@leeseaa
|
Daha güneş doğmadan uyanmış, her gün göreceğim tepsiyi hazırlatmış ve en üst kata çoktan çıkmıştım. Bu kez on dakika erken davranmış, kapıyı çalıp beklemiştim ama olmamıştı, yine yaranamamıştım. Arthur neden bu kadar erken geldiğimi sormuştu. Öğle vakti gelmeden mutfaktan çıkıyordum. Elimde bir bardak bitki çayıyla, prensin özel isteğiyle… Sakince basamakları çıkarken bardağa bakarak gülümsedim. “Hayır Cassy, onu öldürmek istemiyorsun çünkü Ezra’ya borçlusun. Ayrıca prens o kadar da kötü değil, sana iyi davranıyor.” Kendi sözlerime gözlerimi devirdim, odanın kapısını açtım. Hala aynı yerde oturuyordu, bir şeyler okuyordu. Bugün çıkmayacak gibiydi. Elimdeki bardağı onun tarafına geçmeden eğilerek bırakmaya yeltendim fakat Arthur şaşkınlıkla bana bakınca gülümseyip masanın çevresinden dolandım, yanına geçtim ve inanılmaz kibar bir şekilde bardağı bıraktım. “Başka bir şey ister misiniz lordum?” Suratıma bile bakmadan “Çıkabilirsin.” dedi. Fikrini değiştirmesin diye acele ettim. Önünde öylesine eğildim, hemen arkamı döndüm. Nefes almaya çalıştım, başarılı olamadım. Elimi göğüslerime götürüp korseyi çekerek bir kere daha denedim ama alışık olmadığım bu sıkı kıyafetin içerisinde daralıyordum. Boş verip bir an önce kapıya yöneldim. “Bekle,” Sesi duyduğumda gözlerimi sinirle yumdum. Yavaşça kendisine döndüm. Parmaklarını dudaklarına yakın bir yere koymuştu, yüzüklerine güneş ışığı vuruyordu. Suratıma bakarak “Mührüm gerekiyor.” dedi, arka tarafa açılan kapıyı göstererek. Hemen başımı salladım, hızla yön değiştirdim. Mührü verecek ve bugün bir daha onu görmeyecektim. Neyle uğraştığını bilmiyordum ama önünde tonlarca kağıt vardı. Gelen her şeyi okuduğunu düşünmemiştim, bunu onlar adına okuyanlar olmalıydı ama Arthur her seferinde bunları kendi masasına istiyordu. Kapıdan geçip dar koridora çıktım, ileriye açılan odalara girmedim. Mührü koyduğunu bildiğim küçük çekmeceli dolaba yöneldim. Karıştırırken şıngırtılar çıktı, bir sürü gereksiz eşya vardı. Eğer gerçekten onun hizmetçisi olsaydım bu dolabı düzenlerdim fakat umurumda değildi. Mührü kapıp çekmeceyi kalçalarımla kapattım. Arkamı dönüp gidecektim ki son anda gözüme bir parıltı takıldı. Dolabın önünde kalakaldım. Hemen yanda, duvara dayanmış bir şekilde duruyordu. Arthur’un kılıcı bir metre önümdeydi. Dudaklarımı ısırarak arkama baktım. Koridora açılan kapıyı kapatmamıştım ama o hala oturuyor olmalıydı. Bu fırsatı bir daha bulamayacağıma inanıp elimdeki mührü dolabın tepesine bıraktım ve kılıca yöneldim. Işıldayan kabzası, işlemeli kını… Tanıyordum, bir yerden hatırlıyordum. Eğildim ve kabzasından tutup elime aldım. İşlemelerin ve şekillerin üzerinde parmaklarımı gezdirirken gözlerim kocaman bir hal aldı, aklımdan yaşadığım korkunç an geçti. Savrulan bir kılıç tam yüzümün yanından geçerken suratıma küçük ama acısı asla dinmeyen bir iz bırakıyordu. Bu o kılıç değildi. Ama onlardan biriydi. Lanet etmemek, bağırmamak ve heyecanımı dışıma vurmamak için dişlerimi sıktım. Bunların yok edilmesi gerekiyordu, hepsi bulunmalıydı ama kılıçları bulmak neredeyse imkansızdı. Çoğu kaybolmuştu. Arthur bu kılıcı nereden bulmuştu veya ona kim vermişti bilmiyordum ve öğrenebileceğimi de asla sanmıyordum. Ancak güçlerimi açtıktan sonra ona sorabilir ve kılıcı elinden zorla alabilirdim. Burada, hemen yakınımda olması bile tüylerimi kaldırıyordu. Belki de bunun ne olduğunu bilmiyordu. Beni ve Saya’yı öldürebilecek güçte olduğundan bihaberdi? Ayağa kalkarken kılıcı da elime aldım. Kabzasına parmaklarımı sarıp kınından usulca çıkardım. Keskin ucundan aşağı doğru bakışlarımı gezdirdim. Yeni bilenmişti, prens bunu kullanıyordu. Kılıcı tepeye bakacak şekilde kaldırınca kendi yansımamı üzerinde gördüm. “Ava?” Arkamdan konuştuğunda dudaklarımdan minik bir ses çıktı. Kılıcı havada tutmaya son verip arkama aldım, eteğin ardına sakladım ve ona döndüm. İki elim kılıcın üstündeydi, göstermemeye çalışıyordum. Arthur bir adım atıp tam önüme geçti. Suratı onu odada bıraktığımdaki halinden çok daha farklıydı, mimik oynatmıyordu. Görmüştü. Aramızda bir adım kalınca durdu, kenarda eğik bir şekilde bıraktığım ve içi boş olan kına baktı. Ne demem gerektiğine dair hiçbir fikrim yoktu. Normal bir insan olsa ne yapardı diye düşündüm ama normal bir insan en baştan bu kılıca dokunmazdı. “Lordum, ben…” Elini uzatıp arkamda sakladığımı çıkarmamı istiyormuş gibi durduğunda küçük bir kız gibi tünemek istedim. Sıkıntıyla iç geçirip arkamda sakladığım kılıcı önüme getirdim. “Kötü bir amacım yoktu, sadece merak ettim.” Kılıcına uzanmıyordu, benim elimdeydi. Ucunu ayaklarımın tam önünde aşağı batırmıştım. Konuşmuyordu. Masmavi gözleri kılıçtan yukarı çıkıp yüzümde durdu. O konuşmadıkça benim bahane üretesim geliyordu. “Affedersiniz lordum, birden gözüme ilişti. Sadece dikkatimi çeken işlemeleri vardı, kabzası çok güzel görünüyordu. Merakıma yenik düştüm.” Hemen eğildim, kını alıp kılıcı yerine koyacaktım fakat ben eğilince Arthur bana doğru bir adım attı. Hala alan bırakıyordu ama yürüyünce kılıcı kınına sokmaktan vazgeçtim ve ona doğru başımı kaldırdım. Elini elime doğru uzattı, parmaklarımın üzerinden kılıca dokunduğunda hala yere batık vaziyette duran kılıcı serbest bıraktım. Aynı benim gibi tuttu. “Eşyalarıma dokunulmasını sevmem. Özellikle…” Kılıcı bir kere kaldırıp yere vurdu. “tavsiye etmem.” Kılıcın ne kadar önemli olduğunu biliyor gibi duruyordu. “Benim hatam, bir daha olmayacak.” Sert ve kararlı bakışlarının altında kaldığım için göz temasından kaçınıyordum çünkü normal bir insan bakışına aynı şekilde karşılık vermeyecekti. Ne yapacağımı kestiremedim, sessiz kalmayı tercih ettim. Yanımdaki kını ona mahcup olmuş gibi uzattım. Beni uzun uzun süzdü, ardından kılıcı hafifçe kaldırıp bana doğru eğdi. “Yerine koy.” Elim havada kaldı, suratına şaşkınlıkla baktım. Onu çözemiyordum çünkü çok fazla konuşmuyordu. Değişik bir adamdı ya da ben hakkında pek bir şey bilmeyeyim diye susmayı tercih ediyordu. Yutkundum ve kılıcı elinden nazikçe aldım. Kınına sokmak için kaldırdığımda kaşlarını çatmış beni izliyordu. Daha kılıcı sokamadan bileğimi kavradı. “Kılıç kullanmayı nereden biliyorsun?” Artık açık tutmakta kuruyan gözlerimi ona çevirdim. Dibime girdi, bileğimi bırakmadı. “Ne?” Kabalığımı görmezden geldi. “Hiçbir çalışan bu şekilde kılıç tutmaz, hiçbir kılıç onların dikkatini çekmez. Ağırlığına şaşırır, zorlanır.” Bir adım daha… “Nereden biliyorsun?” Boğazım düğümlendi. Elimi bırakmamasını umursamadan kılıcı kınına hızla soktum ve kenara koydum. Beni bırakmak zorunda kaldı. Ellerimi ardımda birleştirip dik durdum. “Geldiğim yerde öğrendim. Babam bir demircidir ve onunla ufak çalışmalarım oluyordu. Kendisi iyi bir dövüşçüdür.” Ağzımdan çıkana engel olamadım. Beni Ezra’nın akrabası sanıyordu yani söylediğimi Ezra’nın da bilmesi gerekecekti. Arthur inanamamış gibi yüzüme bakmayı sürdürdü. “Baban kızının eline bir kılıç mı verdi?” Arthur’un ne kadar usta bir şövalye olduğunu, yorulmadığını ve hamlelerinin beklenmedik olduğunu duymuştum. Yenilmiyordu, fazla iyiydi. Eğer benim kim olduğumu bilseydi aynısını benim için de düşünebilirdi. “Kendimi savunmayı bilmem gerektiğini düşünürdü çünkü hastaydı ve öleceğini tahmin ediyordu.” Tepkisini merak ettim, bir şey diyecek mi diye bekledim ama hiçbir söz söylemedi. Mesafe açmak için bir adım geriledim, elimi göğsüme koyup elbisenin izin verdiği kadar nefes aldım. Gözlerinden kaçındım ve hızla dolabın üzerine bıraktığım mührü alıp yanından geçip gittim. Onu orada bıraktım, halbuki bana çekilmem gerektiğini bile söylememişti. Geniş ve güneş alan odasına çıkıp tam ortada durdum. Sadece birkaç saniye sonra arkamdan geldi. Azar işiteceğimi ve sinirleneceğimi düşünerek harekete geçtim. “Lordum, saygısızlık etmek istemem ama…” Parmağını kendi dudağına götürüp susmamı işaret edince ağzımı kapattım. “Konuş demedim.” Dudaklarımı bastırıyordum ama bunu o söylediği için değil, benimle bu şekilde konuşabildiği için yapıyordum. “İstediğim şeyleri getir Ava. Başka şeylerle uğraşma.” Başımı sakince sallayıp aşağı eğdim. Ayaklarını görüyordum, yanımdan geçip masasına geri dönecek sandım fakat o tam önümde durdu. Çok hareket etmeden suratına baktım ama o aşağıya odaklanmıştı. Yüzüme değil, birazdan korseden fışkıracak göğüslerime bakıyordu. “Elbiseni çıkarmanı istiyorum.” Anlamadığım için iki adım geriledim ama o tepkime sadece gülümsedi. Bu kez gerçekçi ve engelleyemediği şekilde. “Başka bir şey giymen için. Daha rahat bir şey… Nefes alamıyorsun.” Alay eder gibi konuştu. Yanlış anlamanın getirdiği küçük utangaçlıkla başka yere baktım. Nefes alamıyordum, birisi beni sıkıyor gibiydi. Bu dapdaracık elbise her an esneme ve nefes alabilme hissiyatı uyandırıyordu. “Anladım. Tamam… sağ ol.” Mırıltılarımın üzerine başka tarafa bakıp gülümsemesini arttırdı. Ağzım da bozuldu, kelimeleri de seçememeye başladım. Elimdeki mührü alıp masasına ilerledi. “Üzerini değiştirdikten sonra Ezra’yı bul ve ona işimin bittiğini söyle.” Oturdu, kağıtlara birkaç saniye bakıp hala dikildiğimi gördü. “Şimdi mi?” Kapı büyüyle yavaşça açılınca arkama baktım. Prens, herkesin aksine basit büyüler kullanıyordu. “Şu an.” dedi ama kapıya bakmayı kesemedim. “Tamam.” Kapıya doğru iki adım attıktan sonra aklıma geldi. Tekrar döndüm, önünde eğildim. Arthur ise ben ne yapsam gülüyordu ama bunu istemeden yapıyordu. Odadan çıktığımda kapı arkamdan daha ben uzanamadan kapandı. Boş koridora bakıp iç geçirdim. “Lanet olası…” Eteklerimi tutup koşabildiğim kadar hızlı koştum. İlk önce kendi odama gidip üzerimdekinden çok da farklı olmayan bir elbise giydim. Korseyi sıkmadım, vücudumu nasıl göstereceği umurumda olmadı. Belim yeterince inceydi ve Saya’ya göre bu bir lütuftu. İlk olarak Ezra’nın yatak odasına baktım ama onu çalışma odasında, kitapların arasında kaybolmuş bir şekilde buldum. Kapıyı çalmadan açtığım için tökezledi, beni karşısında bulunca da şaşırdı. “Ava?” dedi kitabı elinden bırakıp. Kaşlarını çattı, bir sorun var sandı. “Ne arıyorsun burada? Çalışıyor olmalıydın.” Yavaş ve sakin adımlarla küçük masaya ilerledim ve üzerine oturdum. “Beni prensin yanına nasıl yollarsın! Mary sana söylemiş, onun yanına gittiğimi biliyorsun! Dün gece seni aradım ama kralın yanındaymışsın Ezra.” Kollarımı birbirine dolayıp öfkeyle ona baktım. “Prens beni özellikle istemiş. Akraban olduğum için! İyi bir ücret almamı istiyor.” “Öyle mi?” diye sorduğunda başımı salladım. Tebessüm etti. “Arthur beni kırmaz ve senin benim için önemli olduğunun farkındadır.” “Bu mu yani?” “Evet, hepsi bu.” Gözlerimi devirdim. “Neyse… İşleri bitmiş ve seni çağırıyor. Ne istiyor bilmiyorum.” Anlamış gibi başını salladı. Kitapları bıraktı ve raflara yöneldi. Şişelerde göz gezdirirken parmağıyla takip etmesini izledim. Eline birkaç minik şişe aldı, sepete doldurdu. İşini bitirdiğinde kucağıma koca sepeti bıraktı. “Benimle gel.” “Niye?” “Çünkü öyle istiyorum Ava.” dedi, adımı kaşlarını kaldırarak söyledi. Kapıya doğru yürüdüğünde oturduğum yerden bağırdım. “Ama seni çağırdı. Sadece seni!” “Bir şey demeyecektir.” Kapıyı benim için açık tutunca homurdanarak yerimden kalktım. Hızlı yürüyor, prensin yanına doğru gidiyordu. Elimdeki sepeti kucağımda tutup koşarak ona yetiştim. “Dur!” Omzunun üstünden bana baktı. “Bir şey daha var. Onun kılıcına bakarken yakalandım.” Ezra hızla kolunu önüme gerip beni de kendisini de durdurdu. “Ne?” Sesini yükseltti. “Onun kılıcına mı dokundun? Ava… bunu yapmamalısın, Arthur…” “Evet, fark ettim.” Başımı salladım. “Ona babamın demirci olduğunu, meraklandığımı söyledim. Ayrıca babamın bana kılıç kullanmayı öğrettiğini de biliyor.” Ezra kaşlarını iyice çattı, kırışıklıkları meydana çıktı. “Ona yalan mı söyledin?” Omuz silktim. “Aslında yalan değildi.” Arthur’a söylediğim gerçekti. Ezra, kim olduğumu hatırlamak zorunda kaldı. Benim ailem hakkında hiçbir şey bilinmezdi. Ne kim oldukları ne de soyadımız… Babamın sıradan bir demirci olduğuysa onun için yeniydi. Ağzı aralık kaldı. “Bilmiyordum.” “Öğrenmiş oldun. Başkasından duyarsam seni öldürürüm.” Tebessüm ettim. “İşini hemen bitir çünkü odama dönmek istiyorum.” Bu kez o beni takip etti. Yürürken konuşmaya devam ediyorduk. “Kılıcını elimde görünce beni azarlayacağını veya kovacağını düşünmüştüm ama bunu yapmadı. Sanırım seni fazla önemsiyor.” Ezra kaşlarını kaldırıp indirdi. “Hayır sadece Arthur biraz…” Doğru kelimeyi aradı. “iyidir.” Kucakladığım sepeti kendisi aldı. “Yine de tersinin çok ama çok kötü olduğunu söylemek isterim Ava. Arthur veya Ephraim sinirlenince aynı sana benziyorlar.” “Bunu duymuştum.” Ezra devam etti, “Lanet olduğunu düşünüyorum çünkü öfke nöbeti geçiriyorlar. Arthur, aynı babasına çekmiş. Kolay sinirlenmez, hatta onun sesini yükselttiğini bile sadece birkaç kere gördüm. Onun gözünü döndürmek için üzerine çok fazla gitmelisin ve gittiğinde de…” Boğazını temizledi. “Ölüm hediye gibi oluyor.” “Güzel. Bana benziyor.” Ezra verdiğim cevabı beğenmedi. “Aslında seni onun yanına göndermek istemezdim. İlk günden kılıç kullanmayı bildiğini öğrenmiş ve Arthur gözlem yapmayı sever. Riskli, bu yüzden daha dikkatli davranmalısın. Normalde yeni birisini yanına istemezdi.” Yukarı çıkarken elflerin krallığına gittiğimi düşündürttüğümü ve güçlerimi uyuttuğumdan da bahsettim. Odanın önüne geldiğimizde bile konuşmayı kesmemiştik ve kız kardeşimden sonra en çok konuştuğum kişilerden birisi Ezra olmuştu. Xilmari’ye gelirken ona Cassandra olduğumu unutturmayacağımı, istediğimi yaptıracağımı ve burada krallar gibi yaşananın ben olacağımı düşünmüştüm fakat Ezra öyle bir enerji yayıyordu ki ona emir vermeyi geçmiştim, neredeyse ricalarını ben yerine getirecektim. Farklıydı, farklı derecede iyiydi. Bu kez kapıyı çalan kişi Ezra oldu ve beklemeden içeri girdi. Prens ayaktaydı, kitaplığının önünde bir şeyler arıyordu. Bizi görünce doğruldu ama gözleri bende durdu. Bana geri gelmemi söylememişti lakin yine buradaydım. Ezra, Arthur’un bakışını yakalamış olacaktı ki “Ava, bitkiler konusunda ustadır lordum.” dedi. Öyle miydim? Şaşkınlığımı suratıma yansıtmadım. “Tabii ama Ezra’nın yanında ben…” “Mütevazı olma Ava.” dedi Ezra. “Değilimdir zaten.” diye mırıldandım ama kimse duymadı. Ezra sepeti boşaltırken Arthur bize doğru yürüdü. Önümde durdu. “Bitkiler ve kılıçlar…” İkisini ben de yan yana koyamıyordum. Gözleri yeşil elbiseme kaydıktan sonra memnun olmuş gibi göründü. Ezra sepetten çıkardığı bir şişeyi Arthur’a uzatarak aramıza girdi. “Üç kere daha, sonra bir şey kalmayacak.” Arthur ona uzatılan renkli sıvıyı tek dikişte içti. Neyden bahsettiklerini anlamıyordum. Ezra boş şişeyi Arthur’dan aldıktan sonra üzerini gösterdi. “Şimdi izi halledelim.” Masanın kenarında duran sandalyeyi çekip ters bir şekilde yatağın önüne koydu. Burada olmamam gerektiğini hissediyordum. Arthur bana hiç bakmadan önümden geçti, yürürken de üzerindeki gömleği tek koluyla çekip çıkardı. Sandalyeye ters bir şekilde oturup sırtını Ezra’ya döndü. Boğazımı temizledim. “Çıkayım.” Ezra bana bakmadan elini uzattı. “Bana bezi ver.” Bu çıkma demekti. Arthur’un sırtına bakıyordum. “Haydi Ava.” Harekete geçtim, sepetten ihtiyacı olabileceği her şeyi çıkardım ama gözüm prensin sırtında takılıydı. Arthur’un önünde kalmıştım, görüş açısındaydım. İncelediğimi görüyordu. Ezra bezi yavaşça kaldırdığında altındaki yaprağı gördüm ve sonra ne için kullanıldığını. Yüzüm ekşimiş olmalıydı ki Arthur kambur durmayı kesip bana baktığını belli etti. “Ava, eğer çıkmak istiyorsan…” diye söze başladı ama onu duymadım. “Bunu bu şekilde geçiremezsin.” diye mırıldandım. Arkasından yara almıştı. Omzundan bir ok saplanmış gibi duruyordu ama günler öncesinde gerçekleşmiş olmalıydı. Eğik duyduğu için okun önünden çıkıp çıkmadığını göremedim. Kim bunu yapmıştı bilemiyordum ama cesareti küçümsenemezdi. Arthur Warren’a arkadan ok saplamak yürek isterdi. Zehirli olduğu aşikardı çünkü çevresi kararmıştı. O bir shardı, onu geçiyordum Warren kanını tıpkı babası gibi taşıyordu ve onların diğerlerinden çok daha üstün güçleri vardı. Zehir onu öldürmezdi. Prens ve Ezra sepeti kurcalamamı izledi. İçinden iki şişe çıkardım, birbirine karıştırdım, diğer şifalı otlara baktım. Ezra’ya sıra sıra hepsini uzattım. Güçlerim olsaydı bu izi hemen yok ederdim ama bir shar tek başına geçiremezdi. “Ne zaman olmuştu?” diye sordum. Ezra Arthur’un omzuyla ilgilenirken “Üç gün önce.” dedi. Üç gün önce alınan bir yaraya göre oldukça iyi durumdaydı. Ezra’nın neden kalmamı istediğini anlamıştım çünkü izi geçirememişti. Bana yalan söyleme diyen adam yalanı kendisi ortaya atıyordu. Kremleri sürdü, birkaç yağı karıştırdı. En sonunda sepetin içini işaret edip “Valtoa.” dedi. Xilmari’nin de ormanlarının derinlerinde bulunan ve mucizevi olarak bilinen koca yaprağı ona uzattım. Yaprağı izin üzerine kapattı, sarmaya başladı. “Ok delip geçti, zehirliydi.” Göz göze geldik. “Shar zehri.” Kendi halkından birisi ona saldırmış olmalıydı ama kurcalamadım. Başımı salladım. “Tabii, elf zehri olsaydı saraya bile dönemeyeceğine şüphem…” Hızla sustum. Ezra gözlerini kocaman açmış, Arthur onu görmüyor diye uyarıcı bakışlarını atıyordu. Prens ise elf dediğim an başını kaldırmıştı. “Elf zehrinin etkilerini nereden biliyorsun.” Gülümsedim, eteklerimi tuttum. “Lordum… bilmeyen mi var?” dedim inanılmaz sahtekar bir tebessümle. O kadar etkili bir zehirdi ki anında öldürebiliyordu. Arthur bile Kral Alec’in zehrine dayanamazdı. Ezra, Arthur’un omzunu sıkıca sardıktan sonra Arthur ayağa kalktı, sandalyede bu kez düzgün oturdu. Okun izi aynı şekilde ön tarafında da vardı, köprücük kemiğinin hemen altındaydı. Uzun uzun vücuduna bakmış bulundum. Geniş omuzlarına gözlerim değdi, ardından bir şövalyeye yakışan karnına, kollarına… Sonra göz göze geldik. Boğazımı temizleyip sepetin yanına kaçtım. Ezra’ya istediklerini tekrar uzatmaya başladım. Arthur, Ezra yarasıyla ilgilenirken onunla konuştu. “Neden seninle çalışmıyor? Oldukça bilgili gibi.” Sanki ben burada değilmişim gibiydi. “Yoksa senin kadar iyi olmadığını mı düşünüyorsun Ezra?” İkisi de güldü. “İstemedi.” dedi kremi yedirirken. Eğer Arthur beni görmüyor olsaydı Ezra’ya öfkemi belli edecek bir bakış yollardım çünkü beni istemeyen o’ydu. “Farklı şeyler öğrenmek istedi, ben de tabii ki buna karşı çıkmadım. Ayrıca sizin yanınızda çalışması… ne kadar teşekkür etsem azdır.” Arthur ona cevap vermedi, önemsizmiş gibi gösterdi. “Biraz zamana ihtiyacı var. Eğer fırsatı olursa her şeyi çabucak kavrayacaktır. Ava, oldukça zeki bir kız.” Gözlerimiz buluştuğunda beni somurturken buldu. Ezra işini bitirdikten sonra geri çekildi. “Lordum, eğer bana ihtiyacınız yoksa kralın yanına gitmem gerekiyor.” Arthur, Ezra’ya fırsat vermeden sandalyeyi yerine koydu, gömleğini alıp üzerine geçirdi. “Çıkabilirsin.” Ezra selam verip hızla kapıya yöneldi. Çıkacağını düşünmüştüm ama bir şey unutmuş gibi parmağını kaldırdı. “Yarın sarayda olmayacağım, köye uğramam gerekiyor. Eğer izniniz olursa yarınki görevimi Ava’ya devretmem gerekecek. Yara iziyle o ilgilenebilir.” Arthur’un arkasındaydım ve başımı deli gibi sağa sola salladığımı görmüyordu. Ezra’ya içimden hakaretler yağdırıyor, anlamasını umuyordum. Ben bu odada bir dakika bulunmak istemiyordum ama Ezra üstüme prensin bakımını yıkıyordu. “İlgilenir.” Arthur tek kelimenin ardından bana döndü. Hızla başımı sallamayı kestim. Ezra bana bir kere daha bakıp kapıdan çıktı gitti, tekrar prensle yalnız kaldım. Arthur masasının başına geçti. “Ava,” “Evet lordum.” Önünde birikmiş olan kağıtları elinin tersiyle ittirdi ve arkasına yaslandı. “Okuma yazma biliyor musun?” Hayır demek istedim. “Evet.” “Güzel.” Kenara ittirdiklerini gösterdi. “Yarın işlerine bir yenisi eklenecek ve bunların hepsini benim için ayıracaksın. Sana ne yapacağını detaylıca anlatacağım.” Korkuyla kağıtlara baktım. “Ama bu saatler, hatta günler sürer.” Her gün bu tomara yenileri ekleniyordu. Arthur kaşlarını kaldırarak “Yani?” dedi. Gülümsedim. “Tabii… lordum.” Sıyrılmaya çabaladım. “Ama bu ne kadar doğru olur bilemiyorum. Sonuçta gizli kalması gereken ya da size özel yazılmış bir şeyler orada olabilir.” “Benim kararlarım, benim doğrularım.” dediğinde ellerim yumruk şeklini aldı. Halim onu eğlendiriyordu ve işinden bu kadar nefret eden bir kadını neden hala yanında tuttuğunu sorgulatıyordu. Sandalyesinde kıpırdandı. “Merak etme Ava. Mühürlü gelenleri açmayacaksın, yani seni ilgilendirmeyen hiçbir şey görmezsin.” “Tamam.” “Mutlu görünmüyorsun.” “Size yardımcı olabilmek bir onurdur.” Kelimeler ve suratımdaki ifade asla uyuşmuyordu, o ise eğleniyordu. Acısını Ezra’dan çıkaracaktım. “Şimdilik bu kadar, başka bir işin yok. Çıkabilirsin.” Arkamı hızla döndüm, kapıya doğru ilerledim. “Ava?” Elim kapının kolunda takılı kaldı. Dudaklarım birbirine yapışmış gibi ona dönüp eğildim. “Şimdi çıkabilirsin.” |
0% |