Yeni Üyelik
32.
Bölüm

32. Bölüm

@leeseaa

Uzayıp giden masanın tam ortasında, tek başıma oturuyordum. Önümdeki içkinin kalan yarısını dudaklarıma dayayıp içmeye başladım. Arkamdan birileri geçiyor, kahkahalarını bana ulaştırıyordu fakat hiçbiri henüz kiminle aynı handa olduğunu bilmiyordu.

Bardaktaki içki tükenince bacaklarımın arasına koyduğum şişeye uzandım. İçkinin kalanını yanımdan ayırmadığım şişeyle tamamlarken diğer elimle gözpınarlarıma bastırdım, çatlayan başımı bu şekilde yatıştırmaya çalıştım ama başarılı olamadım.

Dibini gördüğüm şişeyi yere bırakırken parmaklarımdan kaydı, diğer tarafa doğru ilerledi. Birkaç sandalye yanımda oturan adamın ayağına çarpıp dikkatini çekti. Bana baktığını hissettim ama göz göze gelmeye halim bile yoktu. Dudaklarıma bardağı tekrar yapıştırdım, kemik kıranın çirkin tadının boğazımı yakmasının tadını çıkardım.

İçkiyi dudaklarımdan çekmemle aynı anda yanımdaki sandalye de geri çekildi. Göz ucuyla, bulanık görüşümle bana yaklaşana baktım. yan oturdu, vücudu tamamen bana dönüktü. Konuşmak istemediğim için onu görmezden geldim fakat daha çok yaklaştı.

“Burada yeni misin?” Sesinin tonu aynı benim gibi uyuşuktu. Cevap vermedim, parmaklarımı izliyordum. Biraz daha eğildi, kulağıma kadar girdi. “Seni burada daha önce görmedim.”

“Çünkü buraya daha önce gelmedim.” derken ona doğru baygın bakışlarımı çevirdim. Kahverengi gözleri kısılmıştı, kıyafeti göğsüne kadar açıktı, kolyeleri dikkat çekiyordu ve dağılmış gibi duruyordu. Benim kadar içtiğini düşünmüyordum ama o, benim adımı bile söyleyemeyecek kadar sarhoş olduğuma inanıyordu.

Kısmen haklıydı. Üçüncü durağımdaydım, Modgrak’tan sadece iki saat önce çıkmıştım. Gecenin ilerleyen saatlerince cüceler seslerini kontrol edemediği için kendimi bir başka krallığın sınırları içinde bulmuştum, sessizlik istemiştim. Kemik kıran hala yanımdaydı ve ikinci defa şişenin dibini görüyordum. Kendimdeydim fakat hareketlerimi istediğim gibi kontrol edemiyordum.

Çarpık gülümsemesi ve esmer teniyle bana bir başkasını anımsattı ama görmek istediğim surat onunki değildi, görmek istediğim gözler rengiyle dikkat çekiyordu.

Biraz geri çekilip üzerimdeki farklı kıyafete baktı. Siyah, tülden elbisemin kalın kemerinde gözleri duraksadı. Kim olduğumu bu şekilde anlamasının imkanı yoktu, sadece buradan olmadığımdan bir bakışla emin olmuştu.

“Kalacak yerin var mı?” dediğinde gülümsedim ve kaşlarımı kaldırıp indirdim.

Kemik kırana bir daha uzandım ve koca iki yudumu daha mideye indirirken yüzümü ekşittim. Midem ağzıma geldi, boğazım yandı.

“Tahmin edeyim…” diye mırıldanırken ona döndüm, yüzü yüzümün çok yakınındaydı. “Evin hemen bu sokakta ve ben bu saatte kalacak bir yer bulamayacağım, bulduğum yerleri de karşılayamayacağım.”

Gerilemedi, yakınlığımdan ve söylediklerimden hoşlandı. “Zor olacaktır.”

“Ve sen yardımcı olmak istiyorsun.” Dudaklarımı büzdüm. “Sadece iyi niyetinden.” Buna cevap vermedi, sadece imalı bir şekilde gülümsedi. Tıpkı onun gibi yan oturdum. Elimi yanağıma koydum, açık saçlarım yüzümün bir tarafına düştü. “Söyler misin bana…”

“Edward.”

“Edward.” dedim gülümseyerek. “koskoca yerde,” Parmağımda çevreyi işaret ettim. “neden dikkatini ben çektim? O kadar mı çaresiz görünüyorum?” Ağzını açtığında bardağıma uzanıyordum ama konuşmasına müsaade etmedim. “Şişe ayağına çarpmadan önce de gözlerin benim üzerimdeydi.”

Yakalandığını fark etmemişti. Ne kadar içki içersem içeyim aklımı kaybetmezdim ve çevreyi gözlemleyebilirdim.

İyice yaklaştı, gürültünün içinde fısıldadı. “Koskoca yerde dikkat çeken ilk kişisin.” Gözlerime bakarak geri çekildi.

“Nerede yaşıyorsun?” dediğimde gülümsemek istediğinden emindim ama belli etmedi. İkna etmeye uğraşmamıştı bile.

“Hemen sokağın sonunda.”

Bardağıma gözleri kaydığında geri bıraktım. “İçkim bitmedi.” Bitirmek için uzanmadım, elimi çeneme yasladım ve tebessümle ona baktım. “Edward,” Dudaklarıma bakıyordu, ancak ismini söylediğimde gözlerime dönebildi. “içkimin bitmesini bekliyorsun, yanıma geldin, görüyorum ki hoşuna gittim… Fakat ilgini çeken kadının adını bile önemsemiyorsun.”

Çapkın bir ifadeyle sordu. “İsmin ne?”

Gülümsemem suratıma yayılırken ona doğru iyice yaklaştım. Suratlarımızın arasında sadece birkaç santim kaldığında onu öpeceğime inandı fakat ona istediğini vermeden durdum ve fısıldadım.

“Cassandra.”

Adım dudaklarımdan döküldüğü an kahverengi gözleri aşağı kaydı, duyduğunu ilk başta algılayamadı. Suratı donduğunda ve kaşları çatıldığında hafif bir tebessümle geri gittim. Bardağıma uzanırken Edward oturduğu sandalyeyi hızla ittirerek ayağa kalktı, sandalye düştü.

Çıkan sesle herkes bu tarafa döndü.

“Cassandra.” Sessizliğin içinde adımı söylediğinde çalgılar durdu, kahkaha sesleri de tamamen kesildi.

Kemik kıranı bitirdim, ahşap masaya bıraktığımda tok bir ses çıktı.

Yavaşça, sakince sandalyemden kalktım ve başımı kaldırarak ona baktım. “Israr edecek misin Edward?”

Gözlerimi üzerinden çekmediğim için geri geri ilerledi ve hatta yanında duran adamı önüme ittirip arkasına geçti. Fakat o da bana yaklaşmak istemedi.

Hiç kimse dışarı çıkmamıştı, kaçmamıştı fakat yanımda oturan herkes uzağa çekilmişti. Bulanık bakışlarım herkesin üzerinde bir anlığına durdu. “Kaçmayın, korkmayın, yanınızdayım… Hiçbirini duymamışsınız gibi.” Fısıldadım ama sesimi sadece kendim duydum. Akıllarına kahinlerle söylediğim her şeyi akıllarından silmiş gibiydiler.

Eğlencem bittiğinde buradan çıkmak için bir adım attım ama herkes aynı anda geriledi. “Gerçekten mi?” dedim ilk geri çekilen adama bakıp.

Gözlerimi devirdim ve birbirine dolanan adımlarımı kapıya yönelttim.

Ancak bir adam ileriye doğru bir adım atıp dikkatimi çekti. Bu kez şaşıran ben oldum. “Gerçek mi?” diye sordu. “Ordu, savaş, Saya…” Kız kardeşimin adını duyunca öfkem canlanacak gibi oldu.

“Gerçek.” Ağzını bir daha araladı. “Şu an bunu konuşacak gibi mi görünüyorum?” Baştan aşağı bakmasına gerek bile yoktu, ayakta duramıyordum. Geriye doğru tekrar bir adım attı.

Masalardan birinin yanından geçerken üzerindeki şişeye uzandım, iyice kavradım ve dudaklarıma dayayarak kapıya doğru ilerledim. Önümdeki kalabalık çıkacağımı anladığı halde kıpırdamıyordu. Parmaklarımla onları ve önümü işaret ettim. “Yolu açalım…” Şişeden bir yudum daha alırken hepsi geri geri yürüdü, aralarında boşluk bıraktı.

Dışarı çıktığımda sendeledim, içkiyi dudaklarımdan çektim ve ay ışığına doğru başımı kaldırıp derin bir nefes çektim.

İçi dolu şişeyi kenara attığımda cam parçalarının sesi kulağıma geldi. İyice geç olmuştu, sokaklar bomboştu. Buradan gitmek istedim. Gözlerimi sildim, görüşüm kendime gelir diye umdum ama her şey aynıydı, başım dönüyordu. Yürürken kara dumanlar etrafımı sardı ve beni yabancı krallığın içinden çekip çıkardı.

Günler sürecek yol bir saniyede tamamlandı.

Dengemi sağlayamayıp sendeledim ama son anda dolaba tutundum. Başımı kaldırıp çevreme baktım. Kandil hala yanıyordu, uyumamıştı.

Dolaba tutunduğumu gördü, ardından sırtımı yasladım ve boğuluyor gibi nefes çektim. Onu duyuyordum. Sandalyeden kalktı, küçük adımlarla bana doğru yaklaştı ama gözlerimi açmadım.

Çenemin altında uzun parmaklarını hissettim, dik tutamadığım başımı kendisine çevirdiğinde gülümsedim. “Lordum,” Masmavi gözlerini kısarak ne tür bir ruh halinde olduğumu çözmeye çalıştı.

“Neredeydin?”

Sırtımı dolaptan ayıramadım, güvencem dayandığım kapaklardı ama biraz olsun ona doğru eğildim. “Çöl, Modgrak, orman ve en son…” Omuzlarımı bilmiyorum der gibi kaldırdım. “Kemik kıran hala aynı etkiyi yaratıyor, Mesmea işini biliyor.” Çenemi tutmayı bıraktığında düşecek gibi oldum. Gördüğünü sevmemişti. “Arthur…”

Omuzlarına tutundum ama o bana dokunmadı. “Bir haftadır ya bu dört duvarın arasındasın ya da kafana esen yere gidiyorsun.” Sesi sona doğru yumuşadı ve ellerini belime koydu. “Cass, çık şuradan. Bu psikolojiden kurtulman için ne yapmamı istiyorsun? Ve bu kadar kemik kıran…”

Tebessümle parmaklarımı ensesinde birleştirdim ve parmak uçlarında kalktım. “Merak etme Arthur, gözüm senden başkasını görmüyor.”

“Bahsettiğim bu değil Cass.”

“Yanında olmak istediğim kişi sensin.”

Dudaklarına yaklaştım ama beni öpmedi. “Bu sondu.” Saçlarımdan tutup başımı geriye çekti. “Bu sondu Cass. Bu odadan yarın çıkacaksın.”

“Sadece eskisi gibi dolaşmaya ihtiyacım vardı Arthur.” Zaten bundan şikayetçi değildi, Xilmari’ye ya da onun yanına günlerce gelmesem bile hiçbir şey demeyecek gibiydi. Onun istediği sarayda kendim gibi gezebilmemdi, Ava nasıl yürüyorsa öyle yürüyebilmemdi.

“Biliyorum ama artık kaçtığını düşünüyorum.”

Başımı iki yana salladım. “Benim için endişelendiğini biliyorum.”

“Hayır,” Tutuşu değişti, dudaklarıma doğru eğildi. “seninle konuşan kişiler için endişeleniyorum çünkü Cassandra’nın ne yapacağı pek belli olmuyor. Yetmez mi Cassandra? Artık bunu yapma.”

Başımı usulca salladığımda burnum burnuna değdi. “Yapmam.”

Sonunda dudaklarıma dokundu, beni bu ızdıraptan kurtardı. Dengemi sağlayamadığım için beni kendisine bastırdı fakat hemen ardından omzumdan tutup dolaplara yapıştırdı. Öpüşü agresifti, beni bu şekilde görmekten hoşlanmadığını belli ediyordu fakat bir o kadar da istekliydi.

Dili dilimi okşadığında tüm düşünebildiğim o oldu, tutkuyla kavruldum. Dudaklarında fısıldadım. “Seni istiyorum.” Sözlerim onu bir anlığına durdursa da hemen ardından elini yırtmacımın içine götürüp bacaklarıma dokundu. Boynumu boydan boya ıslatırken parmaklarını bacaklarımın arasına çıkardı. Dudaklarımdan çekildi ve gözlerime baktı. Duruyordu. “Arthur,” Onu kendime hızla çektim, bir an olsun ayrılmak istemedim.

“Cass,” Alnı alnıma değiyordu. Onu öpmeye devam ederken tırnaklarımı açık yakalı gömleğinin içine sokup onu çizdiğimi fark etmedim. “ayakta duramıyorsun.” dedi anlaşılamayacak kadar kısık bir tonla.

Söylediğinden sonra hemen başımı iki yana salladım. “Önemi yok.”

“Önemi var.” Bacaklarımı okşamayı bıraktı, elbisemi çıkarmadı. “Hatırlamayacaksın.”

Yıllarca düşünmeden hareket etmiş, canım ne isterse onu yapmış ve ertesi gün bir önceki geceyi aklımdan silmiştim. O gecelerin birçoğunda aynı bu şekilde ayakta duramıyor, tek umursadığım anlık alacağım zevk oluyordu. Ben önemsemiyordum, düşünmüyordum fakat o, birlikte geçireceğimiz ilk geceyi her anıyla hatırlamamı istiyordu.

Ben de onunla olacağım her dakikayı bir an bile unutmayacaktım.

Omuzlarına tutundum, bu kez minicik bir öpücük bıraktım. “Uyumamıştın.” Hala yanan kandile gözlerim değdi.

“İşlerim vardı Cass ama seninle birlikte uyuyacağım.” Kalçalarıma dokunduktan sonra beni kucağına aldı, yatağa doğru götürdü. Elbisemi bile çıkarmadım, beni nasıl bıraktıysa o şekilde kaldım. Önümden geçerken üstünü çıkardı, kalın örtüyü açıp içine girdi.

Hareketsizliğime ancak bana yaklaştığında son verebildim. Karnına elimi koyup başımı üzerine yerleştirdim.

Gecenin ilerleyen saatlerinde, uykumun en derin noktasında vücudum titredi. Gözlerimi açmak ve uyanmak istedim. Vücudumu sıcacık kollar sarıyordu, Arthur’un arkamda olduğunun farkındaydım fakat uyanamıyordum. Uyanmamam gerekiyormuş, rüyayı görmek zorundaymışım gibi.

Avucuma tam oturan bardağın içindeki acı, kehribar rengi sıvıya gözlerimi kilitlemiştim. Çevremden uğultular geliyordu fakat hiçbirini duymuyordum. İçkiden bir yudum aldım, yüzümü ekşitmemek için kaşlarımı çattım. Yabancı tadın verdiği yakıcılık hoşuma gitti.

Bardağı ileriye ittirirken önümden geçen adama tek kelime söyledim. “Doldur.” Yüzünü göremediğim adam bardağı yarısına kadar doldurdu.

Uzun taburenin üzerinde kıpırdandım, bardağı kollarımın arasına çektim ve saçlarıma parmaklarımı soktum.

Hareketsizliğim loş ve gürültülü ortamda kapı açılınca son buldu. Gözlerimi kıstım, başka bir gücün içeri girdiğini fark ettim. Adım sesleri tok bir şekilde kulağıma doldu, içeri girdiği an beni gördü.

Bardağı kaldırıp küçük bir yudum daha alırken aramızdaki mesafeyi korudu, beni inceledi. Gülümsediğini görmesem bile hissediyordum. Sesi yabancıydı, anlamayacağım kadar boğuktu.

Ona doğru dönüp göz göze geldim fakat rüyanın içindeki suratı tamamen bulanıktı. Saniyelerce bana baktı, çapkın bir gülümseme takındı. Bitap ve yorgun halim onu sebepsizce gülümsetti.

“Sonunda Cassy.”

Şiddetle nefes alıp doğrulurken Arthur’u da uyandırdım. Sanki dakikalardır nefes almıyormuşum gibi hissettim.

Arthur omzuma dokundu, yüzüme düşen saçlarımı geri atarken bu saatte neyin beni yerimden fırlayarak kaldırdığını çözmeye çalıştı. Terlemiştim, gözlerim yanıyordu ama en önemlisi başım dönüyordu.

“Cass?”

“Rüya.” dedim nefeslerimin arasında. Yutkundum, masmavi uykulu gözleriyle buluştum. “Rüya.” dedim onu ve kendimi ikna etmek için.

“Kabus görmüş gibisin.” dediğinde başımı iki yana salladım. Kabus değildi, kabus olamayacak kadar sıradandı.

Kurumuş dudaklarımı birbirine bastırdım. Her detayını hatırladığım rüyayı aklımda bir daha oynattım. “Cassy dedi.” diye mırıldandığımda Arthur’un suratı değişti.

“Saya sana Cassy diyor.”

“Sesini duymadım.” Anlamaya çalışmak için kendimi zorladığımda sadece başıma ağrılar giriyordu. “Görmedim, duymadım, anlayamadım.” Bir nefes daha çektiğimde karıncalanan parmaklarım ve dönen başım normale döndü. Onu ve kendimi yatıştırmak için bir kere daha tekrar ettim. “Sıradan bir rüyaydı.”

**

Henüz geceyi içinde geçirmediğim yeni odamın ortasında bir tur döndüm. Ava’nın odasıyla pek kıyaslanamazdı. Oldukça ferahtı, pencereleri çok yüksekti, alan fazlaydı ve bir sürü gardırop vardı. Carter kalacağım yeni odayı ilk günden hazırlatmıştı fakat içinde bir saatimi bile geçirmek istememiştim. Xilmari’de bile dolaşamıyordum, Arthur’un yanı hariç hiçbir yer bana olmam gereken yermiş gibi gelmiyordu.

Arkamı dönüp odadan çıktım. Sabahın erken saatlerindeydim, Arthur’un yanından daha o uyanmadan kalmıştım. Bu kez uyandığımda kendimi Xilmari’nin sınırlarının ötesine atmamış veya onun odasında vakit öldürmemiştim. İlk defa kapıdan çıkmış, sarayın içinde yürümüştüm fakat saat çok erken olduğu için kimseyle karşılaşmamıştım.

Adımlarımı aşağı yönlendirdim, sabahki rutinimi gerçekleştiriyorum sandım ama tek fark üzerimde Cassandra’nın giyeceği kadar farklı kıyafetlerin olmasıydı.

Önünden geçtiğim muhafızlar beni burada gördüğü için şaşırdı, duruşlarını düzelttiler.

Xilmari’nin koruyucularıyla en son Ephraim benim hakkımda konuşmuş olmalıydı, hepsi burada kalacağımdan ve ayaklarının altında Vaassar’ın beklediğinden haberdardı.

En alt kata inip mutfaktan içeri girdim. Eşikten geçtiğim an herkes beni gördü, mutfaktaki hararetli konuşmalar ve aceleci tavırlar bir anlığına durdu. Bakışların altında kalmak istemedim, ilk defa bana dik dik bakılmasına katlanamadım. Yürümeye devam ettim, Ava’nın hazırlanan tepsileri almak için önüne koşuşturduğu tezgahın arkasında durdum.

“Çay. Prens ne içiyorsa ondan. İki tane.” dedim elimi sallayarak. Adam bana dik dik bakmaya devam ederken kaşlarımı kaldırdım. Hızla arkasını dönüp isteğimi hazırlamaya gitmeden önce arkama ufak bir bakış attı.

Onun baktığı yere döndüğümde elindeki listeyi okumayı bırakan, beni burada gördüğü için şok geçiren Mary’yi gördüm. Aceleci tavırlarla yanıma gelirken suratındaki ifadeyi değiştiremedi. Tezgaha yaslandım, küçük bir tebessüm takındım.

Bardakların arkama bırakılışına, çalışanlara ve bana tek tek baktı. Ne diyeceğini ilk başta bilemedi. “Odanıza yollayabilirdim efendim.” dediğinde tebessümüm yüzümden silindi, birbirine doladığım kollarım düştü.

Anlık donuklaşan suratımın yerini kocaman bir gülümseme aldı.

“Şaka yapıyorsun, değil mi Mary?” dedim yaslanmayı kesip. “Bana tam olarak burada kaç kere bağırdığını saymayı haftalar önce bıraktım.” Ava’ya yaptıklarını bir kere daha hatırladı, başından beri Cassandra’ya bağırıyordu. Hiçbir şey diyemeyecek kadar utanmış gibi göründü. Bardağı elime aldım ama mutfaktan çıkmadım. Aşağı inmeme, sarayda gezinmeme sebebim tam olarak buydu fakat farklı bir tutum izlemeye kararlıydım. Sesimi normal tutup “Cassandra demeni tercih ederim.” dedim umursamaz bir sesle.

“Mutfağa inmene gerek yoktu.”

Tebessümümü bozmadım. “Haftalardır işimi kendim görüyorum ve sadece çay almaya geldim Mary.” Uzun uzun onu izlediğimde aslında onu bu şekilde konuşmaya itenin şaşkınlık veya utanç olmadığını fark ettim. Cassandra’ya bağırdığını yeni öğrenmişti, çekiniyor ve biraz olsun korkuyordu. “Sen işini yapıyordun. Bunun için sana bir şey diyeceğimi mi sanıyorsun?”

“Ben…”

“Rica ediyorum, nasılsan öyle kal.”

Gülümsemeyi sonunda başardı. İlk defa sesi gür çıkmadı. “Yardımcı ayarlayabilirim.” dediğinde bu kez ben korktum.

“Sakın peşime birisini takma.” Tezgahların önünden ayrıldım. Kendimi gösterdim. “Sadece Cassandra. Senin için ne kadar garipse benim için de bir o kadar değişik… Bana yardımcı ol Mary.” Bir adım attım, Arthur’un yanına dönecektim. “İyi günler.”

“İyi günler…” Kısa bir süre durdu. “Cassandra.”

Zorla olsa bile sıradan bir şekilde adımı söylemesi beni memnun etti.

Kimseyle karşılaşmadan yukarı çıktım, bir yandan da kendi bardağımdan küçük yudumlar alıyordum. Arthur’un kapısını büyüyle, bardağı dudaklarımdan çekmeden açtım fakat beklediğim kişiyle karşılaşmadım. Benim gibi görünen, benim gibi giyinen genç bir kadın, elinde prensin yeni dikilmiş kıyafetlerini tutuyordu. Ben içeri girdiğimde ne yapacağını şaşırmıştı.

Kıza olan bakışlarımı arka odadan çıkan prens bozdu. “Cass,” dedi Arthur gömleğinin kollarını düzeltirken.

Cevap vermeden masaya doğru ilerledim, umursamazca fazla bardağı bıraktım ve kendiminkini içmeye devam ederken kıza bakmadan konuştum. “Ben veya prens bu odada değilken geleceksin.” Elindeki kıyafetleri bırakmasını işaret ettim. “Öğleden sonra prens dışarıda olur, ben de burada olmam. Eğer odadan çıkmamışsak buraya girmeyeceksin. Sadece sabah getirmen gerekenleri getir ve çık.” Suratıma bakmaya devam edince kapıyı elimi kaldırıp araladım. “Şimdi.”

Arthur dolapların yanında kollarını birbirine dolamış şekilde duruyordu. Kız, prense döndü ne yapacağını kestirememiş şekilde baktı. Arthur başını belli belirsiz salladığında eğilip odadan hızlıca çıktı.

Arthur’la göz göze kaldım, ilk konuşan ben olmadım. “Ava artık yok.” dedi yerinden ayrılıp. “Buraya girip çıkacaklar Cass.”

“Ben, sen odada değilken gelmeliydim ama beni burada tutan sendin. O da gelmemeli.”

Belimden tutup beni kendisine çekti. Dudaklarıma küçük bir öpücük bıraktıktan sonra gülümsedi. “Çünkü sen bütün gün izlemek istediğim birisisin. Ama sen nasıl istiyorsan öyle olacak. Burada seninle yalnızken rahatsız edilmeyi ben de istemiyorum.” Önümden çekilmeden bardağa uzandığında göğsüm göğsüne değdi. “Aşağı inmişsin?” dedi şaşırdığını belli ederek.

Omuz silktim. “Seni dinlemeye karar verdim. Sıcak bir şeylere ihtiyacım vardı.”

“Cassandra’nın ne kadar düşünceli olduğunu aşağıdakiler de görmüştür.”

İki bardakla yukarı çıkmamı kastedince baygın bakışlarla adını mırıldandım. “Arthur…” Gülümsemesi şenlendi. “Mary’yi gördüm.”

“Vaktinin çoğunu onunla geçiriyordun.”

“Bana bir leydi gibi yaklaştı, konuşma tarzı hiç hoşuma gitmedi. Hoşuma gitmediğini yeterince belli ettiğimi düşünüyorum, nasılsa öyle devam edecek.”

“Bundan bahsediyordum Cass.” dedi çekici bir tonla. “Kimse Cassandra’yla konuştuğunu bilmiyordu. Onun birden ortaya çıkması, numara yaptığını açıklaması, Vaassar’ın gerçekliğinin öğrenilmesi ve sarayın altında beklemesi… hemen alışılacak şeyler değil.”

“Lütfen bana halkın Vaassar’ın ayaklarının altında uyuduğunu bildiğini söyleme.” Tepki vermediğinde bunun çoktan kulaktan kulağa yayıldığını belli etmiş oldu. “Arthur…”

“Senin Xilmari’nin yanında olduğunu bilmeyen yok. Cassandra burada olduğu ve burada olacağı için herkes rahat.” Yanağıma dokundu. “Ben de alışamamıştım Cass.”

“İki günde atlattın.”

“Ama kimse benim sana beslediğim duyguları beslemiyor.” Dudağımın kenarına küçük bir öpücük bırakıp önümden çekildi ve hemen arkasındaki sandalyeye oturdu. Parmaklarını çenesinde gezdirirken aklına geleni bana da söyledi. “Dışarı çıkalım.” dediğinde başımı iki yana sallamaya başladım. “Hayır… sınırdan da dışarı. Saya burada değil ve aylarca olmayacak. Krallar ve kraliçelerle henüz konuşmaya başladım, Xilmari’ye birkaç gün içerisinde kimse gelmez Cass. Bir zamanlar yaşadığını sandığım kasabaya, Izla’ya gidelim.” Teklifi beni şaşırttı, Arthur’un bunları söyleyeceğini sanmazdım. “Hiç gitmedin değil mi?” dedi imalı bir şekilde.

“Gitmedim.” Gülümsedi.

“Carter senden şikayetçi Cass.” Tek kaşımı kaldırdım. “Seni bir haftadır görmüyormuş.”

“Bir haftadır beni gören iki kişi var ve biri sensin.” diğeri de Ezra’ydı. Ondan kaçmak mümkün değildi.

“Bundan şikayetçi değilim ama…” Dişlerinin arasından nefes çekti, Carter’ın dediklerini az çok tahmin edebiliyordum. Arthur ile geceleri uyuduğumdan haberi bile yoktu. Doğrusu, onunla bir haftadır aynı odada kaldığımdan kimsenin haberi yoktu.

Usulca yanına yaklaştım ama yetmedi, bacaklarının üstüne oturdum. Kollarımı arkasında birleştirirken onun gibi tebessüm ediyordum. Düşünceli hali, beni odadan çıkarmak istemesi, şu durumda bile bunları teklif ediyor olması… Her geçen gün zaten yabancı olduğum duyguları daha da yoğun hissettiriyordu. “Izla’yı boş ver.” Saçlarına dokundum. “Ben her şeyden kaçmak istiyorum, insanlardan uzaklaşmak istiyorum.”

“Kaçmak istiyorsun?”

Başımı yavaşça salladım. Dudaklarına bir öpücük bırakıp kucağından kalktım ve elini tuttum. “Benimle gelir misin?” İtiraz etmeden ayağa kalktı.

“Cass?”

“Sadece iki saat? Bu kadar vaktin var mı?” Onayladığında hemen harekete geçtim. Masasının üzerindeki küçücük bir kağıda uzandım ve büyüyle üzerine bilgilendirici birkaç kelime yazıp yok ettim. “Ezra burada olmadığını bilecek. Vaassar aşağıda bekliyor, hiçbir sorun olmaz ama eğer olursa dışarı çıkmaktan çekinmeyecek.”

Uzun zamandır aklımdan geçirdiğimi yapmaya birden karar vereceğimi düşünmemiştim.

“Erteliyordum. Yaklaşık sekiz dokuz yıldır ertelediğim bir şey… Madem birkaç şey değiştireceğim, ilk olarak buradan başlamak istiyorum. İçimde kalmasın.” Tekrar önüne geçip elini tuttum. “Söz ver bana. Sonsuza kadar senin ve benim aramda.”

Anlamadı, nereye gittiğimizi bile bilmiyordu, ondan ne için söz vermesini istediğimi de… Yine de güvendi. “Söz veriyorum Cass.”

Tebessüm ettim, üzerindeki göz kamaştırıcı ceketi omuzlarından tutup aşağı ittirdim. Gömleğiyle kaldığında bağcıklarını gevşettim. Kıyafetlerinin duruşunu değiştiriyordum ama o hiçbir şey demiyordu.

Gülümseyerek “Ne yapıyorsun?” dedi.

“İki saatliğine sadece Arthur olmalısın. Birisinin göreceğini sanmıyorum ama riske atmayacağım.” Karşısından çekildim. Uzun ama kumaşları çıkmış eski ceketlerinden birisini arka odadan çıkardım ve omuzlarına koydum. Dikkat çeken tek şey yüzükleriydi fakat onlara asla dokunmayacaktım. “Kılıca ihtiyacın yok, yanında ben varım. Gerçi… senin tek başına da kılıca ihtiyacın yok.”

Heykel gibi durup tebessümle etrafında gezinmemi sabırla bekledi. Sonunda önüne geçtiğimde beni durdurdu. “Nereye Cass?”

“Tek başıma gitmeye cesaretimin olmadığı bir yere.”

Büyüyü yaymaya başladım. Kendim hariç bir başkasını dumanlarla taşıyamazdım fakat uyku ve kahinlerin bana verdiği güç, Arthur’u da kendimle kolaylıkla çekebilmemi sağlıyordu.

“Yıllardır uğramak istediğim ama asla gidemediğim bir yere. Izla benim evim değil, başlangıcım orası değil…” Kara dumanlar bizi hapsetti. “Bu kez gerçekten uzaklaşıyoruz Arthur. Evime gidiyoruz.”

Loading...
0%