Üç şövalye de yanındaydı ama diğerleri de çevresini sarmıştı. Ephraim’le aramda mesafe bırakmıştım fakat Arthur’a doğru hızla yürümem onları telaşlandırdı.

Şövalyeler kılıçlarına uzandıklarında Arthur elini kaldırıp hepsini durdurdu. Küçük bir bakıştan sonra tam önüne geçene kadar durmadım.

Sessizliğin içinde sesim duyulmasın diye çabalamam gerekecekti. Arthur onu korumak için gardını almış şövalyelerin arasından çıktığında Ephraim ve diğerleri onun bunca zamandır kim olduğumu bildiğini anladı. Herkesin aksine rahattı.

“Arthur,” Önümü gösterdiğimde diğerlerinden uzaklaştı ama hemen arasından Carter, Philip ve George da takip etti. Mırıldıyor gibi konuşmak zorunda kaldım, binlerce kişi duysun istemedim. “Raeran benim ona karşı duracağımı söylediğim bir uyarıdan sonra bu şekilde davranmazdı. Gidip onunla konuşacağım, sonra geri geleceğim. Babana ne olduğunu sen açıkla, sana söylediğim her şeyi ona söyle.”

Ephraim’e de göz değdiriyordum ama Arthur’un söylediği sözle birlikte hemen ona geri döndüm. “Sen iyi misin Cass?”

“Ne?”

“İyi misin?” Bütün bedenimi inceledi. “Güçlerini açtın.”

Şaşkınlığım suratıma yansıdı, öfkem bir anlığına yok oldu. “Evet. Evet… iyiyim.” dedim onu yatıştırmak istiyor gibi.

Philip boğazını temizledi. “Binlerce kişi bakıyor.”

Uyarısından sonra merdivenlere doğru çaktırmadan baktım. Doğru söylüyordu, herkes buraya bakıyordu. Sarayın içine kadar kaçmışlardı ama izlemeden edemiyorlardı çünkü Cassandra, prensle konuşuyordu ve Arthur birazdan elini kaldırıp beni kendisine çekecek gibiydi.

“Baksınlar.” dedim umursamıyor gibi. Tekrar mavi gözleri buldum. “Raeran’a gideceğim, ne yaptığımı duyacak ve senin yanında olduğumu öğrenecek. Uykuyu bozdum ve bir daha uyuyabilir miyim bilmiyorum, bunun için de kahinleri görmem gerekiyor. Ben herkesle tek tek konuşurken lütfen onlara dokunma.” Elfleri işaret ettim. “Ephraim’e bağırıp çağırmak istemiyorum, öfkeden kuduruyorum. Ona sen söyle.” Başını belli belirsiz tamam der gibi salladı. Sinirle parmaklarımı saçlarımdan geçirdim. “Kahinlerden sonra ne yaparım bilmiyorum. Uykuya tekrar girmem gerekiyor ama ben…”

“Buraya dön.” dedi hızla. “Burası senin için güvenli olur.”

Bu kez ben kekeleyecektim. Ağzımı araladım ama konuşamadım. “Bunu şu an konuşamayız, yeri değil.” dedim fısıldayarak. “Zaten babanla konuşmak için dönmem gerekiyor ve…” Lafımı bitiremedim.

Büyüyü iliklerime kadar hissedip arkamı Arthur’a döndüm ve onlarla aynı anda oluşmaya başlayan kara dumanlara baktım. O tarafa doğru bir adım atarken şaşkınlıkla kaşlarım çatıldı.

Kara dumanlar dağılmaya başladı, hızla yok oldu. Yemyeşil gözlerle buluştum. Üzerinde başlığı yoktu, yüzü tıpkı benim gibi açıktı.

Delirmiş olmalıydı.

“Saya!” Adını neredeyse bağırdım ve endişeyle ona doğru ilerledim. “Ne bok yaptığını sanıyorsun? Uykuyu nasıl bozarsın!” Sona doğru dişlerimin arasından konuştum.

Güçlerimi açtığım an bunu hissetmiş olmalıydı.

Ama ben onun açtığını hissetmemiştim.

“Sonunda abla.” dedi iç geçiriyormuş gibi. Yorulmuşa benziyordu. Kaybolup giden dumanların içinden çıktı ve benimle yarı yolda buluştu. Arkamızdaki onlarca kişiye bakmadı, sadece benimle göz göze kaldı. “Gerçekten bu kadar dayanacağını düşünmemiştim.”

“Sen ne saçmalıyorsun? Yüzünü nasıl gösterirsin!” Bu kez kendimi tutamayıp bağırdım. Ben mecburiyetten buradaydım, o ise kendisi gelmişti.

Elimi tuttu, diğer elini boş ver der gibi salladı. “Bana bak ve dinle.” Sinirle üzerinde gezinen bakışlarım durdu. “Ben çoktan uykuyu bozdum ve seni bekliyordum.”

“Ne diyorsun Saya?”

“Aylardır bunu bekliyorum, konuşmak istiyorum Cassy. Uykunun tamamlanmasını bekledim çünkü sana istediğini verebilmek istiyorum. Gücünü açtığın an yanına gelmem gerekiyordu. İlk önce benimle konuşmak zorundasın.”

Ne dediğini anlamıyormuş gibi başımı salladım. “Ne isteği? Sen buraya nasıl gelirsin Saya.”

“Evrendeki en güçlü büyücü…” Saçma konuştuğu için elimi ondan çektim. Anlayamadım. “Benimle gel.”

Bir adım geri gitti, arkasından geleceğimi düşündü ama yaptıklarını başarıymış gibi söylemesi, uykuyu bozması… onu takip edemedim.

Sesi farklı çıkıyordu.

Gelmediğimi fark edince durup bana baktı. “Cassy?” dediğinde gözlerimi yerden kaldırdım.

“Bana istediğimi verebileceksin?” Daha önceden birbirimize söylediğimiz küçük isteklerimizin hepsini düşündüm. Açgözlü olduğumu biliyordu ama kendim hariç bunu başkasında görmeye dayanamadığımın da farkındaydı. Yıllardır söylediğimi bana şimdi bambaşka bir ses tonuyla söylüyordu.

Başını birkaç kere salladı. “Vereceğim. Birlikte her zaman her şeyi başarabiliriz.” Benim bahsettiğim ve onun bahsettiği çok farklıymış gibi geliyordu. Yürümediğim için tedirginleştiğini fark ettim. “Ne demiştin? Her zaman yanımda olacaktın. Her zaman.”

Arkamı dönüp Arthur ve Ezra’ya bakacak gibi oldum fakat son anda kendimi engelledim. Her şeyi duyuyorlardı.

Saya hareketimi fark etti. “Onlar sadece shar.” Daha önce kurduğum cümleyi gözlerime bakarak tekrar etti. “Sana ihtiyacım var Cassy.”

Ona attığım yalanın bu şekilde beni bulmasını beklememiştim. Diğerleri bunu duyduğu için sinirle gözlerimi yumdum, kurduğum cümlenin hiçbir şekilde doğrulu olmadığını söylemek istedim ama bu kadar kişinin önünde yapamadım.

Saya’nın bakışlarıyla buluştum. Bana ihtiyacı var gibi bakıyordu. Raeran’ı görmeli, kahinlerle konuşmalı ve elfleri yoldan çekmeliydim lakin kız kardeşimin istekleri hepsinden baskındı.

İçinde tuttuğu bir şeyler vardı. Yanıp tutuştuğunu gözlerinde görüyordum ve öğrenmek istiyordum.

Başımı bir kere salladım ve uzattığı elini tuttum. “Her zaman Saya. Her zaman yanındayım.”

Loading...
0%