@leeseaa
|
Geçmek bilmeyen gecenin ardından Ezra’yla buluştum. Beni Mary’nin yanına götürüp iş ayarlayacaktı. Dün gece Saya’yla konuştuktan sonra onun benden çok daha iyi durumda olduğunu öğrendim. Kraliçenin danışmanının yanındaydı, yardım etmesi için o seçilmişti. Bitkilerle ilgileniyor, çiçeklerle oyalanıyordu. Genellikle tek başına olacağını, yabancılık çekmeyeceğini ve cücelerin düşündüğünden de gürültücü olduğunu söylemişti. Onun adına seviniyordum ama kendim için aynı şeyi söyleyemeyecektim. Kendimi mutfağın içinde buldum. Önümden onlarca insan koşturarak geçiyordu, tepsiler taşıyorlardı. Durumu fark edince Ezra’ya ölümcül bakış attım. “Sakin ol… Sadece Mary’yi arıyoruz.” Derin bir nefes çektim. Ezra tezgahların yanında koşturarak geçen bir kadının dikkatini elini sallayarak çekmeye çalıştı. Hafif tombul, oldukça minyon, yuvarlak ve kırmızı yanakları olan kadın onu gördü. İlk görüşte sempatik bir görüntüsü olduğunu düşündürtse de yanımıza gelmeden önce çalışanlardan birini ondan beklemediğim bir ses tonuyla azarladığında düşüncelerim uçup gitti. “Ezra!” diye bağırdı ve sesine ters bir şekilde selam verdi. Mary’nin gözleri hemen beni buldu. “Ve sen akrabası olmalısın.” “Ava.” dedim ama adımı umursamamış gibi görünüyordu. “Acelem var.” dedi Ezra’ya bakarak. “Yetişmesi gereken bir kahvaltı… Sen,” Beni işaret etti. “şanslısın ki Ezra’ya büyük bir borcum var. Benimle gel.” Ezra bana yapacak bir şey yok der gibi başını salladı ardından yavaş yavaş geri adımlar atıp beni burada bıraktı. Bakışlarımla kaçmaması gerektiğini anlatmaya çalışsam bile oralı olmadı. Bana el işaret yapıp takip etmem gerektiğini belli eden Mary’nin peşine takıldım. Önlüğünün geniş cebinden kocaman, upuzun bir kağıt çıkardı. “Detayları anlatacaklar.” Tekrar işaret verdi ve bu kez tezgahın arkasındaki genç çocuk koşarak yanımıza geldi. “Özel hizmettesin Ava. En iyi maaş, en kıdemli işlerden birisi.” “Anlayamadım?” dedim elime tutuşturulan kağıttan gözlerimi çekip. Neredeyse kekeleyecektim. “Ben… hizmet mi dedin?” Mary neden bu şekilde tepki aldığını anlayamasa da üzerinde durmadı. “İşlerim var. Başına büyük bir dert almadıkça beni rahatsız etme. Senden ben sorumluyum.” Sadece birkaç adım öteye gidip diğerlerine bağırmaya başladı. Elimdeki kağıdı okumaya çabaladım. Listeydi ve uzayıp gidiyordu. Saat saat hatta dakika dakika yapılacaklar yazılmıştı. Hangi yemeğin gideceğinden tut, kesinlikle yapılmaması gerekenlere kadar… “Bu…” “Şövalyelerden birisine hizmet edeceğini varsayıyorum.” dedi yanımdaki genç. Bana kısaca görevlerimden bahsetti ama kağıtta yazanların aynısını söylüyordu. Gözlerim tepeye, ilk maddeye kaydı. “Kahvaltı götürmem gerekiyor. Yaklaşık beş dakika sonra kapıdan girmeliyim.” Mırıltımı Mary yanımdan geçerken duydu ve adım atmayı birden kesti. Elimdeki kağıdı tutup çekti, saati doğruladı. “Ne duruyorsun o zaman!” diye bağırınca irkildim. “Koş! Ona hemen bir tepsi verin. Acele et!” Saniyeler içerisinde elime gümüş bir tepsi tutuşturuldu, üzeri kapatıldı. Herkes o kadar hızlıydı ki takip edemiyordum, izlerken yoruluyordum. Kapıdan dışarı çıkmadan önce nereye gideceğimi kontrol ettim. En üst kata çıkmam gerekiyordu. Merdivenlerde eteğime takılınca ağzımdan kötü bir söz çıkmaması için kendimi sıkmak zorunda kaldım, lanet ettim. “Koskoca Cassandra…” diye söylene söylene en üst kata koşar adım çıktım. “Ezra’yı geberteceğim.” Ona göze batmak istemiyorum, odaya kapalı kalsam bile olur dediğim halde beni Mary’ye yönlendirmiş, üstüne üstlük bir şövalyenin yanına yollamıştı. Daha kötüsü olamazdı. Neyse ki elimde boyuma kadar uzanan bir liste vardı ve yapılacak hiçbir şey neredeyse yoktu. Saya beni bu şekilde görseydi kahkahalara boğulurdu. Son kata tepsideki hiçbir şeyi dökmemeye özen göstererek resmen koştum. Hangi odaya gireceğimi aradım ve hafızamı zorlayıp dün gezdiğim kapıların görsellerinden yola çıkarak odayı buldum. Bu koridorda benden başka kimse yoktu. Tepsiyi tek elime alıp kapıyı bir kere tıklattım. Dinledim, bekledim ama hiç ses gelmedi. Belki de çoktan gitmiştir diye düşündüm fakat hala dördüncü dakikanın sonlarındaydım. Tuttuğum nefesi yavaşça vererek kapıyı açtım ve içeri daldım. Boydan boya pencere vardı, güneş ışığı bütün şiddetiyle içeri giriyordu. Odanın ortasında koca bir yatak, kenarda gardıroplar, devasa bir masa… Bir başka kısma açılan bölüm bile görüyordum. Elimde tepsiyle başımı yavaş yavaş soluma çevirdim ve on iki kişilik masayı, masanın tam ortasındaki taht benzeri ama oldukça rahat bir sandalye görüyordum. Burada at bile koşturtulabilirdi. Yatak ortada kaybolmuştu, en dikkat çekici özellik perdelerdi. Ayrıca başka bir odaya çıktığını görüyordum ve belki de ileriye doğru devam ediyordu? Bakınmayı bırakıp koca masanın yanına doğru ilerledim ve elimdeki tepsiyi bıraktım. Kalçamı yasladım ve elimdeki listeye göz gezdirmek istedim ama kafamı kaldırdığımda dikkatimi başka bir şey çekti. Yatağın hemen yanın yaslanmış, altın gibi parlayan ve işlemeli bir kabzaya sahip kılıç. İşlemeleri oldukça tanıdıktı. Kılıca doğru bir adım attığım an odanın diğer köşesinden ses geldi. Yalnız olduğumu düşündüğüm için yerimde sıçradım ve masanın yanına geri döndüm. İnce koridordan geliyordu. Kapıyı açtı, keten gömleğinin kollarını düzeltirken dışarı çıktı. Gözlerim şokla açılırken başımı yere eğdim. “Lanet olsun sana Ezra.” O bunu duymadı ama beni gördü. Prens Arthur Warren tam karşımdaydı. Yanlış odaya girdiğimi umdum. “Geç kaldın.” Ama umudum aniden söndü. Aynaya döndüğünde arkasında kaldım. Boğazımı temizleyip tekrar dik duruma geçtim. “Aslında geç kalmadım, siz yoktunuz.” Aynadaki gözleri yansımamı buldu. Aynı şekilde ona göz kırpmadan baktığımı fark edince yakasıyla uğraşmayı kesip beni karşısına aldı. Bana dik dik bakınca “Affedersiniz…” diye mırıldandım ama bakmayı kesmedi. “lordum.” Dilimi içeriden ısırdım çünkü gülümseyecektim. Ufacık bir sırıtışı yanlış anlardı. Durum vahimdi çünkü Cassandra olduğumdan bihaberdi. “Yenisin.” Bana doğru yürüdüğünde göz temasından kaçınmak için bakışlarımı kaçırdım. Ona bakarsam soru soracak gibi geliyordu ve içimdeki ses gözlerinin içine bakma diye çığlık atıyordu. Hemen yanımda durdu, masanın üzerine bıraktığım tepsinin içine baktı. Kapağı kaldırınca içindekileri ben de görmüş oldum. Bu kahvaltı falan değildi. Özellikle onun gibi birine gidecek bir tabak değildi. “Ezra’nın yeni gelen akrabası…” Ağzına bir şeyler attı. Oturmuyordu, öylesine bir şeyler yiyordu. Bana dönünce onunla oldukça yakın kaldım. “Seni neden bana yolladılar?” Sorusuna hayretle karşılık verdim. “Lordum, eğer isterseniz değişiklik için hemen başvurabilirim ya da…” İşime gelirdi ama ben konuşmaya başladığımda gülümsemişti. “Hayır. Sadece bilip bilmediğini merak ettim.” Masum tutmaya çalıştığım yüzümün şekli değişti. “Senden önceki yardımcım ayrılmak zorunda kaldı ve yeni birisi gerekiyordu. Ezra, benim için çok önemlidir ve yeğenini ne kadar sevdiğini tahmin edebiliyorum.” Duraksadı. “Seni ben istedim.” Yutkundum. Beni dün görmüştü, adımı bile hatırlamadığından emindim ve daha önce bir prensin yanında bulunmadığımı da biliyor olmalıydı. Sadece Ezra’yı seviyor diye beni çağırmış olamazdı. “Bu… büyük bir onur efendim.” Tamamen istemsizce çıkan sözcükler işe yarıyor gibiydi. Konuştuktan sonra başımı eğince Arthur gülümsedi. Ya ben abartıyordum ya da o eğleniyordu. Kralın oğlunun yanına deneyimli ve tecrübeli birisi gerekirdi ama işi batıracağımı bile bile beni istemişti. Buradan çıktıktan sonra Mary’yi ya da Ezra’yı bulup bu yanlışı düzeltmek zorundaydım. Prensin yanında dikkat çekerdim ve o da çok meraklı birisine benziyordu. Eğer devam etmek zorunda kalırsam hangi saatlerde odada olmadığını bir şekilde öğrenecek veya gözlemleyecektim. O yokken çalışmak, odasını toplamak çok daha kolay olurdu. Arkamı dönüp dağınık odaya baktığım an prensin düzenli olmadığına kesin kanaat getirdim. Odanın her yerinde eşyalar, kıyafetler ve zarflar vardı. O gidince odayı toplayabilirdim ve sonra işim biterdi. İşim sadece düzenini sağlamaktı ve bunun için tonla para alacaktım. Bir de duyduğum her şeyi kendime saklamam gerekiyordu. Prens hareket edince bakışlarım örtüsü birbirine geçmiş yataktan kaydı. Arthur devasa sandalyeye yöneldi, odadan henüz çıkmıyordu. Dünkü halinden çok daha farklıydı. Üzerinde gündelik bir gömlek, altında rahat olduğu belli olan bir pantolonla duruyordu. Sarı saçları karmakarışıktı, prensle alakası yoktu. Önüne yığınla konulmuş olan zarflardan birisine uzanırken konuştu, “Sen beni izlerken odaklanamam Ava.” İzlediğimin farkında bile değildim. Arkamda birleştirdiğim ellerimi çözdüm, yan döndüm. Adımı hatırlamasını bir kenara bırakıyordum, ayakta dikiliyor olmamı umursamıyordu, terslemiyordu bile. Birçok kraliyet üyesini görmüş ve tanışmıştım, hepsi önlerinde sıra olunup köle gibi beklenilmesini istiyordu. Aralarında mütevazı olanlara da denk gelmiştim fakat birçoğunun asil kanı buram buram rezalet kokuyordu. Onu izlememek için etrafı toplamaya başladım, ilk olarak yastıklarını düzelttim. Arthur’un beni izlediğini ise tahmin ediyordum. “Hiçbir alakan yok.” diye mırıldandığını duymamış gibi baktım ama sanırım tebessümle söylemişti. Diğer tarafa geçtiğimde Arthur’a bakışlarım uğradı. Tabağı boş vermişti, önündeki kağıtları hafif bir öfkeyle okuyordu, okurken bir parmağını çenesinde gezdiriyordu. Suratı kemikliydi, gözleri ise ilk dikkat çeken özelliğiydi. Yine incelediğimi fark edip işime döndüm ama oyalanıyordum. Eğilmiş vaziyette yastıkları kabartırken gözüm yine kılıca kaydı. O tarafa doğru geçeceğim sıradaysa kapıya şiddetle vuruldu. Arthur başını kaldırdığında ben de doğruldum. “Gel.” Kapı açıldı, dün gördüğüm şövalye hazır bir şekilde içeri girdi. Onu görür görmez eğildiğimi fark etmedim, kendimi iyice kaptırıyordum. “Carter?” Arthur, onun bu saatte gelmesini beklemiyor gibiydi. Carter beni burada gördüğüne şaşırmış gibi gözlerini üstümde oyaladı, sonra eğilmeme hiç gerek yokmuş gibi başını sallayıp prense döndü. “Arthur, çıkmalıyız.” Onları dinlemiyor gibi işime döndüm. “Cassandra buraya yakın bir kasabada görülmüş.” Kal geldi. Örtüleri katlarken ses çıkarmamak için kendimi zor tuttum. Yanaklarımı gülmemek için ısırdım, tırnaklarımı avuçlarıma geçirdim. Arthur telaşla “Nerede?” diye sordu. Carter ona detayları anlattı, geçen gün gittiğim ve Saya’nın beni bulduğu kasabanın adını verdi. Buraya yakın sayılırdı ama Xilmari’ye gelmeyeceğimi de tahmin etmeleri gerekirdi. Anlayamadığım şey, ben buraya yakın olsam ve onlar beni arasa ne olacağıydı. Bana kılıç mı çekeceklerdi? Yüzüm şekilden şekle girerken başımı göğsüme kadar eğdim çünkü kızarıyordum. Arthur yanıma hızlı adımlarla gelince nefes almaya ve normale dönmeye kendimi zorladım. Kılıcını aldı, bana hiç bakmadı. “Devriye ayarla ve krala çıktığımın haberini versinler.” Carter başını bir kere eğip dışarı çıktı. Arthur ise birkaç eşya alıyordu. Aklına yeni geliyormuş gibi durdu. Bana bakıp “Akşama kadar işlerini bitir.” dedi ve cevap vermeme izin vermeden çekip gitti. Olduğum yerde dikildim. Arthur’un gitmesinin ardından beş dakika kadar bekledim ve gelmeyeceğinden emin olunca odadaki koltuğun üzerine kendimi yığılmış gibi bıraktım. Başımı arkaya atıp gözlerim kapalı şekilde dakikalarca bekledim. Temizlik yapmıyordum ama odanın toplanmasından ve prensin istediklerinin getirilmesinden tamamen ben sorumluydum. Ve bu oda bir saat düzenlenmek zorundaydı. Özellikle kitaplık. Elimi kaldırıp havaya doğru salladığımda bütün eşyalar aynı anda yukarı kalktı. Çarşaf gerildi, yastıklar simetrik bir şekilde konumlandı, halı düzeltildi, masanın üzeri toplandı… Tek bir hareketle, sadece büyüyle. Gücümü hala uyutmamıştım. Odada olanları izlerken keyifle arkama yaslandım. Kitaplığaysa bana düzeltmem söylenmediği için dokunmadım. Akşama kadar vakit almazdı ama beni yorardı. Büyü sayesindeyse saniyeler içerisinde işlerim bitmişti. Koltuğun kolçağında parmaklarımı gezdirirken buraya uzak olan bütün krallıkları düşündüm. Arthur ve diğerlerinin beni Xilmari’ye yakın bilmesini istemiyordum. “Cassandra nereye gitsin?” diye mırıldanırken parmağımı koltuğun kolunda gezdiriyordum. Düşündükten sonra sabit bir noktada tuttum. “Elflerin yanına, Axilya’ya gitsin.” Kara bulutlar, fırtınalar gözümün önünden geçti. Büyük ve zorlayıcı büyüyü ayağa kalkmadan, oturduğum yerden yaparken bile başım döndü. Bazı şeyler hala zorluyordu, bu kadar uzaktan bir başka yere uğramış izlenimi vermek oldukça sıkıntılıydı. Axilya’da güneş hızla kayboldu, yağmur biden başladı ve şimşekler çaktı. Xilmari’ye yakın olmadığım o an anlaşılmış olmalıydı. ** Hava kararmadan önce Mary’yi bulup onunla değişiklik için konuşmuştum ama söylediğim hiçbir şeyi dinlememişti. Prensin isteği olduğu için görev değişikliğinin ancak o beni kovarsa mümkün olduğunu söylemiş ve herkesin imreneceği bir işi devraldığımdan bahsetmişti. Ardından Ezra’yı aramıştım ama bir türlü denk gelememiştim. Kralın yanında olduğunu saray muhafızlarının yolunu keserek öğrenmek canımı yakmıştı. Gerçi onunla konuşsam bile bir şey yapabileceğini sanmıyordum. Hava karardığında üzerimde incecik gecelikle yatağımın ortasında oturuyordum. Bağdaş kurmuştum, avuçlarıma bakıyordum. Aklımdaki listeyi kontrol ettim. Unuttuğum hiçbir şey yoktu, büyüyle halledilmesi gereken her şeyi halletmiştim ve geriye sadece güçlerimi uyutmak kalmıştı. Gözlerimi kapadım, içimden kelimeleri onlarca kez tekrar ettim. Damarlarımda şiddetle akan büyünün yavaşladığını neredeyse acı verici bir şekilde hissediyordum. Durdurmak, bilinçsizce kullanmamak… İstediğimde açabileceğimi bilsem bile zorlanacaktım. Büyü olmadan Cassandra olamazdı. Parmak uçlarıma kadar karıncalandığımı hissettim, yüzümü buruşturdum. Geri çekiliyordu ama tamamen beni bırakmıyordu ve tekrar serbest kaldığında iki misliyle bana dönecekti. Başımın iki yanına giren ağrı sadece bir saniyeliğine kendisini belli etti ve sonra birden, hızla durdu. Gözlerimi yavaşça açtım, oturuşumu bozdum. Başucumda yanan muma bakmaya başladım, sönsün istedim. Alevin yön değiştirmesi benden kaynaklı değildi, açık penceremden giren rüzgar sebep vermişti. Olmadı, ateş sönmedi. Saçlarımı kulaklarımın arkasına atıp muma eğildim ve üfleyerek söndürdüm. O şekilde kaldım. “Her kimsen bana bunu yaptırdığın için seni ateşlerin içerisinde yakacağım.” |
0% |