Yeni Üyelik
33.
Bölüm

33. Bölüm

@leeseaa

Kurumuş yabani otlar bacaklarıma kadar uzanıyordu, çitlerle çevrilmiş koca arazi neredeyse görünmüyordu. Tepelerin ardında kalan, yerleşimden uzak küçük kulübe hala tek başınaydı. Kırık dökük, neredeyse çürümüş evi uzaktan inceledim. Dışarıdan hızlıca bakıldığında neredeyse aynı görünüyordu. Küçük kapısı açılacak, dışarıya koşacakmışım ve babam da arkamdan beni yakalamak için çıkacak gibiydi. Lakin yaklaştığımda ev de tıpkı bizim ailemiz gibi ölmüş, yok olmuştu.

Arthur yanıma doğru bir adım attı ama gözlerini kulübeden çekemiyordu. “Babam gözden uzak olmak isterdi.” dedim kısık bir tonla. “Her gün onca yol giderdi, biz saatlerce yalnız kalırdık. Gece boyu çalışırdı, yan tarafta bir ocak var.” Çatısı düşmüş alanı işaret ettim. “Kutsal büyücü olacak çocuklar insanların içinde kalmamalıydı. Bizi uzaklaştırmak istemedi ama çok dikkat çekeceğimizi biliyordu. Başka şansı yoktu.”

Saya’nın bahçede koşuşturduğu hatıralar tekrar canlanınca gözlerimi kapadım.

Yıllardır gelmek istiyordum, küçüklüğümün geçtiği ev tek parça halinde duruyor mu onu bile bilmiyordum. Saya’dan önce gelmeye cesaretim olmamıştı çünkü anılar paramparçaydı ve ben kabullenemeyecek kadar o anılara bağlıydım. Beni yaralayacağına inanmıştım, tek başıma cesaret edememiştim. Saya’yla da gelmek istememiştim çünkü yanında gözlerimin dolmamalıydı. O, beni her zaman güçlü görmüştü.

Şimdiyse Saya yoktu. Beni güçlü kıldığını sandığım bütün duygularımın aslında yalan olduğunu öğrenmiştim ve ancak çekinmediğim, geçmişimi bilebilecek kadar güvendiğim bir adam yanımda olabilirdi.

Köye birçok kez uğradığım halde evimi asla görememiştim.

“Burası…” Arthur başını kaldırıp ucu bucağı olmayan ormana baktı.

“Burası Xilmari’ye bir hayli uzak. Her yere uzak ama bu uzaklık hiçbir zaman sorun olmadı.” Boğazımı temizledim ve masmavi gözlerine baktım. “İçeri girmemize gerek yok.”

Arthur söylediğimden hiç memnun olmadı. Önüme doğru bir adım attı, neden devam etmek istemediğimi gözlerimden okuyabiliyordu. “Cassandra’nın istediği yere gitmesi göz kırpmak kadar kolay. Fakat o, buraya gelmek istedi. Yıllar sonra sadece uzaktan bakıp geri dönmek için değil.” Elimi tuttu. “Yalnız gelemedin, içeri birlikte gireceğiz.”

“Harap haldedir.”

“Şimdiki hali mi önemli Cass?” Değildi. İçeri girdiğim an eski, tertemiz halini hatırlayacaktım.

Elimi tutuşuna göz ucuyla baktıktan sonra hemen arkasından ilerledim. Otları ezerek geçtik, tepeden aşağı indik. Kapıları çıkmış, çürümüş kısmın önünden geçerken işaret ettim. “Ahır… bir zamanlar öyleydi.” Gülümsedim. “At binmeyi çok küçükken öğrendim.”

Ava’nın ilk at binişini anımsadı, yalan söylemediğimi biliyordu.

“Simsiyah bir atımız vardı, üzerinden kaç kere düştüğümü sayamadım. Eyer yoktu ve istediğim gibi tutunamıyordum. Atın üstüne çıktığımda kendimi en tepede görürdüm, babam aşağıda kalıp bana gülümseyerek bakıyordu. Dengemi sağlayamayacağımı sanıp korkuyordum, düşeceğim diye ödüm kopuyordu.” Ahırdan gözlerimi çekemedim. “Korktuğum halde binmek istiyordum çünkü sırtına çıktığımda, yükseğe eriştiğimde yaşadığım heyecanı bana hiçbir şey vermiyordu. Tarif edemeyeceğim kadar farklı bir duyguydu.”

Ahırın önünden çekildik, kulübenin önünde durduk. Üst kat neredeyse yok olmuştu, otlakların üzerine rüzgarla birlikte sürüklenen tahtalar fırlamıştı. Evim, bütün araziye dağılmıştı. Düzeltmek sadece bir parmak şıklatması kadar kolay olurdu, her şeyi onarabilirdim fakat yerine koyduğum parçalar asla eskisi gibi olmayacaktı.

Kapının önüne doğru bir adım attım ama tek bir adımda cesaretim söndü. Ancak Arthur’un omzuma sıradan iki insanmışız gibi kolunu atması, bedenini bedenime yapıştırarak ilerlemesiyle kıpırdamam mümkün oldu.

Aralık olan kapıdan kolaylıkla geçtik. Yan yana kaldık, girişin hemen önündeydik. Çevredeki toz ciğerlerime doldu, içerisi düşündüğümden de kötüydü. Küçük koltuklarımız, babamın her gün yakmakla uğraştığı şömine, halılar, kitaplığım… Hiçbiri sağlam kalmamıştı.

Yüzüm gördüklerimle önümde can alıyorlarmış gibi ekşidi. Boğazım düğümlendi, gerileyecek gibi oldum ama sonra rengi değişmiş koltuğun tam altında bir başka şey gördüm. Arthur’un kolunun altından çıktım ve şöminenin önüne doğru hızlı adımlarla gittim.

Sıcak tutmayan, kırmızılığı soluklaşmış örtü battaniye. Annemin elleriyle ördüğünü biliyordum. Yerden aldım, ellerimin arasında tutup sımsıkı kavradım.

“Cass, üşüteceksin, hemen içeri gir!” Koltukta oturuyordu, üzerine bunu örtmüştü ve ısıtmasını umuyordu. Açık kapıya doğru başını kaldırmıştı, öksürüklerinin arasından bana kızıyordu.

Dolu gözlerle arkamı döndüğümde Arthur elimdekine baktı. Sıradan bir kumaş parçasından çok daha fazlası olduğunu anladı. Beni dışarı çıkarmak, aklımı dağıtmak istemişti ama karşısında gördüğü duygularıyla boğuşan bir kadındı. Fakat o da içinde biliyordu, buna ihtiyacım vardı.

“Dilek çeşmesini biliyor musun Arthur?” dedim elimdekini koltuğa kibarca bırakırken. “İstediğin her şeyi gerçekleştirecek bir çeşme… fakat tek bir dilek hakkın vardır.” Yüzüne baktığımda çeşmeyi herkes gibi bildiğini anladım. “Çeşmeyi sadece ihtiyacın olduğunda bulabilirsin, aksi takdirde sana görünmeyecektir ve rivayete göre, çeşme sen neredeysen oradadır. Sadece onu bulmayı yürekten istemelisin, o seni bulacaktır.”

Arthur ona bir itirafta bulunacağımı, hastalıklı düşünceleri paylaşacağımı anladı.

“Ormanda yürüyordum, nerede olduğumu ben bile bilmiyordum. Yıllar önceydi, çok eskiydi. Babamı kaybettikten sonra tek istediğim güçlenmekti. Büyüyü kullanmaya bile kalkışmak istemiyordum, aklımdan geçirmem yeterli olmalıydı. O kadar büyük bir açlıktı.” İç geçirdim. “Çeşmeyi buldum.”

Kaşlarını çattı ama ben kendi kendime gülümsedim.

Gözlerim doldu. “Güç için karşıma çıktı sandım ama gördüğüm an aklımdan babamın görüntüsü geçti, yanımda durmasını istiyordum. Kimseye soramıyordum, danışamıyordum, ne yapacağımı bilmiyordum ve sorabileceğim tek kişi o’ydu. Ne yapmalıyım diyebilmek istiyordum. Çeşmeye yürüdüm, dileğimi dilemek için ağzımı açtım ama bir kelime bile çıkmadı.”

Saya’nın lanetli düşüncelerinden çok daha farklı olduğunu hala biliyordum çünkü ben özleme yenik düşmüştüm. Onu canlandırmak istemiştim.

“Hiçbir şey diyemedim çünkü çeşme sana en çok istediğini verirken senden en sevdiğini alıyor. Bir can değil, başka bir şey… Belki de babamı geri getirmeyecekti, böyle bir gücü yoktu ama denemek istiyordum. Karşılığı ne olursa olsun verecektim. Çeşmenin yanına yaklaştığında senden ne istediğini aklında görüyorsun.”

Boş boynuma dokundum.

“Benden anılarla yaşatılan bir şey isteyecekti. Sen dışarıdan baktığında onu aksesuar sanacaktın ama çok daha fazlasıydı. Babamı geri getirmesi için ufacık bir fedakarlık gibi görünebilirdi ama ben onunla olan en kıymetli anılarımdan birini çeşmenin içine, sonsuzluğa yollayacaktım. Anılarım ölecekti, yanımaysa bir hayal yerleştirilecekti. Asla gerçek olmayacaktı.”

Babamla yaptığım kolyeyi ona geçmişte laf arasında anlatmıştım. Hatırladığından emindim ama bir daha bahsetmek istemedim.

“Vazgeçtiğim an kayboldu ve çeşmeyi bir daha bulamadım.”

“Kendini kandırmaktan vazgeçmişsin.” dedi sakin bir tonla. “Dilemiş olduğun gerçekleşseydi Cassandra burada bu şekilde duramazdı çünkü kendisini hayallere hapsederdi.”

Vazgeçişim de tam da bu yüzdendi ama her zaman içimde kalmıştı.

“Hiç mi Eloise’i görmek istemedin?” diye sordum.

“İstedim.” dedi. “Her gün annemi özledim Cass ama o benim yokluğunda kaybolmamı istemeyecekti. O, bana öğrettiklerini ve ona verdiğim sözleri yerine getirmemi bekliyordu. Hiçbir zaman çeşmeye ihtiyaç duymadım çünkü ben onu yaşattım ve hala yaşatıyorum.”

Parmağındaki yüzüğe baktım. Benim gibi o da vazgeçemiyordu, en azından bir parçasını yanında taşıyordu.

Çevresinde bir tur döndü. Bu kulübe, yaşadığı sarayın bir odası kadar bile değildi. “Şunlar senin mi?” dedi yere düşmüş ve parçalanmış kitaplara bakarak.

Onlara doğru yürümesini, yerden birkaç defteri almasını izledim. Aldığı deri kaplama, üzerinde çizikler olan defteri gördüğüm an gözlerim kısıldı. Durdurmadım. Durdurmak için ileri bile atılmadım.

İlk sayfasını açtığı an duraksadı.

En tepede yazan ismi gördü.

Masmavi gözleri hayretle parladı, okuduğundan emin olamadı.

“Ivan Inala.” Okumayı hızlıca bırakıp gözlerimi buldu. Yanlış bir şey yaptığını ismi gördüğü an anladı ama onu durdurmamama şaşırdı.

Dudağımın kenarı hatıralarla acı bir şekilde kıvrıldı.

Küçük bir adım atarken deftere gözlerim kaydı. “Cassandra’nın soyadı bilinmez, geçmişe dair hiçbir iz kalmaz. O defterlerin hiçbirinde benim adımı göremezsin çünkü babam hiçbir zaman ne benim ne de Saya’nın adını herhangi bir yere kazımamıza izin vermedi. Onlar ölecekti, annemin bir sürü kardeşi vardı. Kutsal büyücülerin soyadını bilen herkes mezarlarına üşüşecekti, belki de annemizin kemiklerinin kutsal olduğuna inanacaklar ve onu asla rahat bırakmayacaklardı.” Arthur deftere bir daha baktı, okumamış olmayı diledi.

Bu, bir sırdı. Gelecek düşünülerek alınılmış bir karardı.

“Hiç kimse soyadımı bilmiyor Arthur. Ben bile unuttum.”

“Bu, babanın günlüğü. İsmini yazmış Cass.”

“O günlükte benden sadece büyük kızım diye bahsediyor. Cassandra adını göremezsin.” Arthur’un şaşırdığı bu değildi, soyadımı görmesine müsaade etmiş olmamdı.

Elindeki isim sadece göstermelikti. Babam, annemi toprakla buluşturduktan sonra bana ve hatta Saya’ya bile soyadımızı söylememişti. Annemin mezarında yazan isim Inala değildi.

Küçük iki çocuğun bir başkasıyla tanışıp ağzından gerçek soyadımızı kaçırabileceğimize inanmış ve bizden bile annemin mezarına yazdırdığı ismi saklamıştı.

Saya bile bilmiyordu.

Sadece bana ölmeden önce söylemişti.

Ivan Kal’Alani.

Kız kardeşim gerçek adını Saya Inala olarak biliyordu, fakat aslında soyadımızın tam tersini taşıyordu. Onun ve benim aramdaki bağ aslında hiçbir zaman gerçek olmamıştı. Ben Ivan Kal’Alani’nin kızıydım, o ise başkasıydı. Kız kardeşime hiçbir zaman adımızı söyleme gereği duymamıştım çünkü önemsiz bir detay gibi gelmişti. Şimdi bu sahteliğe Arthur da eklenmişti.

Arthur’a da gerçeği söylemedim, bir önemi zaten yoktu. Sadece Cassandra adı her şeyi açıklamaya yetiyordu.

Gözleri aşağı kaydı. “Günlüğü elime aldığımı biliyordun.”

“Gerçek değil Arthur.” dedim. “O soyadı babam kullanıyordu fakat gerçek soyadım bu değil. Kimse bilmiyor. Gerçi, doğru düşünürsek… elindeki halini de kimse bilmiyor.” Kapağını hızla kapattığında gözlerimi devirip yanına gittim. “Sence seni durdurmaz mıydım? Bu… önemli değil. Kimseye bir şey söylemeyeceksin.” Onu o kadar iyi tanıyordum ki sahte adımı bile söylemeyeceğinden emindim.

Yere düşmüş rafların önüne geçtim ve onu şaşkınlığıyla baş başa bıraktım. Gözlerim kapakları yırtılmış el yazmalarında dolaşırken tebessüm ettim. “Bak,” dedim birine uzanıp. “görüp görebileceğin en eski büyü kitabı. Kütüphanede olması gerekiyordu, hatta Xilmari’de bile tutulamayacak kadar değerli.”

Elime aldığımda sayfaları döküldü.

Arthur’la göz göze geldim. “Hepsini ezberlediğim için şanslıyım.”

“Kitap okumaktan nefret ettiğini sanıyordum?”

Parmağımı ona doğru kaldırdım. “Nefret demeyelim...” dedim düşmüş rafı gösterip. “Bunların hepsini ezberlediğimi gururla söyleyebilirim. Bir yerden sonra okumaya ihtiyacım olmadı, büyüdükçe güçlendim ve öğrenilen bilgiler hiçbir işime yaramadı. Aklımdan geçirdiğim zaten oluyordu fakat okudukça başka şeyler düşünmeyi öğrendim. Cassandra olmak kolay değil lordum.”

“O yaşta bile bunları mı düşünüyordun? Cassandra olmak kolay olmayacak…”

Bir zamanlar yemyeşil olan bahçeyi açık kapının önünden işaret ettim. “Yürümeyi öğrendiğimde çevremdeki eşyaları da hareket ettirebildiğimi fark ettim. Düzgün cümleler kuramıyordum fakat ileri düzey bir büyücüden bile becerikliydim. Küçücük bir çocuk kendisini kitapların içine gömmüş olan büyücülerle aynı seviyede değildi, çok daha üstündü. Bana sorumsuz diyorlar ama ben her zaman bana bahşedilen gücün farkındaydım ve bilincindeydim. Geliştirmek tamamen benim elimdeydi. Ben o zamanlar bilinmek istiyordum, herkes benim kendilerinden farklı olduğumu görsün istiyordum.”

Ve bu yanında açgözlülüğü getirmişti, sahip olduklarım bana yetmemişti.

“Söylediklerim göz korkutucu, değil mi?” dedim.

Ona yaklaştığımda ellerini belime koydu. “Eğer başka birisi söyleseydi korkutucu olurdu.” deyip dudaklarıma küçücük bir öpücük bıraktı. Anılarımın yaşadığı bu evde bile beni gülümsetmeyi başardı.

Önümden çekilip şömine tarafına doğru geçmesini izledim. Arkasından saniyelerce dalgınca baktım. Ona her şekilde güveniyordum, belki de Arthur olmasaydı son bir haftayı atlayamayacaktım, kendi küçük dünyamda hapsolacaktım.

Fakat gözlerimi açtığımda gerçeklerle yüzleşiyordum. Sadece oynuyordum, sadece önümüzdeki günlerin geçmesini bekliyordum ve sonra rüya bitecekti.

O, taç giyecekti. Ordu yok olacaktı ve orduyla birlikte Cassandra tekrar kayıplara karışacaktı. Cassandra, Xilmari’nin yanında demeleri sadece ufak ve önemsiz bir detaydı fakat Cassandra, Kral Arthur’la birlikte yan yana oturamazdı.

Çünkü ona istediği hiçbir şeyi veremeyecekti.

Arthur bana döndüğünde tebessüm ettim. “Bu kadar.” dedim ellerimi açıp. “Hayatımız göz önünde ve zenginlik içinde geçemezdi. Altınları kendim yaratabiliyordum ama asla kullanamazdım.”

“Kullanmana gerek yokmuş Cass. İhtiyacın olan her şey buradaymış.”

Daha fazla burada durmak istemedim. Babamın hayaliyle birlikte kız kardeşimle geçirdiğimiz günleri de hatırlıyordum ve ben Saya’yı aklımdan silmek istiyordum.

Dışarı çıkmak istediğimde Arthur itiraz etmedi. Uzun otların arasında biraz gezindim, at koşturttuğum alanda onunla yan yana yürüdüm fakat babamla vaktimizi geçirdiğimiz demirciye asla girmedim. Yarım saatin sonunda çitlerin sonunda oyalandım ve ayaklarımın altındaki koskoca ormanın bitiminde başlayan köye baktım.

Bir noktaya gözlerim kilitlendi. “Buraya hep geldim ama hiçbir zaman tepeye, evime çıkmaya cesaretim olmadı.” Gösterdiğim yeri seçebilmesinin imkanı yoktu. “Her pazar saat sekizde. Tam orada.” Gözlerimi doldurması gereken cümleler aksine öfkemi körükledi. “Onunla burada tanıştım.”

Kimden bahsettiğimi anladı. Saya’nın onu öldürmesini kaldıramayıp kollarında göz yaşları dökmüştüm.

“Jhann’la sokakta karşılaştım, aslında bana çarptı ve beni yere düşürdü.” Suratına baktığımda bu kadar önemsediğim bir insanı merak ettiğini gördüm. “Çamurun içine düştüm.”

Arthur işaret ettiğim yere bakmaya son verdi. “Öfkelenmedin?”

İstemeden gülümsedim. “Küçüktüm, henüz on altı olmamıştım. Jhann ise benden dört yaş büyüktü. Koşuyordu, koşarken bana hızla çarptı ve birkaç metre geriye uçtuğumu düşünüyorum.” Kıkırdadım. “Tahmin ettiğin gibi sinirlendim, hatta onu orada parçalayacaktım fakat ben daha ağzımı açamadan yakamdan tutup beni havaya kaldırdı, çamurun içinden çekti. En az yirmi kere özür diledi, bir yerden sonra saymayı bıraktım. Acelesi olduğu barizdi ama beni yere düşürdüğü ve üstümü başımı çamur içerisinde bıraktığı için gideceği yere gitmekten vazgeçmişti. Handa çalışıyordu, içki dağıtıyor veya yük taşıyordu. Beni oraya götürdü ve temiz kıyafetler verdi. Üzerimde kocaman bir ceketle onunla birlikte oturdum, sıcak bir şeyler içtim.”

Derin bir nefes çektim.

“Sonra da pazar günü tekrar gelmemi söyledi. Tabii, eğer istiyorsam. Biraz çekingenlikle konuşmuştu.” Gözlerimi ona çevirdim. “Cassandra olduğumu bilmiyordu, bana Ava derdi.”

Jhann hakkında anlatabileceğim birçok şey vardı ama kendi canımı yakmak istemediğim için kısa kestim. Arthur bu kadarını bile beklemiyordu ve Ava isminin öylesine ağzımdan çıkmadığını da öğrenmişti.

“Aşağı inelim mi?” diye sordum. “Xilmari’ye de geçebiliriz.”

“Henüz dönmemize gerek yok.”

Üstüne baktım. “Arthur Warren olduğun hiç belli olmuyor.” Ceketini düzelttim, çıkmış ipliklerden birkaçını aldım. “Benim de Cassandra olduğumu burada bilen yok. Size şarap ısmarlayayım lordum. Eminim içtikleriniz kadar şahane değildir ama bununla yetinmelisiniz.”

**

Saatlerimiz köyde öldü fakat geçen dakikaları ne ben ne de Arthur anladık. Güneş batana kadar köyden çıkmadık, başka hiçbir yere geçmedik. Adım atmadığım tek sokak Jhann’ı beklediğim yerdi. Birkaç bardak şaraptan ve sarayla kıyaslandığında kötü sayılan akşam yemeğinden sonra hava soğudu, geri dönmemiz gerekti.

Kara dumanlarla birlikte Xilmari’ye döndük. Gün içinde başka büyü kullanmaya hiç ihtiyacım olmadı. Odasının tam ortasına geçtiğimizde ve dumanlar çekildiğinde elini bıraktım. Gözlerim hemen masasına kaydı, meyve dolu bir çanak ortada duruyordu.

Dudaklarımı büzdüm. “Ben sana getirmiyordum.”

“Sen, ben söylemeden hiçbir şey yapmıyordun.” dedi gülümseyerek.

Başımı yana eğdim, ona bakarak ağzıma bir tane üzüm attım. “Şikayetçi değildin.” Bir üzüm daha alıp ellerimi birbirine vurarak masanın önünden çekildim. “Seni bütün gün tuttum, hiçbir şey yapamadın. Eğer işlerin varsa Ezra’nın yanına…”

“Yok.” Tek kelimeyle beni susturmayı başardı. Gözleri aşağıdan yukarı üzerimde gezindi, uzak durmak istemiyormuş gibi ilerledi. Önüme geçtiğinde ellerimi masadan çekip yakalarına koydum. “Sana teşekkür etmeliyim.” Yaklaştığında nefesim kesildi. “Cassandra’nın özeli bir sırdır ve asla ortaya çıkmasını istemez. Bunu her zaman biliyordum. Geçirdiğimiz gün senin için ne kadar özelse benim için de bir o kadar özel ve değerliydi.”

Dudağımın kenarına küçücük bir öpücük bıraktığında gözlerimi kapadım.

En başından beri özeldi. Daha önce hiç kimseyi hayatıma bu kadar dahil etmemiştim, kendime bile itiraf edemediklerimi onunla paylaşmak istemiştim. Ne Ezra ne de Jhann özelime bu kadar dahil olup bana bu kadar güvende hissettirebilirdi. Paylaştıklarım onun ve benim aramda kalacaktı, bundan asla şüphe duymamıştım. Evime gitmek istemiştim, özlemiştim ve küçücük bir turu onunla birlikte atmak omuzlarımdaki yükü azaltmıştı. Hiçbir şey demesine, hiçbir yorumda bulunmasına gerek yoktu, orada olması yetmişti.

“Ben teşekkür ederim.” dedim ve söylememem gereken, ağzımdan çıkamayacak kadar hayal olan başka bir şey söyledim. “Eğer ordudan sağ çıkarsak, görmeni istediğim birçok gizli dünya daha var Arthur.”

Dudaklarımın tam önünde duraksadı. Duymaktan hoşlanmadığı için değildi, sadece şaşırmıştı. “Gelecekten bahsediyorsun Cass.” Farkındaydım ve ciddi olabilmeyi çok isterdim.

Belki kısa bir süreliğine…

“Kahinlerin görüşü açıldığında, kara büyü çekildiğinde belki birkaç gizli kapıyı sadece kısa süreliğine açabilirim Arthur.” Üstü kapalı bir şekilde ordu katledildikten sonra, birkaç hafta bile olsa, ona görülmesi gereken mest edici güzellikleri göstermek istediğimi söyledim çünkü ancak benimle birlikte keşfedebilirdi. “Ama sen de beni birkaç yere götüreceksin. Büyü olmadan, sıradan bir şekilde. Sadece birkaç günlüğüne.”

Saçlarımın arasına parmaklarını soktu, öpmeden önce fısıldadı. “Ne istersen Cass.” Belime kolunu sardı, dudaklarımı buldu. Onun bana dokunmasına ihtiyacım varmış gibi dudaklarımı araladım.

Elimi omzuna doğru kaydırdım ve eski ceketi üzerinden ittirip yere attım. Sıkı sıkı tuttuğu saçlarımı geriye çektiğinde boynumu açığa çıkardı. Sakin günün ardından verdiği sakin öpücük sadece birkaç saniyede değişti.

Çenemi neredeyse ısırarak aşağıya doğru kaydı, tenimi ıslattı. Fevri ve agresif tavrına alışmıştım, her dokunuşu daha fazla istememe yol açıyordu.

Parmak uçlarımda kalkıp kollarımı sıkı sıkı ona doladığımda beni kucağına alıp yatağına bıraktı fakat üzerime gelmedi. Dirseklerimin üstünde doğrulduğumda bedenime baştan aşağı baktığını gördüm. “Durmak için hiçbir sebep yok.” Sanki bunu dememi beklemişti.

Üzerime geldiğinde dudaklarımı ondan ayıramadım. Gömleğinin uçlarından tutup çektim ve sadece üzerini çıkarmak için beni öpmeyi bıraktı. Ellerimi geniş sırtında gezdirdim, dudaklarımı boynunda ve köprücük kemiklerinin üstünde dolaştırdım.

Dudağımı ısırarak çekip bıraktı ve üzerimden kalktı. Bakışlarıyla ne kadar istekli olduğunu belli ettikten sonra yukarı çıkmış eteğimin açıkta bıraktığı bacaklarıma dokundu. Dizimin tam üzerinden belli belirsiz okşayışla aşağıya inmeye başladığında bütün vücudum titredi. İlk çizmemi çıkardı, hemen ardından diğer bacağıma dokundu fakat çizmeyi çıkarmadan önce dizimin tam üzerine öpücük bıraktı.

İncecik kumaştan elbisemi tutan, belimi sıkı sıkı saran kemere parmaklarını geçirdiğinde ona doğru kaydım. Kemeri hızlıca çözdü, elbiseyi bollaştırdı. Tek yapması gereken çekip çıkarmaktı fakat oyalanmaktan zevk alıyormuş gibi tekrar üzerime geldi. Ona doladığım bacağımda aşağıdan yukarı elini gezdirdi, etimi sıktı, beni dakikalar boyu öptü.

Avucunu sırtıma koyup beni neredeyse yukarı kaldırdığında elbiseyi çekip çıkardı, karşısında çırılçıplak kalana kadar durmadı. Göğüslerim göğsüne yapıştı, parmakları bacaklarımın arasında dolaşırken dudaklarına doğru inledim.

Kemerini onu öperken çözüp kenara attım.

Beklemek istemiyordum, onun hayalini günlerdir kuruyordum.

Dizlerinin üzerinde doğruldu fakat bu kez kıpırdamadım, yatağında çıplak bir şekilde yattım. Gözlerime bakarak pantolonun düğmesini açtı, kıyafetlerinden kurtulduğunda kollarımı uzatıp onu kendime çektim.

Bacaklarımın arasına yerleşti. Beni sarıp sarmaladı, daha fazla bekleyemedi. Onu içimde hissettiğimde dudaklarımdan uzun uzun nefes verdim. “Cass,” Öpüşünün arasında fısıldadı. Hafif ıslanmış saçlarımın üzerinde elini tutuyordu, beni kollarının arasına hapsetmişti. “çok güzelsin Cassandra. İlk gördüğüm andan itibaren, hiçbir şey değişmedi.”

Saçlarına ellerimi çıkardım, sert hareketlerine karşı sessiz kalamadım.

“Her şeyinle çok güzelsin.”

Farklı sesi, istekli tonu ve kolay kolay duyamadığım kelimelerinden sonra dudaklarına şehvetle tutundum. Fiziki hiçbir özellik onun için kalıcı değildi, Arthur kendisi gibi düşünebilen ve tıpkı onun gibi cesarete sahip olan kişilere hayran kalabilecek birisiydi. Bana söyledikleri ve yaşattıklarını ise hiç kimseden tatmamıştım.

Başımın yanına tuttuğum elimi tuttu, parmaklarını parmağıma geçirdi. Ona sımsıkı tutunurken göz ucuyla ellerimize baktım. Dokunuşu bile yaşadıklarımla, önceki birlikteliklerimle alakasız derecede güzeldi.

Bambaşkaydı, bambaşka hissettiriyordu.

Bir an bile bana dokunmayı bırakmadı, dudaklarını üzerimden çekmedi ve kulağıma öyle şeyler fısıldadı ki beni doruklara ulaştırdı.

Sona geldiğinde dudaklarımdan ayrıldı ve bacaklarımın arasından çekildi. Derin nefeslerini göğüslerimin arasında toparladıktan sonra alnını dayadığı yere bir öpücük bıraktı. Kendisini yanıma attı ve beklemeden beni de çekti. Kolumu ona doladım, gözlerimi açmak istemedim.

Saçlarımı sevmeye başladığın boynuna sokuldum. “Unutamayacağım bir gündü, şimdi hiç aklımdan çıkmayacak.”

“Hayır.” dedi ve bana döndü. “Burada olduğun hiçbir gün aklımdan çıkmayacak.”

Loading...
0%