Yeni Üyelik
6.
Bölüm

6. Bölüm

@leeseaa

Geçmek bilmeyen saatlerin sonunda kafamı kağıtlardan ayırıp pencereden dışarı baktım. Sabahtan beri prensin önüme fırlattığı kağıtları okuyor, ayırıyordum. Önemsizler, son derece önemsizler ve okumaya değmeyecek olarak kendi çapımda sıralamıştım.

Öğle vaktini geçmişti ama ben hala aynı yerde, aynı şekilde oturuyordum. Prensin meşgul olduğu belliydi, belki de akşama kadar gelmeyecekti.

Gözlerimi ovuşturdum, uykum gelmeye başlamıştı. Ayakkabılarımı sandalyenin altında bırakmıştım, eteğimi kucağımda toplamış ve daracık sandalyenin üzerinde bağdaş kurmuştum. Bitap bir vaziyette göründüğümün farkındaydım ama bu işi yapmak bunu gerektiriyordu. Bir elim çenemin altında, önüme gelen zarfları sağa ve sola atıyordum.

Saçlarımın arasındaki toka başımda ağırlık yaptığı için saatler önce ondan kurtulmuştum. Saçlarımı tek tarafa dağınıkça atmıştım, bir gözümü de kapatıyor, işime mâni oluyorlardı.

Diğer zarfa doğru kolumu sürükleyerek uzanmaya çalışırken kapı aniden açıldı. Masanın üzerine eğilmiş şekilde kaldım, zaten yan oturuyordum ve geleni başımı biraz çevirince görebilmiştim. Beklenmedik hareketle o şekilde birkaç saniye kaldım.

Arthur elinde kılıcıyla kapıdan içeriye girdiği an beni görmüştü. Bacaklarım ortada, ayakkabılarım olmadan ve saçlarım darmadağın… “Lordum!” Eteğimi kucağımdan yere hızla attım, ayağa kalkarken de ayakkabılarıma takıldım. Saçlarımı tek elimde yüzümden geriye yıldırım hızıyla atarken dik konuma geçtim. Boğazımı temizleyerek daha sakince “Lordum,” diye düzelttim ama o hala durduğu yerden bana hayretle bakıyordu. “Kağıtlar… istediğiniz gibi düzeltiyordum.”

Kılıcı tek eline aldı, kapıyı parmağını hareket ettirerek kapattı. “Görebiliyorum.”

Kılıcı kenarı koyarken bile üç kez bana bakmıştı. Gülümsüyordum, bir yandan da ayakkabılarımı giymeye çalışıyordum.

Hemen yanımda durup masanın üzerindekilere baktı. “Ancak bu kadarını düzeltebildim.” Ben konuşurken üzerindeki ceketini çıkarıp yatağa attı.

Zarflarla ilgilenmedi bile. “Şimdilik yeterli.” deyip geçiştirdi.

Bana döndü. Gözleri yüzümde iyice gezindikten sonra saçlarımda durdu. Elim hızla uzun, neredeyse belime gelen saçlarımda oyalandı. “Affedersiniz.” dedim ve masanın ortasına fırlattığım tokama uzandım. Saçlarımı tekrar toplamaya başladım. “Geleceğinizi bilmiyordum, sizi akşam bekliyorlardı. Bunun için…”

“Önemi yok Ava.” dedi hafif baygın bir sesle. Saçımı toplayışımı izledi.

Ben yorgundum ama o benden de beter görünüyordu. Ellerimi elbiseme sürtüp “Bir isteğiniz var mı?” diye isteksizce sordum.

Elini saçlarından geçirip hepsini bir hareketle dağıttı ve yatağına doğru yürüdü. “Dinlenmek.” diye mırıldandığını duydum. Sabah yine erken saatte çıkmıştı ve sadece birkaç günde gördüğüm kadarıyla söyleyebilirdim ki, kendisine vakit ayıran birisi asla değildi.

“Tabii ama ilk önce omzunuza bakmalıyım.” Tamamen unutmuş gibiydi, ben söyleyince aklına geldi. Ezra beni sabah gördüğünde de hatırlatmıştı, dün gece de… Eğer unuttuğumu söylersem günlerce konusunu açık tutacaktı.

“İlaçlar yanında mı?”

“Siz yokken almıştım.” deyip masanın yanını gösterdim. Sepet aşağıda duruyordu.

Başını bir kere sallayıp ayağa kalktığında hemen sepeti kapıp yanına gittim. Yatağın üzerine gerekli her şeyi koymamı, ardından yağları dikkatlice süzmemi izledi. Bana karışmıyordu, bana laf etmiyor, bağırmıyor, kaprisli prens gibi davranmıyordu. Buradaki aylarımın acı içinde geçeceğini düşünsem de beklediğimden iyi gittiğini itiraf edebilirdim. Fakat aylar içerisinde ne olacağı asla belli olmazdı.

Doğrulduğumda Arthur üzerindeki kıyafeti hızla çıkardı. Dünkü sargıyı çoktan söküp atmıştı, iz meydandaydı. Yara izine bakarak “Otur.” dedim ama ağzımdan çıkanı sonradan fark ettim. Sargıları almaya dönmüştüm ki zoraki bir tebessümle bir daha ona baktım. “Yani, oturmanız gerekiyor lordum. Bu şekilde omzunuza yetişemeyeceğim.” Yine dilimi içeriden ısırdım.

“Oturayım Ava.” Suratına baktığımda dudaklarının hafifçe kıvrıldığını gördüm. Ben bu şekilde konuşmaya alışık değildim ama o da benim ağzımdan çıkan, kesinlikle rica barındırmayan, kelimelere alışık değildi. Sinirlenmiyordu, sanırım eğleniyordu.

Yatağın hemen köşesine oturduğunda ben de yanına geçip hafif arkaya doğru kendimi çektim. Omzundaki iz bana yine yüzümü hatırlattı. Parmaklarımla çiziğe dokunmaktan son anda vazgeçtim. Yoğun kıvam almış kremi Arthur’un omzuna yavaşça sürdüm, iki parmağımın ucuyla üzerinde gezinirken inceledim.

“Oldukça iyi görünüyor, dünkü gibi değil. Bir daha ihtiyacınız kalmayacak.” İzden kurtulmak istemesini çok iyi anlıyordum. Kimse vücudunda bu denli kötü bir yara istemezdi.

İlacı sürdükten sonra omzunu Valtoa ile kapattım.

İşimin bittiğini anlayınca “Şimdi sana dönmemi mi söyleyeceksin?” diye sordu.

İmalı lafıyla yüzümü ekşitsem de bunu göremedi ama başını çevirdiğinde uzun uzun baktı. “Evet.”

Yatağın ayak ucunda yan yana oturduğumuzda daha rahat etmek için bacağımı az kalsın altıma çekecek, yan oturacaktım ama bu kez de oturuşuma garip garip bakacaktı. Parmaklarıma kremi aldıktan sonra kaseyi yanıma koydum, ona biraz daha yaklaştım. Gözlerinin üzerimde olduğunu biliyordum, yüzümü inceliyordu ama benim tek odak noktam yarasıydı.

Oval hareketlerle parmağımı teninde gezdirirken nefesi üzerime düştü. “Nasıl oluyor da bu kadar çok şey bilebiliyorsun?” diye sorduğunda parmağım üzerinde dona kaldı, gözlerimi kendisine çevirdim. “Yanımdaki hiçbir kadın senin baktıklarına bakmazdı, ilgilenmezdi. Kılıçlar, bitkiler, zehirler ve belki de elfler…”

Mavi gözlerine bakarken yalan aradığımı anlayacak sandım fakat yalan söylememe gerek yoktu.

“Okurum.”

“Okursun?”

Başımı bir kere sallayıp işime döndüm. “Evet, işime yarayacak her şeyi bilmek isterim lordum.” Onun aklından geçenlerle benim aklımdan geçenler kesinlikle apayrı uçlardaydı. Krallıkların içindeki entrikalardan tut, en karanlık büyülere kadar… her şeyi merak ederdim. “Bilgi değerlidir, satın alınamaz. Sandık dolusu altınım olsa bile, eğer kafamın içi boşsa, o altınların da benim gibi işe yaramaz olacağına inanıyorum.” İnsanlarda gördüğüm buydu.

Cassandra’dan korkulurdu ama bunun sebebi bana verilen güç değildi, bana verilen gücü nasıl kullanacağımı biliyor ve çok iyi saklanabiliyor olmamdı.

Biraz bekledikten sonra “Kesinlikle.” diye mırıldandı.

İşime odaklanmam ve bu kadar yakından başımı ona kaldırmamam gerektiğini düşünsem bile engelleyemedim. Bir konuda hem fikirdik. Yalan söylemiyordum, bir yerde söylediğim küçük yalanlar başımı yakabilirdi.

“Kaldığın köyden hiç çıkmamış, bir soyluyla tanışmamışsın.” dedi ama sesinde hakaretvari bir ton sezemedim.

“Bunu düşündürten nedir?” Bana kaşlarını kaldırıp baktığında cevabı almış oldum. Ağzımdan çıkan her kelimenin yanında duruşum bile bir sebepti.

“Neden Xilmari’ye şimdi gelmeyi seçtin?”

Benimle konuşuyor olmasına mı şaşırmalıydım, yoksa sürekli sormasından nefret mi etmeliydim bilemedim.

“Bilgi değerlidir ama herkesin paraya ihtiyacı var efendim. Benim de.” Sepete eğilip Valtoa’yı aradım. “Ezra, Xilmari’ye gelmemi söylediğinde hayır demedim.” Valtoa, kremin üzerine yapıştıktan sonra omzunu iyice sardım ve işimi bitirdim. “Bir şey sorabilir miyim lordum?” Ayağa benimle birlikte kalktı, evet demedi. Ama hayır da dememişti. “Bir shar neden size saldırır ki?”

Alaycı bir gülümsemenin belirdiğini gördüm. “Mutlaka bir sebebi olmalı, değil mi?” dedi. Kendisi de bilmiyordu. Halbuki, Xilmari kadar halkını düşünen başka bir krallık tanımıyordum. Belki Kraliçe Mesmea onunla yarışabilirdi.

“Kıskançlık da bir sebeptir.” Söylediğimin onu şaşırttığını gördüm. “Bir prens, şan ve şöhret içinde yüzen adam…”

Hala gülümsüyor ve minicik gamzesini gösteriyordu. “Olabilir. Fakat burada imrenilecek veya kıskanılacak hiçbir şey yok. Sadece çok fazla sorumluluk…” Duymayacağımı sandı, son cümlesini mırıldandı.

Prens, beni haddinden fazla inceliyordu ve bu tedirgin etmeye başlamıştı. Başımı eğdim. “Başka bir isteğiniz var mı?” dedim kaçmak amaçlı.

“Var.” Biraz bekledi. “Balkona çıkma.”

“Balkona mı çıkmayayım?” Bir kere başını salladı. “Niye?”

“Genellikle isteklerimin karşısında soru sorulmuyor Ava. Ezra’nın sana bundan bahsetmesine gerek olduğunu bile sanmıyorum. Sadece… balkona çıkma, pencereden dışarı bakma ve saraydan ayrılma.”

Başka bir şey diyecek, uyumasına yardımcı olacak bitki çayı isteyecek sanmıştım ama o beni buraya hapsediyordu. Bir kere daha nedenini sormadım ve önünde eğilip dışarı çıktım.

Kapıyı açar açmaz bir muhafızla yüz yüze geldim ve hemen kenara kaydım. Kapının önünden Arthur’a dediklerini dinledim. “Hazırız lordum, kral sizi bekliyor.” Kaşlarımı çattım. Uykusu vardı, yorgundu ve dinlenmek istediğini söylemişti ama hala işi bitmemişti.

Koşar adım aşağı inmeye başladım, Ezra’yı arayacaktım. Arthur’un son isteğini duyduğum an görmezden gelmeye karar vermiştim ama nedenini merak ediyordum. İlk kata ulaştığım an görmeyi beklemediğim bir koşuşturmanın arasında kaldım. Yanımdan geçenler fısıldaşarak konuşuyordu. Bunca çalışanın arasında şövalyeler de aynı yöne gidiyordu. Sarayın dışına, ana kapıya…

Herkes çıkıyordu ama ben neden kalmak zorundaydım?

Ezra’yı bu kargaşada bulmak imkansız olurdu. Arkasına birkaç kadını takmış olan Mary’yi zemine inen merdivenlerde gözüme kestirdim ve ona yetiştim. Peşlerine takıldım, aramızda birkaç kişi kaldığı için beni göremiyordu. Saraydan dışarı çıktıklarında da diplerinden ayrılmadım. Arthur bana balkona çıkmamamı, saraydan ayrılmamamı ve pencereden bakmamamı söylemişti. Bütün dediklerine uyuyordum, kalenin surları içerisindeydim ve bahçe de sarayın bir parçasıydı.

Mary hızla durup sanki arkasında olduğumu fark etmiş gibi döndü. Gözlerini açarak bana öfke dolu bir bakış atıp aramızdakileri ittirerek yanıma geldi. “Ne arıyorsun burada!” diye bağırdı ama beni de kendisiyle birlikte çekti. Bileğime yapışmıştı.

“İşim bitti. Eğer merak ettiğin buysa günün geri kalanında prensin bana ihtiyacı yok.” diye söylendim ama kavradığı bileğime bakıyordum.

Sürükleniyordum, sürüklenirken içimi öfke kaplıyordu.

“Kolumu bırak.”

“Yürü Ava!”

“Bir daha söylemeyeceğim.” dedim, sesimin tonu değişti. Mary kolumu bıraktı ama bu kez omzumdan tuttu.

“Şuraya geç.”

“Beni çekiştirip duruyorsun.” Cassandra’yı ittiriyorsun.

Bahçeye hızla çıktığımızda yürümeyi kesmedi. Xilmari’nin yeşillik kaplı ön bahçesini ilk defa bu kadar kalabalık görüyordum. Çimenler bile insanlardan dolayı görülmüyordu, herkes birbirinin üzerindeydi.

“Seni düşündüğüm için çekiştiriyorum Ava. Ezileceksin.” Sağına, diğer kızların arasına geçmemi işaret etti. “Burada olduğunuza inanamıyorum.” Kendi kendisine söyleniyordu ama bir yandan da parmak uçlarına kalkıp etrafı inceliyordu.

Diğerlerinin de önüne geçip yanımdan geçen köylülerin suratlarına baktım. Bahçe tıklım tıklımdı, bütün halk buradaydı ama asıl dikkatimi çeken şövalyelerin kalabalık gruplar halinde çevreye dağılmış olmasıydı. Bir duyuru yapılacağına inanmıştım ama duyuru olsaydı prensin dedikleri çok saçma kaçacaktı.

Aklımdan diğer bir ihtimal geçince yüzüm gevşedi, görüntüyü aklımda hayal ettim ve Mary gibi parmak ucuna kalkıp tam ortayı görmeye çalıştım.

Az önce Arthur’un yanındaydım ve o sıradan bir gün yaşıyor gibi normal görünüyordu. Yorgunluğu bu öğleden sonra olacaklarla alakalı değildi.

Kalabalık birden sustuğunda başımı sarayın balkonuna doğru kaldırdım. İlk önce artık siması tanıdık olan şövalye Carter’ı gördüm, sonra diğerleri eşlik etti. Arthur ve Ephraim yan yana yürüyüp balkona çıktı. Üzerini değiştirmişti. Tek omzunu kaplayan bir pelerin, terzilerin yaparken kör olduğu bir ceket… kılıcı ise belindeydi. Babası hemen yanında yalandan bir şekilde tebessüm ediyor, bakışlarını insanların ve sharların üzerinde tutuyordu.

Ephraim elini kaldırınca mırıltılar da son buldu.

Balkona uzak değildim ama net olarak seçemiyordum. Yine de Arthur’un babasına olan benzerliği anlaşılıyordu. Ephraim’den birkaç santim daha uzundu ve kralın saçları artık beyazlamıştı. Uzaktan onları izlerken prensin ne kadar farklı durduğunu fark ettim. Odadaki gibi değildi, Carter ile konuşurken ki halinden eser yoktu. Emirleri sıralamaya başladığında bile bu kadar ciddi durmuyordu. Şimdi binlerce canı aynı anda alacak kadar öfkeli bakışları vardı.

Ephraim herkesi selamladıktan sonra uzun bir konuşma gerçekleştirdi. Kulaklarım tıkalıydı, onu dinlemiyordum bile. Sadece Arthur’a bakıyordum.

Ancak şövalyelerin bir başka yönden geldiğini gördüğümde bakışlarımı çekebildim. Eş zamanlı olarak Ephraim konuştu. “Oğlum Arthur olmasaydı bu kadın belki de sınırlarımıza ulaşmış olacaktı.” Arthur’un suratında mimik oynamadı, hareket bile etmedi.

Kalabalık geri çekilirken, şövalyeler aralarına aldıkları kadını yürütüyordu. Kadın sadece birkaç adım önümden geçtiğinde içimi huzursuzluk kapladı. Gözlerimi ondan alamadım, hissettiklerim içimdeki gücü uyandırmam gerektiğini haykırdı. Kara büyüyü yayıyordu, kullanmak için yanıp tutuşuyordu. Ama hali kalmamıştı. Üst üste onlarca kez büyü yapmış ve artık kelimeleri kullanamayacak kadar güçsüz düşmüştü.

Kral konuşmasına devam ederken kadının platforma çıkartılışını izledim. Bağlandı, büyüyle etrafına kalkan gerildi.

“İdam!” Bağırış hemen önümden koptuğunda başımı orman tarafına çevirdim.

Xilmari’nin dudak uçuklatan sınırlarının içindeki ormanın derinliklerinde her zaman başıboş gezen, kara büyü kullanan büyücüler olurdu ama şövalyeler hepsini bulamazdı. Xin ormanın içindeydi, Xin orada olup biten her şeyi görüyor, hissediyordu ama kara büyüyü öldüremiyordu. Eğer görünürse benim burada olduğum anlaşılacaktı.

Yüzümü ekşitip tekrar kadına baktım.

Ben de kara büyüyü kullanıyordum ama sadece gerektiği kadarını kendime çekerdim ve sadece birkaç kere denemiştim. Ben onları öldürürdüm, kargaşa çıkarmalarına izin vermezdim. Adımdan korkuyla bahsediyor olabilirlerdi ama herkesin bildiği diğer şey; Cassandra’nın kara büyücüleri her zaman öldürdüğüydü. Hiçbir şey sormadan, kim olursa olsun.

Üzerinde incecik, çamur içinde elbise olan kadın başını kaldırıp Ephraim’e baktı. “Son sözler.” dedi yanımda duran hizmetli. Hiç şaşkın değillerdi, izlemeyi sevdikleri belliydi.

Mary bir adım atıp tam arkamda durdu. “Konuşmayacak. Onu konuşamayacağı bir hale getirdiler. Çok fazla büyü kullandı.”

Bir şey dememek için dişlerimi birbirine geçirdim. Onu hemen öldürmek zorundaydı. Ephraim, idamların kralı, acımasız bir adam olarak bilinirdi, halkını da buna alıştırmıştı fakat hala bir şeyleri bilmiyordu, kara büyü durdurulamıyordu. Ne kadar yorgun olursa olsun son bir fırsat yakalayabilirdi.

Mary’nin dediği gibi oldu, kadın konuşmadı. Ephraim emri verdiği an otlaklar ve samanlar tutuşturuldu, büyücü alevlerin içinde kaldı. Acı çığlık bütün bahçeyi doldurdu.

Mary beni kenara izlememem için çekmişti, benim için bunlar yeni sayılmalıydı ama bilmiyorlardı ki ben onların hepsini tek başıma yakıp geçiyor, acımadan Xin’in önüne atıyordum.

Göz kırpmadan izlediğimin farkına varınca başımı aşağı eğdim, Mary’ye başka türlüsünü düşünmesi için fırsat vermemek istedim.

Arthur’un dışarı çıkma demesinin sebebi, Mary’nin beni kenara çekmesiyle aynıydı. Hazmedemeyeceğime inanmıştı çünkü yeniydim. Yanında her gün çalışan bir kadının bir hayaleti görüp durmasını istemeyecekti. Ama bilmiyordu ki, onun düşündüğü hizmetçi izlediğinden zevk alıyordu.

Loading...
0%