Yeni Üyelik
7.
Bölüm

7. Bölüm

@leeseaa

Herkesten önce içeri girdim ve kimse beni görmeden odama çıktım. Akşam olana kadar yataktan kalkmadım. Hiçbir şey yapmadım, sadece düşündüm. Bir kralın büyücüyü yaktığını, onu yakaladığını görmek ama bunu halkın arasından izlemek kendimden nefret etmeme sebep olmuştu. Ephraim ölüm emrini verdiğinde benim balkonun tepesinde, kubbede veya sarayın bir bölümünde dolaşabiliyor olmam gerekirdi, Cassandra bunu yukarıdan izlerdi.

Ellerimi yüzümde gezdirdim. Günler geçmek bilmiyor, her gün Ava olmaktan çok yoruluyordum. Ağzımdan çıkan kelimeleri artık on kere düşünmüyordum çünkü alışkanlık olmaya başlamıştı. Asla edinmemem gereken çirkin bir alışkanlık…

Saya’ya ulaşmak istedim, onunla birkaç dakika bile olsa konuşmak için yanıp tutuştum fakat güçlerimi açarsam bir daha uyutmam zor olacaktı ve üçüncü kez şansım olmazdı.

Doğruldum, ayakkabılarımı çıkarmak için bacaklarımı aşağı sarkıttım ama eğildiğim sırada kapının altından minicik bir kağıt parçası girdi.

Elim aşağıda kaldım, kağıdın büyüyle içeriye süzülmesini izledim. Yukarı çıktı, tam yatağımın üzerine açık bir şekilde düştü. Basit ama kullanılmayan, eski bir büyü…

Ezra’nın yaptığını düşünüp hemen kağıda uzandım. Küçücük parşömen parçasının üzerindeki iki kelime ateşle yanmış, sönmüş ve geriye sadece izini bırakmıştı. ‘Odama gel.’ Parmaklarımın arasındaki kağıda uzun uzun baktıktan sonra yazıyı tanıdım. Ezra’nın değil, Arthur’un yazısıydı.

Kağıdı avucumda buruşturup ayağa kalktım.

Sitem eşliğinde üst katın yolunu tutup hızla merdivenlerden geçtim. Ancak kapının önüne geldiğimde nefesimi toplayabildim. Kapıya bir kere vurmamla içeriden sesi geldi. Gözlerim üzerinde gezindi, pelerinini çoktan çıkarmıştı ve ayakta, ellerini masaya dayamış şekilde duruyordu.

Kapıyı kapattığımı duyunca bana döndü. Elimdeki kağıdı ona göstererek “Sizden geldiğini düşünüyorum.” diye mırıldandım. Düşüncelerini çözmek istedim ama hiçbir şey çaktırmıyordu. Balkonda nasıl duruyorsa o şekilde duruyor, aynı sertlikle bakıyordu. Sabah onu gördüğüm halinde değildi, yorgunluktan ötürü sinirlenmemişti. “Lordum…”

“Sözüme karşı geldin.” Ağzımı kapattım, kağıdı avucumun içinde parçalamamak için durdum.

Görmüştü.

Tepeden, o kadar insanın içinde beni seçmişti.

Bakışları, sesinin tonu aynı şekilde karşılık vermek istememe sebep oluyordu. Dilimi tutmaya özen göstersem de başaramadım. “Balkona çıkmamamı söylediniz, çıkmadım. Sarayın güvenli sınırları içerisindeydim.” dediğimin saçmalığı karşısında gözlerini kıstı.

Masanın önünden çekilip bana doğru birkaç adım attığında bakışlarım geniş bedenine kaydı. Üzerindeki kıyafetlerden ötürü her zamankinden heybetli ve devrilmeyecek gibi duruyordu. Dibime girene kadar göğsünde bir noktaya kilitliydim fakat nefesini bile hissedebileceğim kadar yaklaştığında karşı çıkarcasına başımı kaldırdım. Diyeceklerini duymak istiyordum.

Elini kaldırdığında bile duruşumu bozmadım. Yanlış bir şey yapmasını bekledim, içimdeki uyuyan güç dilimin ucundaydı ama dışarı çıkmaya gereksinim duymadı. Çenemin iki yanına parmaklarını yerleştirdi. Xilmari’yi yakmaya veya onu odasında parçalamak istememe değecek bir tutuş değildi. Aksine, gözümü kaçırmamam için dokunuyordu.

Arthur Warren herkese korkutucu gelebilirdi ama tamamen oynuyordu. Bir başkası yerimde duruyor olsa özrünü çoktan dilerdi lakin ben onu ilk günlerde çözmüştüm. Gösterdiği kişi değildi.

Parmaklarını biraz sıkıp beni çektiğinde ona doğru bir adım attım. “Bana karşı gelmeyeceksin. Yanlış yaptığını biliyorsun, bildiğin halde aynı hatayı uzatmaya devam ediyorsun Ava. Dışarı çıkma diyorsam çıkmayacaksın.”

“İnsanların ne yaptığına karışılmadığını sanıyordum.”

“Ben sana çıkma diyorsam çıkmayacaksın.”

“Bu karışmak olur.”

Arthur’un sakinliğini korumak ister gibi nefes aldığını duydum. “Kimin topraklarındasın?” Konuşamadım. “Söyle.”

Dişlerimin arasından “Warren.” diye tısladım.

İyice yaklaştığında onun nefesini çektim. “O zaman sözlerime kulak vereceksin.” Dudakları neredeyse yanağıma değecekti.

“Burası parmaklıklarla kaplı değil. Xilmari’nin özgür olduğunu düşünüyordum, bunu bilerek buraya geldim.” Düşündüğünün aksine geri çekilmedim, parmak ucuna kalkıp tıpkı onun gibi yaklaştım. Yüzümüzün arasında birkaç santim kaldığında durup dudaklarına doğru konuştum. “Ben bir tehdit değilim lordum, tehdidi birkaç saat önce öldürdünüz.”

Parmakları iyice gevşedi, yaklaşmamı beklememişti. Elini çektiğinde geri adım atmak yerine sabit durdum, onun çekilmesini bekledim.

“Orada öldürülen bir kara büyücüydü. Neden izlemememi istediğini anlayamıyorum. Görmek istediğim, duymak istediğim çığlıklar değildi fakat ölmesi gereken birisiydi yoksa öldürecekti. Neden çıkmamı istemediniz?”

Birazdan kovulacağıma inanıyordum ve şimdiden Ezra’ya ne diyeceğimi düşünmeye başlamıştım. Bana başka bir iş ayarlamasını istemiyordum, tek istediğim sakince günlerin geçmesiydi. Sadece, sebepsizce Ezra’yı sokacağım durumu düşünüyordum. Arthur’un beni yanından atması onunla olan ilişkisini zedeleyebilirdi.

Şimdi aramızda belli bir mesafe açılmıştı. Uzun uzun bana baktı. “Geri adım atmıyorsun.” O da bakışlarını benim gibi kaçırmıyordu ama aksime, içinden geçeni söyleyebiliyordu.

“Atmam.” dedim. Eğer burada devam edeceksem bu halimi çok görecek, sonunda da kovacaktı. İçimde tek soru kalmıştı, cevabını tahmin ettiğim bir soruydu ama ondan duymak istiyordum. Bir daha sordum. “Neden çıkmamı istemediniz? Herkes oradaydı. Sarayın içinde özgürce dolaşabileceğime inanıyordum.”

Cevaplamak yerine, “Bunu bir daha yapmayacağını söyle.” dedi. Söyleyiş tarzından bile eğer istediği kelimeler ağzımdan çıkarsa beni kovmayacağını belli etmişti. “Söyle ve işinden olma Ava.”

Durumu içimde tarttım, hangisinin ağır bastığına karar vermeye çalıştım ama sonuç çok açıktı. Arkamı dönüp gidersem bir daha geri gelemeyecektim ve özgürlüğüme kavuşacaktım ama Xilmari’ye de elveda derdim. Bu durumda güçlerimi bir kereliğine de olsa açmam ve tekrar başlamam gerekirdi. Diğer seçenek ise bir kereliğine susup tamam demekti. İkinci kere başlamak beni çok yorardı. Şimdilik susmayı seçtim. “Bir daha olmaz.”

İçimdeki kadın çığlıklar içinde ona kim olduğunu göster diye bağırıyordu. Büyük bir çaba sarf ederek onu susturmaya çalıştım. Sinirim belli olmasın diye kapalı gözlerimi açmak istemedim ama konuşunca göz teması kurmak zorunda kaldım. “Cesursun.” İltifat mı ediyordu, yoksa hakaret mi, sesinden anlaşılmıyordu. “ama cesaret bazen aptallık olur. Bunu sana söylemediler mi?” Dudağımın kenarı kıvrılınca hemen başka tarafa baktım. Benim cesaretim ancak korkutabilirdi ama o, kim olduğumu bilmiyordu.

Oynadığım küçük oyuna ve Ava olmaya geri döndüm ama Ava olmam farklı olamayacağım anlamına gelmiyordu.

“Anladım.” Aramızdaki gergin havayı uzaktan bakan herkes hissedebilirdi. “Bir isteğiniz var mı, yoksa gidebilir miyim?” Sanki az önce beni tutmamış, kendisine çekmemiş ve ben de ona yaklaşmamışım gibi konuşuyordum. Hiçbir şey yaşanmamış gibi.

Duymazdan geldi. “Ezra sana hiçbir şey anlatmadı mı?” diye sordu ama bu kez bilmediklerimle alay etmek için değildi, gerçekten soruyordu.

“Ne gibi lordum?”

“İşleyişle ilgili.” Ağzımı cevap vermek için araladım ama son anda kendimi susturdum. Az önce konuyu kapattığımıza inanmıştım.

Ezra bana hiçbir şey anlatmamıştı çünkü her şeyi zaten bildiğime inanıyordu.

“Anlatmasına gerek yoktu, tahmin edebiliyorum. Herhangi bir şey emrettiğinizde gerçekleştirilmesi gerekir, bunun da farkındayım ama isteğiniz bana oldukça…” Saçma geldi demekten son anda döndüm. “kısıtlayıcıydı.”

“Seni kısıtlamak için bunu söylemedim.” Düşünmeden konuştu. Az önceki sinirli bakışları yatışmaya başladı ve yavaş yavaş her sabah gördüğüm adamın sakin ses tonuna tekrar büründü. “İzlemeni istemedim çünkü idam ettirilen son büyücü kendisini izleyen insanları aynı anda kör etti. Nerede oldukları fark etmedi, hepsi geçici körlük yaşadı.” Söyledikleri beni şaşırttı. Az önce sorduğum soruya açıkça cevap veriyordu ama söyledikleri benim düşündüğüm cevaplarla alakasızdı.

Kaldıramayacağıma inandığı için çıkma dedi sanmıştım.

“Ezra idamdan önce seni göremeyecekti, belki de köyden hala dönmedi. Bunu izlememen gerektiğini sana ancak ben söyleyebilirdim. Sebebini sana Ezra açıklamalıydı, ben sadece uyaracaktım. Emrime karşı gelmeyeceğini düşünüyordum Ava ama cevap verebildiğini ve aklının havada olduğunu unutmuşum.”

“Sebebini bilseydim…”

“Açıklama yapmayacaktım.” Ezra söylesin diye değildi, kendisi hiç açıklama yapmayan, sadece cümleleri sıralayan ve söylediklerine uyulmasını bekleyen birisiydi. “O büyücüyü oldukça yordum, bir daha kara büyü kullanamayacağı bir hale getirdim.” Kendisi yapmıştı. “Yine de o bir kara büyücü, son kez güç gösterisi yapmak isteyebilirdi. Hiçbir şey görmedin, Xilmari sana henüz oldukça uzak ve bunlar tamamen yabancı.”

“Artık burada kalıyorum ve bunlara benim de alışmam gerekiyor lordum.” Kara büyü bana etki etmez diyebilmek isterdim. “Ben de halkın arasında yer alıyorum. Eğer o kadın büyü yapsaydı, oradaki herkes etkilenecekti.”

“Ufacık bir büyü yapsa bile bunu Xilmari’de yaşayan herkes normal karşılayacaktı ama sen panikleyecektin. Seni düşünüyordum Ava.” Yan gözle ona bakıp söylediğinin altından binlerce başka anlam çıkardım. “Ezra burada değildi.”

“Halkın bir parçasıyım. Onlar gibi, eğer izliyorsam, olacaklara göz yummam gerekirdi.”

“Ama ben sadece seni uyarıyorum, değil mi?”

Sesinde biraz olsun agresiflik, sözünü çiğnediğim için imalı bir ton aradım ama asla bulamadım. Belli etmek istemese de düşünceli olduğu için bunu söylemişti, aksini asla göremiyordum ve bu durum, onun düşündüğümden çok daha farklı davranması, sinirlerimi çok fazla bozmaya başlamıştı. Düşüncelerimin doğru çıkmasını isterdim ama Arthur hakkında ne beklediysem hep tersini yapıyordu.

Dışarı çıkmamamı söylemesi benim için kabul edilebilirdi çünkü Ezra’nın, bir dostunun, yeğeninin başına bir şey gelmemesini istemişti.

“Bir daha sana bir şey söylediğimde buna uy.”

“Bir dahaki sefere sebebini söyleyin o zaman. Diğer türlü sadece merakta bırakırsınız.” Kaşlarını çatınca yukarı bakıp susmam gerektiğini kendime söyledim. “Peki.”

“Çıkabilirsin.”

Önünde hızla eğildikten sonra arkamı dönüp koridora çıktım. “Sadece istediklerini yaptırmak için konuşursan Raeran’dan farkın kalmaz sersem…” Kapının önünde onu başka bir krala benzettim, söylemek istediğim her şeyi arkasından söyledim. Herkesi tanıdığımı, her krallığa hakim olduğumu bilseydi anlaşmamız çok daha kolay olurdu.

**

On günü daha geride bırakmıştım.

Geçmek bilmeyen haftaların ardından artık Xilmari’de bulunmaya dayanamıyordum. Her gün birbirinin aynısıydı. Güneş doğmadan kalk, yukarı çık, aşağı in, çay getir ve götür, prensi bekle, çıkmana izin verince odana git ve uyuyana kadar orada kal… Benim gündelik hayatımla alakası olmayan bu sıkıcı günler yüzünden boğuluyordum. Güçlerimi açmama çok az kalmıştı. Belki beş dakika sonra bunu yapacaktım belki de yarın.

Gitmek istiyordum.

Küçük kapıyı tıklattım, içeriden ses gelmeden girdim. Ezra beni gördüğüne şaşırdı. Yüzüne sadece bir an baktıktan sonra kendimi küçük tabureye attım. “Ava?” dedi elindekileri bırakıp.

Gözlerim kapalı, parmaklarımla alnıma bastırarak düzelttim. “Cassandra.” Bir gözümü hafif açtım. “Ava değilim, ben Cassandra’yım ve dayanamıyorum.”

Surat ifadesi değişti. Neredeyse gece olmuştu ve bu saatte böyle bir konuşmayı beklememişti. Ezra’ya dert yanmamıştım, haftalardır içimde tutuyordum ama artık patlayacak kıvama gelmiştim ve onunla, kim olduğumu bilen tek kişiyle, konuşup biraz olsun açılmam gerekiyordu. En azından adımı bir başkasında duymak zorundaydım.

Her şeyi bırakıp karşıma tabure çekti. “Ne oldu? Bir sorun mu var?”

Öne eğildim, Ava’ya hiç yakışmayacak şekilde oturdum. “Ben kimim Ezra? Söyle çünkü duymaya ihtiyacım var. Ben Ava değilim, ben insanların emir verebileceği, onların arkasından dolaşan biri değilim.” İnsan kelimesini vurguladım. “Ben kutsal büyücüyüm. Ben yakarım, ben yok ederim. Arthur benden korkar, Ephraim buraya gelmemem için dua eder. Ama ben onlara çay götürüyorum!”

Sanki sesimi yükseltmemişim gibi tebessüm etti. “Sen güçlü birisin.” Gözlerimi devirdim.

“Ben korkulan kız kardeşim. Kahinlerle çalışan, dengeyi gerektiği gibi sağlayan ama bak…” Odayı gösterdim fakat asıl amacım Xilmari’yi tamamen işaret etmekti. “neredeyim ve ne yapıyorum.” Ellerimle elbisenin yakasını tuttum. “Boğuluyorum Ezra!”

Ezra’nın tebessümü yavaşça soldu, kaşları çatıldı. Ne kadar ciddi olduğumu anlamıştı. Ona gelecekten bahsedemiyordum, ölüm ordusundan, belki de herkesin öleceğinden, burada kös kös oturup büyümü güçlendirmeyi beklediğimden…

Ezra bana doğru eğilip iki bileğimden de tuttu ve ellerimi yakalarımdan çekti. “Sakin olman gerek.” Kim olduğumu o bile unutmuştu. Bana sıradan, her gün gördüğü bir kadın gibi yaklaşabiliyordu. Alışmıştı. “Çok iyi gidiyorsun Cassandra. Eminim ki burada olmanın iyi bir nedeni var. Neden geldiğini bile bilmiyorum, burada güçlerini kullanmadan yaşamaya çalışmanı anlamıyorum ama ben hiçbir şey bilmeden sana güvendim, yardım etmeyi kabul ettim. Bunu boşu boşuna yapmadığımı, kendimi bir hiç uğruna tehlikeye atmadığımı bana göstermelisin.”

Bileklerimi bıraktığında kendimi arkaya attım. “Beni tanımıyorsun! Benim nasıl birisi olduğumu bilmiyorsun. Kimse bilmiyor!” Saya bile beni tanımıyordu. Kız kardeşim sadece gösterdiğim kadarını bilirdi. “Burası benim cehennemim oluyor Ezra.”

O da arkasına yaslandı. “O zaman neden hala buradasın ya da madem başından beri yapamayacağını biliyordun, neden buraya geldin?” Hayretle ona döndüm. Hiçbir şey bilmeden konuşuyordu. Bu şekilde konuşmasına sinirlenirdim ama artık insan olmaya o kadar alışmıştım ki, kendim gibi öfkelenemiyordum bile.

“Hiçbir şey bilmiyorsun Ezra.”

“Bilmeme gerek yok, görüyorum.” Parmağıyla beni işaret etti. “Bundan nefret edeceğini en başından biliyordun ama yine de gelmeyi seçtin çünkü bunu yapmak zorunda olduğunu düşündün ama sen de ben de biliyoruz ki, Cassandra hiçbir şey yapmak zorunda değildir. Önemsediğin bir şey olduğu için buraya gelmişsin. Ne değişti? Zor mu gelmeye başladı yoksa önceliklerin mi değişti?”

“Ben…” Beni köşeye sıkıştırmıştı. “Beni tekrar yola çekmeye çalışıyorsun.”

“Bunu istemediğini seni gördüğüm ilk an anladım ama bir şeylere katlanmak zorunda olduğunu da görüyorum. Cassandra’nın kendisini bir saraya kapatmasına ne kadar şaşırdığımı tahmin bile edemezsin. O bile bu işkenceye dayanıyorsa, önemli bir şey dönüyor olmalıydı. Bizi aşan bir şey…” Bir an kahinlerin ona geleceği gösterdiğini sandım. Sustuğumu görünce konuşmaya devam etti. “Ben senin kötü olduğuna asla inanmadım. Cassandra gittiği her yerde öldürüyordu, katliam yaratıyordu… birçok insanın gözünde kabustan betersin ama ben bunu hiç düşünmedim. Ben resmin parçalarına da baktım ve Cassandra sadece kara büyüyü yok ediyordu, haksızlığa tahammül edemiyordu. Bazen de öfke nöbeti geçiriyordu ama oraya girmeyeceğim.”

Gülümsedim.

Benden korkmadığını ilk gün anlamıştım ama bunun sebebinin kahinler olduğunu düşünmüştüm.

“Duyduklarıma inanmadığım için kahinlerin beni seçtiğini düşünüyorum. Yok etmek için buraya gelmedin, kahinler seni yolladı ve onlar sadece geleceği düşünürler, kutsal büyücülerle çalışırlar.” Derin bir nefes çekti. “Amacının ne olduğunu bile bilmeden seni burada tutmaya çalışıyorsam bu sana inandığım için Cassandra.”

Ezra’nın uzun bir konuşma yapacağına, bu kadar dil dökeceğine inanmamıştım. İlk günden beri benimle konuşmaya çalışıyordu ama her zaman içinde alayla karışık ciddiyet barındırırdı lakin şu an tamamen içindekileri döküyordu.

“Burada aylarca nasıl kalırım bilmiyorum Ezra.”

“Gitmek istiyorsan seni kimse tutamaz. İstersen gidersin. Ah, ama beni düşünüyorsan…” Gülümseyerek elini salladı. “Merak etme, yeğenimin saraya alışamadığını söylerim. Kimse de buna şaşırmaz.”

Onu düşünüyorsam… bunu söylerken sanki komikmiş gibi gülmüştü. “Önemsiyorum. Neden önemsemeyeyim?” Ciddiyetle söylememe şaşırdı, kendim bile şaşırdım. Kendimden başka kimseyi düşünmediğim doğruydu ama hiç umurumda olmadığını düşünmesi hoşuma gitmemiş, aklıma takılmıştı.

Yine umursamayacağım, düşünmeyeceğim insani duygulara ev sahipliği yapıyordum.

“Burada oturup beni dinliyorsun, yardımcı oluyorsun…” diye mırıldandım.

“Sen de bunlara hiç alışık değilsin.”

Doğru söylüyordu, hiç ama hiç alışık değildim. İşin aslı ise, burada alışık olmadığım birçok şey hissetmeye başladığımdı. En basitinden, Ezra’ya onu önemsediğimi asla söylemezdim.

Konuyu değiştirmek istediğimi gördü, parmaklarını birbirine geçirdi. “Söyle bana, ne istiyorsun? Dışarı çıkmak mı? Belki de…”

Tamamlamasına bile izin vermeden “Pantolon giymek istiyorum.” dedim.

“Tamam.” dedi. Ayağa kalkıp odanın köşesine gitti. “Şansa bak, Valtoa bitmek üzere. Yarın ormana gidip toplamamız gerekecek ve ata bu etekle binemezsin.”

Söyleyiş tarzına güldüm. “Yarın çalışıyorum Ezra.”

Hiç önemli değilmiş gibi dudağını büzdü. “Ben Arthur’la konuşurum.”

“Kızacaktır.” Lafımın ardından Ezra geniş bir gülümseme takındı. “Yani, benim söylememem onun hoşuna gitmez. Umursadığımdan değil, sadece onu çekemeyeceğim. Arthur garip birisi ve her istediği o an olsun, asla sorgulanmasın istiyor.”

“Onun prens olduğunu unuttuğunu düşünüyorum.” Bayık bakışlarla ona döndüm. “Ben Arthur’u hallederim Cassandra. Sen çıkmak isteyip istemediğini düşün.”

“Sormadığını varsayıyorum. Çıkar beni buradan. Bir saat bile olsa saray harici bir şey görmek istiyorum.”

Ezra başını kabul eder gibi eğdi. Odada hızla göz gezdirdi. “Yarın sabah yola çıkarız. Ama şimdi oldukça geç oldu.” Küçücük pencereden içeri giren ay ışığına doğru başımı kaldırdım.

“Evet. Sen git, ben biraz daha kalıp kitaplarını karıştıracağım.”

Karşı çıkmadı, az uyuduğumu biliyordu. Ezra odadan bana iyi geceler dileyip çıktı. Cam fanuslarda, eski püskü kitaplarda gözlerimi gezdirdim. Odada yapacağım hiçbir şey kalmamıştı, Ezra’nın bana vakit geçirmem için verdiği günlükleri bile okumuştum.

Yarım saat kadar odada dolaştıktan sonra mutfağa gittim, atıştırmalık ne bulduysam bir tabağa koydum. Yanımdan geçip burada olmamam gerekiyormuş gibi bakan herkesi görmezden gelip Ezra’nın odasına geri döndüm.

Küçük masanın ortasına tabağı koyup bulduğum eski kitapların birkaçını kucağıma aldım. İçlerindeki her büyüyü biliyordum fakat bu kitapları okumaya hiç gerek duymamıştım. Sharlar da kelimelere ihtiyaç duymazdı fakat büyülerin ne olduklarını bilmek zorundalardı. Ben ise sadece aklımdan geçiriyordum ve büyü kendisi çalışıyordu.

Kitapları kurcalarken Ezra’nın aldığı notları da okuyor, okuduklarıma gülerek yemek yiyordum. Basit büyüleri bile bir şekilde karmaşık kılmayı başarmıştı, her okuduğunu sorguluyor ve kullanılan büyünün kötü sonuçları olur mu diye çıkarım yapmaya çalışıyordu.

El yazısı da berbattı.

Kalın sayfa, eski kitaptan kopmasın diye ağır bir şekilde çevirirken kapıya bir kere vuruldu. Başımı kitaptan kaldırıp ağzımdakini çiğnemeyi bıraktım. “Evet?”

İçeri giren adamı görünce çiğnediğim lokmayı kuru kuru yutmak zorunda kaldım.

“Ava?” Şövalye Carter kapının önünde beni görünce kalmıştı. Adımı da unutmamıştı. Parmağıyla içeriyi gösterip “Ezra yok mu?” diye sordu.

“Sör Carter… Hayır, kırk dakika önce uyumaya gitti.” Bana, oturduğum masaya ve kitaplara baktığında açıklama gereği hissettim. “Oyalanıyordum.” Ezra’nın olmadığını duyunca suratı düşmüştü. “Bir şey lazımsa ben ilgilenebilirim.”

Arkasından kapıyı kapatıp içeri girmesini beklememiştim. Ayağa kalkacaktım ama elini kaldırıp oturmamı işaret etti. “Ezra bana bir haftadır yardımcı olmaya çalışıyor. Yarım saatte bir uyanıyorum, deliksiz bir uyku istiyorum.” Kendini karşımdaki sandalyeye bırakınca bacaklarımı kendime çektim. “Bana ne verdiğine dair bir fikrin var mı?”

“Bakabilirim?”

Sıkılmış gibi nefes verdi. “Hayır… beni zehirlemeni istemiyorum.”

“Yanlış anladınız, ne verdiğini bulabilirim demek istemiştim.” Ayaklandım, arkamdan sarkan eteğimi düzelttim. Küçük sandalyelerin arasından zar zor geçip rafların arasında kayboldum.

Carter oturduğu yerden “Emin misin?” diye bağırdı.

Onu sadece birkaç saniye beklettim. İsimlerin tek tek yazıldığı şişeleri parmaklarımla takip ederek okudum. Yine bir insanın bu kadar iksiri nereden bildiğini sorgulayacaklardı ama artık prens bile durumu normalleştirmişti. Carter’ın düşünceleri sorun olmazdı.

Onu sadece mayıştıracak bir şeyler bulup geri döndüm. Şişeyi masaya bırakmak için döndüğümde Carter’ın açık bıraktığım sayfaya eğildiğini, kaşlarını çatıp okuduğunu gördüm. Tam ortada donup kaldım.

“Asırlık büyü kitaplarına mı ilgi duyuyorsun?” Kafasını kaldırıp bana baktı. “Bu değişik büyülere…” Kitaba kaçamak bakış attı. Kullanılmayacak büyüler, sadece cesareti olanların kalkışacağı işlerdi.

Gülümsedim. “Hayır, benim değil. Ezra açık bırakmıştı.” Masaya şişeyi bıraktım. “İstediğiniz bu olmalı, uyumadan önce içmeniz yeterli.”

Carter şişeyi eline alıp rengini kontrol etti, kokladı ve geri bıraktı. “Sen bu saatte burada ne yapıyorsun?” Sorusuna karşılık veremedim, dik dik ona baktım. O neden burada oturmaya devam ediyordu?

“Uyku tutmadı. Ezra biliyor.”

“O yüzden sormadım.” deyip geçiştirdi, kendime hazırladığım tabağa uzandı. Yemeğimin birazına ortak olmasını sandalyemin ardından izledim. “Beni de uyku tutmuyor.” Şişeyi salladıktan sonra içti. “Uykumun gelmesini bekleyeceğim. Burada beklemem sorun olur mu?”

Sorun olacaktır demek istedim. “Bu garip değil mi?”

“Ezra’nın yeğeniyle vakit geçirmem mi? Hayır. Ayrıca, bana ne verdiğini bilmiyorum. Başıma bir şey gelirse müdahale edebilecekleri bir odada olmak işime gelir.” Kitabı kendisine çekti, öndeki sehpaya ayaklarını uzattı ve okumaya başladı. “Şaşırmış gibi duruyorsun Ava. Ezra’yla ne kadar samimi olduğumu bilmiyor olmalısın.”

Bir başka krallıkta herhangi bir şövalyenin bu şekilde davrandığını, prensin özel yardımcısıyla oturduğunu görmemiştim.

“Çıkabilirim.”

“Hayır, otur.” Tabağı bana doğru ittirdi, aramıza koydu. Karşısına çekingen bir şekilde geçtim ama kitaplara geri dönmedim. Ona baktığımı fark edince “Carter Axton,” dedi. “Sadece Carter demeni tercih ederim.”

“Bu pek uygun olmaz.”

Kitabın üstünden bana baktı. “Eğer burada çalışmıyor olsaydın ve seni dışarıda, Ezra’nın yanında görseydim oldukça uygun olacaktı. Şu an seni rahatsız eden sıradan bir şövalyeyim Ava.”

“Sıradan bir şövalye…” diye mırıldandığımda güldü. Sayfayı hızla değiştirdiğinde az kalsın kitabı elinden çekecektim. Parmaklarım açık bir şekilde kalınca kaşlarını kaldırıp bana baktı. “Kopacak.” Uyarımdan sonra gözlerime bakarak ve inanılmaz yavaş hareketle sayfayı çevirdi.

Kendi önüme bir başka kitabı çektim ama okumama fırsat vermeden soru sormaya başladı. “Saraya alışabildin mi? Merdivende beni durdurduğunda bir hayli yabancılık çekiyordun.”

Başımı salladım. “Evet, alışıyorum.”

“Nereden gelmiştin?”

“Izla.” Şaşırmış gibi durdu.

“Izla… güzeldir.” Ezra’yla daha önce planladığım geçmişim onu şaşırtmıştı. “Yeşillikler içindeki küçük bir kasabadan çıkıp saraya taşınmak zor olmalı.” Xilmari’ye oldukça yakın olan kasabaya hakim gibiydi.

“Gittiniz mi?”

“Bir kere.”

Ben de orada Cassandra olarak bulunmuştum ama kapüşonum yoktu, sıradan bir gece için yol üstünde durmuştum.

“Umarım yalnızlığına ve yemeğine ortak olduğum için kızmamışsındır Ava.” deyip tabağa bir daha uzandı.

Çiğnemesini izledim. “Kızmadım. Carter.” Gerçekten kızmamıştım ama neden oturduğunu anlayamıyordum. Canı sıkılmış gibiydi, belki de saatlerdir sarayda tek başına dolaşıyor, uykusunun gelmesini bekliyordu.

“Arthur bana yeni hizmetçisinin iksirlere ve bitkilere meraklı olduğundan bahsetti.” Kitabı hemen bıraktım. Benim hakkımda mı konuşuyorsunuz der gibi baktığımı yakaladı. “Ezra da oradaydı. Bu odada vakit geçirmenden dolayı Ezra’nın doğru söylediğini anlıyorum. Verdiğin iksiri de o yüzden içtim. Ezra söylüyorsa bir bildiği vardır.” Uzatarak konuşmuştu.

“Evet, ilgim var. Yarın Valtoa aramaya çıkacağımızı düşünüyorum.” Söylediğimin farkına varıp çenemi hızla kapattığımda ayaklarını sallamayı durdurdu. “Arthur bilmiyor.” Bu kez kaşlarını kaldırdı. “Yani prens. Prens bilmiyor. Ezra ona söyleyecekti.”

Gülmeye başladı. “Çaban takdir edilesi ama merak etme, ne hitap şeklini ne de yarın ki kaçma planlarını ispiyonlamayacağım.” Ayaklarını sallamaya devam etti. “Fakat Arthur buna izin vermez.”

Bütün ilgimi kendisine çekti. “İzin vermez mi?”

Umurunda değilmiş ve eminmiş gibi göründü. “Hayır, vermeyecektir.” Suratını inceliyor, devam etmesini bekliyordum. “Onu tanıyorum ve ormanın derinine Ezra’yla seni tek başına yollamaz. Yarın bu dediğimin doğru olduğunu görürsün.”

Samimiyetine ve rahatlığına güvenmeyi seçtim. “Ezra onunla konuşacağını söylemişti. Ben de sorabilirdim ama sanırım kendisi ikna etmek istiyor.”

Omuzlarını kaldırıp indirdi. “Peşine birilerini takacaktır. Belki de beni yollar. Ezra’nın çok amaçlı çiçeklerini toplamaya ben de giderim, yanında birisi olmak zorunda.”

“Bitki. Yabani ot.”

Parmağını kaldırıp elindeki kitabı aşağı çekti ve resme dokundu. “Ve çiçekler.” Ne olduğunu bilmediğinden emindim.

Yarım saat kadar oturdu, benimle birlikte kitaplıkları karıştırdı, Ezra’nın odasını didik didik etti. Bir ara esnediğini de gördüm. Kendime doldurduğum tabağın yarısına ortak oldu ve bir yerden sonra normalleşti, odayı karıştırırken tabağı onun önüne kendim ittirmeye başladım.

Bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar kişiyle konuşmuştum, onların arasına bu yarım saatin sonunda Carter da dahil olmuştu. Birbirimize pek bakmamıştık, ben ona hiçbir şey sormamıştım fakat o her canı sıkıldığında kafasını kaldırıp bana bir şeylerden bahsediyordu. Cassandra’yla oturduğunu bilmediği için bu kadar rahattı.

Üçüncü kez esnediğine kendisi de şaşırdı. Elindeki büyü kitabını masanın üzerine bıraktıktan sonra rahat oturuşunu bozup bana baktı. “Ya bu küçük şişe işe yaradı ya da bu odada bulunmak benim uykumu getiriyor.”

Kendim de kitabı kapattım. “Ben de artık çıksam iyi olacak.”

Carter benden önce davranıp ayağa kalktı. “Eşlik edeyim.”

“Buna gerek yok.”

“Israr ediyorum.”

Küçücük yalandan bir tebessümle önüne geçtim. Ezra’nın odasını normalden daha dağınık bırakıp dışarı çıktık. Carter, kapıyı kapatıp yanıma geldi, elleri ceplerinde yürüyordu.

“Nerede kalıyorsun?”

“Hemen şurada.” dedim, ilerdeki koridoru gösterdim. “Gerek olmadığını söylemiştim.”

Sadece birkaç dakikada odamın önüne geldik. Carter karşıma geçip gülümseyerek suratıma bakıyordu. “Eğer sabaha kadar deliksiz bir uyku çekersem Ezra’ya seni bütün gün öveceğim Ava.” Gülümsemekle yetindim. “İyi geceler,” Aylak bir şekilde geriye doğru adım attı. “ve sanırım… yarın görüşürüz.”

Loading...
0%