@leeseaa
|
Günümün neredeyse hepsini Ezra ile geçirdim. Akşam olana kadar kaybettiğimiz günlerin boşluğunu doldurduk. Ona eskisi gibi odasında yardım ettim fakat bu kez bana adımla seslendi. İçeri girenler oldu, beni onunla yalnız gördükleri için şaşırdılar fakat Arthur’un da söylediği gibi, alışılacaktı. Akşama kadar Arthur’u görmedim, odasına geçtiğinin haberini aldığımda bir saat daha Ezra’yla oyalandım ama sonra yalnız kalmak istedim. Odama değil, onun odasına çıktım. Babasıyla yemek yiyecek olmalıydı. Ephraim beni de davet etmişti fakat şimdilik kibar bir dille reddetmek zorunda kalmıştım. İçeri girdiğim an adımlarım yarıda kesildi. Kapıyı bile kapatamadım. Pencere kenarında kalan, kendisinin neredeyse hiç kullanmadığı küçük masanın yanında bekliyordu, gözleri üzerimdeydi. Bir anlığına Arthur’a baktıktan sonra tekrar bakışlarımı masaya çevirdim. Koca iki koltuk masanın yanlarına konulmuştu ama oraya asla oturmazdı. Beni durduran şey masanın üzerindeki yiyecekler, şaraplardı. Kapıyı usulca kapattıktan sonra şaşkınlıkla bir adım attım. “Birini mi bekliyordun?” diye sordum gözlerimi tabaklardan çekmeden. Duvara yaslanmayı kesti ve “Seni.” dedi. Yürümediğimi görüp yanıma geldi ve elimi tutup parmaklarımın üzerine dudaklarını dokundurdu. İstemeden gülümsedim. “Bundan bahsediyordum.” dedi haftalar önceki konuşmamızı hatırlatmak amaçlı. Gayriihtiyari bir gülümseme, küçücük bir dokunuşla beliren tebessüm… Koltuğu benim için çekene kadar elimi bırakmadı. Yiyeceklerle donatılmış masaya uzun uzun baktım. Karşıma geçti, gözlerini benden çekmiyordu. “Ephraim bugün için beni de akşam yemeğine davet etmişti.” diye mırıldandım. Biliyormuş gibi başını salladı. “Katılmayacağını öğrendim, planlarda değişiklik yaptım.” Hayal edebileceğim her şeyi misliyle gerçekleştiriyordu. Rüyadan farksız günler geçiriyordum. Berbat olması gereken her şey fazla muhteşemdi. Şarap dolu bardağa uzanıp arkama yaslanırken gülümsemeyi kesemedim. “Arthur…” Adını küçük bir çocuk gibi söylemeyi kendime yakıştıramadım. Duvarlara bakarken şaraptan küçük bir yudum aldım. “Babanla elbet konuşmak zorundayım. Şimdilik bundan kaçınıyorum ama daha fazla erteleyemeyeceğim. Krallar ve kraliçeler buraya çağırılmalı. Kimisi çok uzak diyarlarda. Raeran ve Alec’in de buraya gelmesi gerekecek, Ephraim bundan hoşlanmayacak.” “Nasıl bir durumun içinde olduğumuzu herkes biliyor. Tartışma çıkmayacağından eminim Cass.” “Ben de burada olacağım, çıkmasına olanak yok.” İç geçirdim. “Ama onlarla konuşmak zorundayız. Bu gece hepsine yazalım, belki Raeran’ı özel olarak görürüm.” “Bir ay sonra hepsi toplanmış olur.” Bu kez tebessümüm sıradan değildi, kendimi zorladım. Bütün krallar ve kraliçeler, Xilmari’de… “Bu konuları daha sonra deşebiliriz.” dedim, sadece Ephraim’le konuşmam gerektiğini ve artık hareketlenmemiz gerektiğini söyleyip konuyu kapadım. Bu masa geleceği konuşmak için yapılmamıştı. Zar zor topladığım moralimin bozulmasını istemiyordum. Farklı lezzetleri önümdeki tabağa koydum, daha önce görmediğim ve tatmadığım bir sürü şey doldurulmuştu. Kırmızı ete uzandığımda Arthur konuştu. “Acıdır.” dedi. Göz göze geldik. “Acı ve ekşi.” Kendisinin bu ete düşkün olduğunu biliyordum. Uyarısına rağmen tabağıma aldım. “Eğer dozundaysa sevdiğim bir lezzettir.” Gözlerini çekmedi, yine aklında tutacağından emin oluyormuş gibiydi. Asla unutmayacaktı. Her şeyden mümkün olduğunca tatmaya çalıştım, yavaş ve tadını çıkararak yiyordum. Her lokmamı aldıktan sonra Arthur’a doğru gözlerimi kaldırıyordum. Henüz hiçbir şeye dokunmamıştı. “Bana bakıyorsun.” “Bakıyorum.” Çatalımın ucuyla önündeki tabağı işaret ettim. “Ye.” Sırtını koltuktan ayırıp çatalı eline aldı. Karşılıklı olarak küçük sohbetler eşliğinde yemek yemeye başladık. Konuşurken şarabımı elime alıp arkama yaslanıyor ve onu izliyordum. Eğer Cassandra olarak görev adı altında yaşadığım bir hayatım olmasaydı bu odadan çıkmak istemeyecektim. Bitmesin istedim, belki de her zaman bu şekilde devam etmesini dilerdim. Acı gerçeklerle yüzleşmemek için hayallere kapılmak istemiyordum çünkü sonu hüsran olacaktı fakat elimde değildi. Kendime karşı dürüstlüğüm her zaman bakiydi. Bundan vazgeçmek, onu bir gün bırakıp gitmek kesinlikle istemiyordum. Fakat ona istediği geleceği asla veremeyecektim. Kolçağa elimi koyup parmaklarımı tek tek vururken onu izledim. “Düşündüğüm bu değildi.” diye mırıldandım. “Planlarımda sen yoktun.” “Şikayetçi misin?” “Kesinlikle değilim.” Geçirebileceğim kadar güzel günler geçirecektim, hepsini hatırlayacaktım. Önümüzdeki yemekler azaldı ama bitmedi. Meyvelere uzandım, benim için öğün sayılabilecek tabağı kendime çektim. Arthur bana ve kendisine tekrar şarap doldurdu, kaçıncı bardağımı içiyordum sayamamıştım fakat o kadar yavaş içip yiyorduk ki üzerimde hiçbir etkisi olmuyordu. Konuşmaya dalıyorduk, şarap sadece tatlandırıcıydı. Yemek boyunca ona anlatmamam gereken, insanların göremeyeceği fakat kutsal büyücülerin keşfedebileceği her detayı veriyordum ve doğruları söylemekten asla çekinmiyordum. Kıkırdayarak arkama yaslandım. Sorduğu soru beni eğlendirdi. “Bana denizlerin altında efsanelerde bahsedilen yaratık gerçekten yaşıyor mu diye soruyorsun Arthur.” Gittiğim yerleri, gördüklerimi anlatırken en çok dikkatini bu çekmişti. O gezmişti, prens kimliğini takınmamıştı ve gittiği her yeri hatırlıyordu fakat ben elimde koca bir şişeyle oradan oraya dolaşmıştım, onun aksine neredeyse her yeri görmüştüm ama hatırlamıyordum. Çekinmeden soru sorabiliyor olması, alacağı cevaptan endişe duymaması hoşuma gitti. Rahat bir tavırla ellerini kaldırdı. “Bu bir efsane değil, bilinmeyen gerçek.” Gözlerini şüpheyle kıstı. Cevaplamamı bekledi. Bardağıma tırnağımın ucuyla vurdum. “Vaassar bir efsaneydi.” Gülümsemem derinleşti, merakı suratına yansımıştı. “Üzgünüm ama seni aydınlatamayacağım lordum. Onu görmedim.” Asla yalan söylemeyeceğimi biliyordu. Bilmemesi gereken bir şey olsaydı bunu cevaplayamam derdim ama ağzımdan bu kelimeler de çıkmıyordu, her şeyi anlatıyordum. “Okyanuslara hiç gitmedim ya da orada koca bir canavar aramadım. Pişman mıyım? Belki biraz… Okyanuslar sürprizlerle dolu ama ben bile keşfedemem.” Hayal ederken devam ettim. “Ama aklıma soktun, bakacağım ve öğreneceğim.” Masaya yaklaştım. “Gerçekleri öğrendiğimde de bunu ilk olarak seninle paylaşacağım Arthur.” “Yakın zamanda öğrenemezsin. Vaktini bir canavar arayarak harcayamazsın Cass.” Gülüyordu. “Elbet bir gün öğrenirim. Söz veriyorum, ilk olarak sen bileceksin.” Uzun zamandır bu şekilde iletişim kurmamıştım. Düşünmeden, kendimi zorlamadan sohbet ettiğimi hatırlamıyordum. En gerçekçi konuşmam Jhann ile olmuştu ama ona Cassandra olduğumu belli etmemek için çaba sarf etmem gerekmişti, istediklerimi anlatamamıştım. Ezra’yla her şeyin bir sınırı vardı. Arthur gibi beni dinlerdi, gülüp eğlenebilirdi fakat asla Arthur’la olduğu gibi olmazdı. Hava karardı, saat geç oldu. Açık camlardan giren ses git gide azaldı, odayı sadece mumlar aydınlattı. Son bardağımı doldururken gözüme boş tabak takıldı. İşaret ettim. “Bu… muhteşemdi. Mary’ye bizzat kendim söyleyeceğim. Muhtemelen aşağıda beni gördüğü için tekrar şaşıracak, belki de kekeleyecek.” Kıkırdadım. “Ama onu böyle görmek oldukça hoş.” Elbisemi düzeltip koltuktan kalkarken, prens gözleriyle beni takip etti. Baştan aşağı süzdü, yırtmacımda duraksadı. Dün geceki bakışlarını andıran istek dolu gözleri bacaklarımı titretti. Bardağında kalan içkiyi hızlı bir yudumla bitirdikten sonra yerinden kalktı. Onu bu kez beklemedim. Ellerimi geniş omuzlarına koyup parmak uçlarında yükselerek boyuna yetişmeye çalıştım, dudaklarına dokundum. “Beni her geçen gün şaşırtıyorsun.” diye fısıldadım. Kolunu bana doladı, üzerime doğru yürüdü. Sırtım duvara dayandığında bacağımı kavrayıp kendisine doladı. Dudaklarımı bırakmadığında ve dokunuşu ateşlendiğinde bunun sıradan bir öpüşmeden fazlası olacağını anladım. Göz ucuyla koca masasına baktım. “Hani krallarla konuşacaktık?” diye sorduğum sırada boynumu öpüyordu. “Birkaç saatliğine erteleyebiliriz.” Beni tamamen kaldırdı ve duvarla arasına sıkıştırdı. Konuşamadım, tenimin her santimine dokunsun diye boynumu kaldırdım. “Arthur…” Nefesim kesiliyordu. “Zaten oldukça geciktik.” Bir saat daha geciksek hiçbir şey değişmezdi, zaten saat çok geç olmuştu. “Benedict ve Mesmea ile çoktan konuştum Cass.” Duraksadım. Onu öpmeyi bıraktım. Neden durduğumu görmek için geri çekilip gözlerimi buldu. Sadece bir saniyeliğine düşündükten sonra anladı. “Shara ilk gelen olacaktır.” dedim hafif bir sinirle. Gülümsemesini saklayamadı. “Cass,” Boğazını temizledi. Sözlerim ve saklayamadığım duygular onu eğlendiriyor gibiydi. “Cassandra’nın bu kadar kıskanç olduğunu bilmiyordum.” Başımı geriye attım ama hala onun kucağındaydım. “Kıskanmak için bir sebebim yok.” Külliyen yalandı, Cecilia’nın adını duyduğum an aklıma merdivenlerin önündeki küçük dokunuş geliyordu. Kulağıma yaklaştı. “Geçen gün ne demiştin? Gözüm senden başkasını görmüyor.” Fısıldar gibi söyledi. “Sadece sen Cass.” Kıskandığımı düşünüyordu ama benim kıskançlığım Cecilia üzerine değildi. O ve onun gibi olan herkeseydi. O, Arthur’la bir gelecek istiyordu ve bunun için yaratılmış gibiydi. Prenses, prense istediği her şeyi verebilecekti. Tam anlamıyla birbirlerine uygundular. Düşünmek istemedim. Tekrar onu öpmeye devam ederken kemerine uzandım ve hızlıca çıkardım. Sadece birkaç saniye sonra ikimiz de kıyafetlerimizden kurtulduk ama yatağa ilerlemedik. Bacaklarımdan tutup beni iyice sıkıştırdı. Onu içimde hissettiğimde gözlerimi kapadım. Öpemedim, dudaklarım aralık kaldı ve ağzım ağzında konuştum. “Beni delirteceksin Arthur.” ** İçeri giren güneş ışığı beni uyandırdı. Kollarım iki yana açıktı, üzerimde dolaptan bulduğum eskimiş bir bluz vardı. Bir kolum Arthur’un üzerindeydi, bacağım bacaklarına dolanmıştı, saçlarım göğsündeydi. Neredeyse üstünde uyumuştum ama farkında bile değildi. Saçlarımın arasından pencereye baktım, öğlen oluyordu. Bitmek bilmeyen gece, ardından yazılan mektuplar ve tekrar onunla birlikte olmam… Normalde bu saate kadar uyumazdı ama benim kadar yorgundu. Kapalı gözlerine, sapsarı dağınık saçlarına baktım. Kendimi onu izlerken buldum. Yavaşça çekildim ve omzuna dokundum. “Arthur,” Sakince adını söyledim ama derin bir uykudaydı. “Arthur.” Dürttüm, omzunu sıkı sıkı tuttum. Sadece kıpırdadı. Bir dakika boyunca sakince adını söyledim fakat kalkmayacağını anladığımda onu sarsmadan edemedim. Gözlerini açmadan yan döndü, beni kolunun altına aldı ve aşağı çekti. Ani hareketine gülümsemeden edemedim. “Öğlen oldu.” diye söylendim. Kolunu belime dolayıp başını boynuma götürüp derin bir nefes çekti. “Önemli değil.” “Uykunun bu kadar ağır olduğunu bilmiyordum. Benden önce uyanırsın sen.” Başını salladığını hissettim. “Eğer kendi kendime uyanmazsam çevremde olup biteni duymuyorum Cass.” İlk defa denk geliyordum. Az uyurdu ama dinç kalkardı. Kolunun üzerine ellerimi yerleştirip tutuşundan kurtulmaya çalıştım. “Çok geç oldu, hala dışarı çıkmadık. Ezra’yı görecektim.” Yanından kalktım, üzerinden geçip diğer tarafa atladım. İstemeyerek başını kaldırdı. Kıyafetlerimi giymemi izledikten sonra artık kalkması gerektiğinin o da farkına vardı. Giyinmeden önce yanıma gelip dudaklarımı öptü, ardından arka odaya geçti. Bir adım bile atmadan onu bekledim, içerideki tıkırtıları dinledim. Gitmediğimi gördüğüne şaşırmadı, kollarını yine kötü bir şekilde kıvırıyordu. “Nereye gideceksin?” diye sordum. “Carter’ı görmem gerekiyor.” Bahçeye çıkacaktı. “Benimle mi geleceksin?” “Ezra’yı görmem gerekiyor ve bu saatte dışarıdadır.” Aslında Ezra’yı görmek zorunda değildim, sadece ona biraz boşluk yaratmaya çalışıyordum. “Seninle geleyim.” Kapıyı benim için açtığında hemen önüne geçtim. Sarayın içinde tek başıma yürürken yeterince dikkat çekiyor ve bakışları üstüme alıyordum ve şimdi prensle yan yana konuşarak yürümek çok daha fazla dikkat çekecekti. Yanından geçtiğimiz herkes bir an duruyor, selam veriyor ve devam ediyordu ama arkalarına dönüp bakmaktan kendilerini alamıyorlardı. Arthur çevremdekileri gördüğümü fark edince bana doğru yaklaştı. “Alışacaklar Cass.” Omuz silktim. “Başımda başlığım varken de böyle oluyordu Arthur. Ben çoktan alıştım.” “Şimdi gizlenmiyorsun ve belli etmesen bile rahatsız olduğunu biliyorum. Biraz zamana ihtiyaç var.” “Dediğim gibi, önemli değil.” Heykele gelene kadar bir adım yanından yürüdüm, bugün yapacaklarından konuştuk. Tepede durup bahçede gezinen insanlara ve sharlara baktım. Arthur yürümem için elime dokunduğunda hemen parmaklarımı ondan çektim, insanların ağzına laf vermek istemedim. Gördüklerinden, benim onunla olan samimi konuşmalarımdan zaten yeterince bahsediyorlardı. Yemyeşil çimenlerin arasından ilerliyorduk. Bizim haricimizdeki herkes koşuşturuyordu, eşya taşıyorlar veya saraya girip çıkıyorlardı. Çevrede uğultu hakimdi fakat Arthur yanımdayken uğultuları bile duymuyordum. Bahçenin ortasına doğru ilerleyip kalabalığa karıştık. Gözlerim ondaydı, gülümsemesini izliyordum fakat içgüdülerim çığlık çığlığa bağırmaya başladığında Arthur’un dediklerini dinlemeyi bıraktım. Görmedim ama hissettim. Elimi orman tarafına kaldırırken başımı da o yöne çevirdim. İnsanların çığlığı elimi kaldırmamla aynı anda duyuldu. Ok, tam parmaklarımın önünde asılı kaldı. Arthur’un masmavi gözleri okun fırlatıldığı alana kaydı, aynı anda kimin prensi öldürmeye teşebbüs ettiğini gördük. Elinde yayı tutan adam ve hemen bir adım arkasında duran kir içinde kalmış başka bir insan. Kalabalığın arasında görünmemişlerdi, yayı kaldırdığı an oku geçirmiş, kendisine hedef alacak zaman bile vermemişti. Onu gören birkaç insan aynı anda ileri atılmış, adamın üzerine atlamıştı lakin oku fırlatmayı başarmıştı. Prenslerinin hedefte olduğunu gören birkaç kişi onu direkt olarak etkisiz hale getirdi. Havada tuttuğum oktan öfkeyle gözlerimi çektim, diğer adama baktım. Arkasını dönmüş ve koşmaya başlamıştı. İki parmağımı kaldırıp aşağıya doğru hareket ettirdiğimde koşan adam hızla yere düştü. Parmaklarımı gelmesini işaret ediyormuş gibi kendime çektiğimde adam yerde sürüklendi. Tutunmaya çalıştı, çimenleri yoldu ama hiçbir işe yaramadı. Kalabalık oluştu, herkes sustu. “Bu nasıl bir cesaret?” dedim öfke kusuyor gibi. Arthur’un yanından bir adım çekildim, ileri atıldım. Büyüyü bozduğumda ok yere düştü, çırpınan adam geri kaçmaya çabaladı. “Cassandra,” Arthur’un sesi hemen arkamdan geldi. Xilmari’nin sınırları içerisinde, hemen sarayın önünde… Prensin dışarı çıkmasını usulca beklemiş ve başarısız bir girişimde bulunmuşlardı. “Bırak onu.” dedim diğer adamı etkisiz hale getiren adama. Hemen ellerini kaldırıp onu bıraktı, geri geri yürüdü. Diğerini de yanıma çektim. Benim burada olduğumu göre göre hareket etmişlerdi, nefretleri onları cesaretlendirmiş ve aptallaştırmıştı çünkü sıradan bir ok Arthur’u öldürmeyecekti. Gülümseyerek başladığım sıradan bir gündü. Bir anda mahvetmişlerdi. İki adam da yan yana kaldı, etrafımızdaki insanlar benim nefret dolu bakışlarımı görüp geri kaçtı. Öldürmek, üzerinde durdukları toprağa onları gömmek istedim. Yere düşmüş iki adama doğru eğilip haykırmak için dudaklarımı araladığım an yer sarsılmaya başladı. Ağzımı kapatıp hemen dik durdum. Onlara bakmayı kestim, çevremde bir tur döndüm. Arthur’un masmavi gözleriyle buluştum, hemen ardından bu tarafa koşan Carter’ı gördüm fakat deprem etkisi yaratan sarsıntı o kadar şiddetlendi ki, Carter daha fazla yürüyemedi. İnsanların çığlığı kulağıma dolduğunda hepsine sesimi duyurmak için bağırdım. “Susun!” Yetmedi, sarsıntının merkezinden kaçınmak istediler. “Vaassar ayağınızın altında duruyor, yukarı çıkacak. Susun dedim!” İnsanlara dinlettirmenin en iyi yolunun korku olduğunu yıllar önce öğrenmiştim. Vaassar’ın yukarı çıkmasını, onun yakıcı gözlerini ve ölüm kokan nefesini kimse hissetmek istemiyordu. Sözlerimden sonra sessizlik hızla sağlandı, insanlar cümlelerini yarıda kesip ağızlarını kapadı. “Hareket etme.” dedim tam önümde kalmış yabancıya bakarak. Kimsenin kıpırdamasına müsaade etmedim. Yerde duran adamlardan birisi hareket ettiği an yumruğumu sıktım ve çevresini büyüyle sardım. Ağzı bile kilitlendi, hiçbir şey diyemedi. “Vaassar’ın seni canlı canlı yemesini istemiyorsan susacaksın. Yoksa ölümlerin en beterini o verecek.” Omzumun üstünden Arthur’a baktığım zaman sarsıntı kesildi. Bu sessizliğin içinde ne dersem diyeyim herkes duyacaktı. “Bana saldırdıklarını düşündü.” dedim, hala elim yumruk şeklindeydi ve onları tutuyordum. “Teşebbüs bile etseler dışarı çıkar. Xilmari’yi de koruyor, kimsenin saldırmasına izin vermez.” Herkes duysun, kulaktan kulağa yayılsın istedim. “Ve bir daha olursa Vaassar’ı tutmayacağım.” Gözlerimi kapadım, Vaassar’a ulaşmaya çabaladım. Hiçbir şey yoktu, hiç kimse zarar görmemişti ve derinlere tekrar inmeliydi. “Aptal.” dedim tıslar gibi. Korkuyla bana bakan adama doğru eğildim. “Ne bekliyordun? Ne umuyordun!” Konuşmadı. Elimi yumruk yapmayı bırakırken karşımdakileri de serbest bıraktım. Geriye doğru üç adım atıp Arthur’un yanına tekrar geçtim. İki adamdan da gözlerimi çekmeden, “Seni öldürmeye çalıştı.” dedim. Kendisi tepki bile verememişti çünkü Vaassar her yeri sallamıştı, öfkesini hissettirmişti. Burada olduğunu hatırlatmıştı. Ona veya Ephraim’e dokunulamazdı ve benim çevremdeki en değerli kişilere kimse elini süremezdi. Prensi neden öldürmeye çalıştıkları umurumda bile değildi. Büyüyle onları tutmayı bıraktığımda saldıran adam tek dizinin üzerinde durup çevresine korkuyla bakındı çünkü kaçabileceği hiçbir yer kalmamıştı. Başına neler geleceğini hayal ediyordu. Ayağa kalkmasını öfkeyle izledim. Bakışlarım karardı, göz kırpmadan ona baktım. Sadece bir anlığına rahatça hareket etmesine izin verdim. Alev gibi parlayan yeşil gözlerime baktığında dişlerimi sıktım, sözlere ihtiyaç duymadan büyü yaptım. İki elini de saçlarına götürüp çığlıklar içinde bir kere daha yere düştü. Yanında duran diğer adam arkadaşına baktı, çektiği acıyı o da hissetti. Bunu benim yaptığımı anlasa da hiçbir şey yapamadı. “Kimse buna kalkışamaz. Hiç kimse.” Eteğimin yanında tuttuğum elimi hafif yukarı kaldırdığımda yere düşmüş olan ok havalandı ve ileriye fırladı. Acı içinde bağıran adamın başının tam ortasına saplandıktan sonra çığlıklar kesildi. Yayı tutmayan, kaçmaya kalkışan adam, yanında can veren kişiye korkuyla baktı. Nefes almayı bile bıraktı. Arkamı onlara döndüm, Arthur’la göz göze geldikten sonra şövalyelerin arasına doğru ilerledim. “Diğeriyle ne yapıyorsanız yapın.” Konuşturmaları için diğerine dokunmadım. Saraya dönecektim, dışarıda daha fazla durmak istemedim fakat ağaçların arasında sezdiğim hareketlilikle omzumun üstünden bakmak zorunda kaldım. Bahçede duran herkes onu gördü. Xin, ağaçların arasından çıktı. Sapsarı gözleriyle buluştuğumda başımı iki yana salladım. “Geri dön. Burada bir şey yok.” Uzakta duran siax kendisini gösterdi, hemen çekilmedi. Uzun süre bana baktıktan sonra altında bulunduğu toprağı yarıp içine girdi. Herkese yalnız olmadıklarını, aslında hemen ayaklarının altında yaşadıklarını hatırlattı. Sarayın merdivenlerine tekrar yöneldiğimde kalabalık önümden çekildi. Basamaklara ulaşmadan önce başımı kaldırıp yukarı baktım. Balkonda duran üç kişi, aralarında ise kral. Ephraim’in mavi gözleri üzerimdeydi. Benimle göz göze geldi ve ardından oğlunu kontrol etti. Arthur’un talimat verdiğini duyuyordum ve ardından yanıma gelecek olmalıydı. Eteğimi tutarak yukarı çıkmaya başladım. Bu kez üzerimde kilitli kalan bakışların sebebi sarayda geziyor olmam, insanlarla oyun oynamam değildi. Yanlarında kimin olduğunu, kiminle aynı çatı altında kaldıklarını idrak etmişlerdi. İçeri girmeden önce adım bağırıldı. “Cassandra!” Arthur’un sesi hemen aşağıdan geldi. Heykele arkamı döndüm ve onunla göz göze kaldım. “Teşekkür ederim.” Çattığım kaşlarım gevşedi, duymayı beklemediğim kelimelerdi. Bağırmadı, iki basamağı çıkarak teşekkür etti. Sadece çevresindekiler duymuş olsa da bir dakika içinde herkes prensin ne söylediğini birbirine soracak ve öğrenecekti. Bana anlamsız gelen sözleri aslında herkes için yol göstericiydi. Arthur gerekirse kendisinin önüne atlayacağımı biliyordu, bunun için teşekkür ederse ona kızacağımın farkındaydı. Ama teşekkür etme sebebi çok başkaydı, beni yüceltmekti. İnsanların az önceki adamın üzerine nasıl atladığını görmüştüm, prenslerinin canına kastedenleri elleriyle boğacaklardı. Ok, Arthur’a zarar vermezdi fakat yaralardı. Belki de ölümcül iltihaplara bile yol açabilirdi, en azından halk böyle biliyordu. Beni farklı görsünler, Cassandra’nın adı Xilmari’de farklı anılsın diye teşekkür ediyordu. “Bu teşebbüs sana yapıldığı kadar bana da yapılmıştır.” Arthur toplum içinde konuşabilme cesaretini benden asla beklememişti. “Bunun affı yok. Sana veya Ephraim’e dokunmaya kalkanları asla affetmeyeceğim. Bunu herkes bilsin.” |
0% |