Yeni Üyelik
8.
Bölüm

8. Bölüm

@leeseaa

Odamdaki aynanın karşısında kendime bakıyordum. Ezra sabah beni uyandırmıştı, Arthur’la çoktan konuştuğunu söyleyip odasına gitmeme hiç gerek olmadığını söylemişti. Prens sabahtan beri babasıyla vakit geçiriyordu. Giyinmiştim ve Ezra’yı bekliyordum. Beni odadan alacaktı, atları hazırlatmıştı ve ormana gitmeye hazırdı.

Pantolonumun üzerine giydiğim tunik Ezra’nındı ve neredeyse bacaklarımın yarısına iniyordu. Getirdiği kemeri belime sıkı sıkı bağladım ama kendimi boğacak kadar sıkmadım. Aynaya baktığımda elbiselerle taşıdığım silüetin aynısını görüyordum, Cassandra da bunları giyebilirdi ama bu renklerle, sıradan bir alt tabakaydım.

Otlakların arasında yürümeye uygun çizmelerimi giydikten hemen sonra kapıma vuruldu. Ezra’yı içeri aldım. Bana baştan aşağı bakıp gülümsedi. “Mutlu musun?”

“Mutlu olduğumu söyleyemem ama iyi hissediyorum.”

“Hazırsan çıkmalıyız Ava.” Saçlarımı gelişigüzel toplamamı izledikten sonra koridoru gösterdi. Özensiz olmak, yürürken zorlanmamak, üzerimde deriden bir kemer olması… sadece birkaç hafta önce hanlara girip çıkmamı hatırlatıyordu. Sıradan kıyafetler kendimi Cassandra olarak göstermediğim günlerde kuşandıklarımdı.

Koridora çıktığımızda Ezra’nın birkaç kişiye gülümsediğini gördüm. Çoğuna selam verip geçiyordu. “Burada kime seni sorsam hepsi bana seni çok sevdiğini söylüyor ya da bir şekilde belli ediyor.” dedim aşağı inerken. “Özellikle Arthur’un ve Ephraim’in sana asla ses yükseltmeyeceğini düşünüyorum.”

Ezra mütevazı gülümsemelerinden birini takındı. “Arthur’un annesinin shar değil de bir insan olduğunu biliyor musun?” dedi, bambaşka bir şey söyledi. Başımı salladım. “Çok hastaydı, devam etmesine imkan yok gibi duruyordu. Eloise doğru düzgün nefes alamıyordu.”

“Onu iyileştirecek tedaviyi sen buldun.” dediğimde başını salladı.

“Arthur daha şu kadardı.” Elini bacaklarına kadar indirdi. “Küçücük haliyle teşekkür ettiğini hatırlıyorum. O günden sonra ufak bir sorununda odamın kapısına gelirdi, benimle konuşurdu ve Ephraim onu benim yanımdan alırdı.”

“Eloise öldüğünde prens kaç yaşındaydı?”

“On dokuz.” Yedi yıl önce annesini kaybetmişti, Arthur benden sadece bir yaş büyüktü. “Eloise, Kral Oliver’ın düzenlediği suikast sonucunda öldü ama sen bunu biliyorsundur.” Bu kez ben onayladım. Oliver’ın krallığına ait topraklar artık Xilmari’nin sınırları içerisindeydi. “Annesinin öldüğünü Arthur’a ben söylemek zorunda kaldım ama babasının yüzünü gördüğü an zaten anlamıştı. Ne olduğunu tahmin edebiliyor musun?”

“Edebiliyorum çünkü o savaşı izledim Ezra.”

Şaşırmadı. “Xilmari de büyü yasaktır ama o gün bütün sharlar prensin önderliğinde içinde tuttukları öfkeyi kustular. Xilmari’de yaşayan herkes Eloise’i severdi, neredeyse halkın içinde yaşıyordu.” Yan gözle bana baktı. “O savaşı durdurabilirdin.”

“Ben sadece gerektiği yerde ortaya çıkarım. Bunun bir sebebi vardı ve Ephraim yok etmekte çok haklıydı.” O sustu, bu kez ben konuştum. “Bütün krallığı yok ettiler. Gözlerimle gördüm. Kale diye bir şey kalmadı, surları yaklaşmadan parçaladılar. Bazı şövalyelerin gücü küçümsenemez ama o gün taşları yerinden söken Arthur’du. İntikam tutkusu böyle bir güç verebiliyor.”

Haftalar süreceğini düşündüğüm savaş sadece birkaç günde son bulmuştu. Arthur’u o kalabalığın içinde seçememiştim fakat taşları yerinden sökenin o olduğunu biliyordum.

“Ephraim ne yaptı?”

Ezra o günlere gidip gelmiş gibi iç geçirdi. “Yas tutmasının asla son bulmayacağına inandım. Ephraim, Eloise’i çok seviyordu. Uzun süre kendine gelemedi. Arthur da annesine oldukça düşkündü, ikisi içinde zor oldu.” Ezra mırıldandı. “Cassandra’nın genellikle kale içindeki dedikoduları dinlediğini düşünüyorum.”

Gülümsedim. “Oldukça ilgimi çekerler.”

Ezra parmağıyla yaklaşmamı işaret etti. Kulağıma doğru eğildi. “Ephraim, Arthur’a evlenmesi için ısrar etmiyor çünkü tıpkı kendisi gibi, aşık olduğu kadını bulmasını istiyor. Ephraim’in babası zorla evlendirildi ama o Eloise’i, babasının gözünde sıradan bir insan olan kadını seçti. Mutluydu ve Arthur’un da mutlu olmasını istiyor. Ama daha ne kadar bu şekilde bekler bilemiyorum.”

Boğazımı temizleyip dudaklarının önünden çekildim ve önüme döndüm. “Prens ne diyor?”

“Konusu açıldığı an kaçar.”

Cevap vermek istemedim. Duymayı beklediğim bu değildi.

Dün gece Carter’ın da odasına geldiğini ve dağınıklığın bu yüzden oluştuğunu ona anlattım. Carter’dan bahsederken küçük bir kahkaha attı. “Yoldayken anlatacağım.” dedi çünkü alt kata inmiştik, sessiz kalmak istiyor gibiydi. “Bu arada, söylemeyi unuttuğum bir şey var… ormana ikimiz gitmiyoruz.”

Kolunu tutup onu durdurdum. “Ne?”

Ezra bunu bana bilerek söylememişti. “Carter, Philip, George ve Arthur da geliyor.” Gözlerini kıstı. “Gerçekten bunu söylemeyi nasıl unuttum anlamadım. Yürü.” Omuzlarımdan tutup beni önüne geçirdi.

“Prensin ormanda ne işi var?”

“Bizi yalnız bırakmak istememiştir Ava. Valtoa ormanın derinlerinde olur ve patikayı sadece biz kullanmıyoruz. Senin istediğin pantolon giymekti ve ben sana bunu verdim. Elimden ancak bu geliyor.”

“Bunu Arthur teklif etti değil mi? Dün Carter da aynısını söylemişti, büyük ihtimalle kendisinin bize eşlik edeceğini düşündü.”

“Hayatımız onun için önemli demek ki. Ya da kendisi de çıkmak istemiştir. Bizi ilgilendirmiyor Ava!”

Kalenin içindeki koca heykelin önüne gelene kadar beni bırakmadı. Uzayıp giden merdivenlerin başına geldiğimizde aşağıda bizi bekleyen dört kişi gördüm. Simsiyah atı tutan prens de onlardan biriydi.

“Bir daha senden hiçbir şey istemeyeceğim.”

Aşağıya yüzümdeki yabancı ifadeyi yok ederek indim. Sona yaklaştığımızda atın yelelerini okşayan prens bizi gördü, hemen atı bırakıp bize döndü. Arthur bana ve üzerimdeki kıyafetlere gayet belli ederek bakarken önünde eğildim, Ezra bu sırada konuştu. “Hazırız lordum, istediğinizde çıkabiliriz.”

Arthur bana bakarken ben atlara dönmüştüm. Bakışlarının altındaki ima bana göre çok açıktı, yanından kaçtığım için ve ona kendim gitmediğim için hafif sinirlenmişti.

“Ava, kendisi yolculuk yapacak lordum.” dedi Ezra ve herkesi kendisine çevirdi.

Carter ata son anda binmekten vazgeçip ilk önce bana ben demiştim der gibi baktı, ardından Ezra’ya döndü. “Hızlı olmak gerekebilir Ezra.”

“At binmeyi biliyorum.” dedim hiç beklemeden.

Ezra soğuk sesimi yatıştırmak ister gibi gülümsedi. “Evet, bizi yavaşlatmayacaktır.”

“Nedense şaşırmadım…” diye mırıldandı prens. “Tartışmaya vakit yok, çıkmalıyız.” Konuşmaları sonlandırdı. Hava kararmadan geri dönmek istiyordu.

Ezra, seyisin tuttuğu atı kaş göz yaparak işaret edince hemen oraya yöneldim. Çevik bir hareketle kendimi atın üzerine çekip hemen dik oturuşa geçtim, dizginleri elime aldım. Başımı çevirdiğimde prensin hemen yanımda, kendi atına binmemiş şekilde izlediğini gördüm. Binişimden memnun olmuş olacak ki, önüne dönüp hızla eyere çıktı.

“Gidelim.”

Arthur’u yanındaki iki şövalye takip etti. Carter geçmemizi işaret edince patikaya doğru Ezra’yla yan yana yol aldık. Prensin aralarından geçtiğini gören köylülerin hepsi yoldan çekiliyor, selam veriyor ve gülümsüyordu.

Çevreme bakınarak, “Ne olursa olsun, bunun için teşekkürler Ezra.” dedim.

“Yardımcı oluyorsam ne mutlu bana. Görevim bu.”

Tek bir ricayla beni hemen çıkarmıştı. Kahinlere de içimden teşekkür ettim. Ezra’yı buldukları ve Saya’yı değil, beni onun yanına yolladıkları için.

Kalenin güvenli sınırlarının dışına çıkana kadar tempolu ilerlemiştik ve kimse konuşmamıştı. Xilmari’nin ormanla kaplı çevresi ve ucu bucağı olmayan kısımlara doğru acele etmeden ulaştık. Tüccarlar için güvenli sayılan toprak yola, ormanın içine girdiğimizde Arthur iyice yavaşladı.

Saraydan iyice uzaklaşana kadar ses seda çıkmamıştı.

“Hey, Ezra!” Carter’ın sesi en arkadan gelince hepimiz ona döndük. Kocaman bir gülümseme takınmıştı. “Dün gece deliksiz bir uyku çektim. Bir an size yetişemeyeceğime bile inandım, kalkmak istemedim. Ve bunların hepsi yanında duran kızın sayesinde oldu. Ava’ya borçlandım!” Bana dönüp göz kırptı. “Öveceğimi söylemiştim.”

Ezra bana ne diyeceğini bilememiş gibi baktı.

“Tanıştığınızı bilmiyordum.” dedi Arthur’un hemen yanından ilerleyen, arkasını neredeyse dönmüş olan iri adam. “Sör Philip…” Onun da suratında muzip bir gülüş vardı.

Carter, “Dün gece birlikte vakit öldürdük.” dedi.

“Önceden de tanışmıştık ya Philip. Merdivenlerde yolumuz kesilmişti.” dedi diğer şövalye, ardından abartı bir şekilde selam vererek, “George.” deyip adını söyledi.

Gülümseyerek başımı eğdim, hangisinin hangisi olduğunu da öğrenmiş oldum.

Ezra bana doğru iyice yaklaştı ve eğildi. Şövalyeler isimlerini söyledikten sonra kendi aralarında muhabbet etmeye başlamıştı. “Alışırsın, onlar biraz şeydir…” Kelimeyi bulamadı fakat ne oldukları belli oluyordu. Arkadan öne, birbirlerine laf atan üç adam.

“Fark ettim.”

Ezra sesini kısık tutmaya özen göstererek anlatmaya başladı. “Carter ve Arthur aynı yaşta, bebeklikten beri birbirlerinden ayrılmıyorlar. George ve Philip de aynı şekilde, üçünü sürekli birlikte görebilirsin. Arthur da mümkün olduğu kadar yanlarında oluyor.” O anlatırken ben diğerlerine çaktırmadan bakıyordum.

Hatırladığım kadarıyla ilk gün, merdivenlerde sadece onlar vardı ve birlikte bir yerlere gidiyorlardı. Diğer dikkatimi çeken ise, konuşurken Arthur’a bağırmaları ve laubali oluşlarıydı.

Ezra’yı da beni de umursamıyorlardı.

“Carter’la çok fazla vakit geçiriyorum Ava. Genellikle sabahları odasından çıkamaz, Arthur ona ne görev veriyorsa dinliyormuş gibi yapar ama sabaha unutur.”

“Prens kızmıyor mu?”

“Hayır çünkü çok iyi bir şövalye ve en güvenilir dostu. Ama dediğim gibi Carter… işi aksatmayı seviyor.”

Hepsinin üzerinde kat kat kıyafet olsa da ne kadar fit oldukları belli oluyordu. Philip, George’a göre daha uzundu ama ikisi de oldukça iri aramlardı. George, kumral kısa saçlara ve inanılmaz sert bir mizaca sahipken Philip’in kahvenin en koyu tonlarına hakim, uzun saçları vardı.

Aralarında geçen ve oldukça yabancı gelen konuşmayı dinlerken bir hayli yol katettik ama hala sakin adımlarla ilerliyorduk.

“Ezra,” Arthur seslendi. “ileri geç, yolu göster.” Valtoa, patikanın kenarlarında bulunamayacağı ve içeri girmemiz gerektiği için Ezra en öne doğru ilerledi. Ezra, Philip’in yanına geçtiğinde Arthur hemen yanımda kaldı. “Güneş batarken saraya döneceğiz.” Arthur’un emir niteliği taşıyan sözlerinin ardından Ezra başını sallayıp atı koşturttu.

Öndekiler hızlanınca prensin bakışları bana kaydı. Ata vurdum, hemen Ezra’nın peşinden ilerledim. Arthur bir metre bile önüne geçmeme izin vermeden yanımda kaldı. Ezra’nın ve diğerlerinin ormanı ezbere bildiği her hallerinden belliydi ama benim de onlardan kalır yanım yoktu. Xin ormana girdiği an gözlerim gözleri olmuştu ve gezdiği her yeri hafızama kazımıştım. Xilmari’ye gelmeyi, burada kalmayı şansa bırakmamış ve içinden geçen her yolu, kestirmeyi görmüştüm.

Ezra birazdan patikadan çıkacak, aşağıya doğru ilerleyecekti.

Birbiriyle aynı görünen ağaçların arasında kaybolana kadar durmak bilmedi. Saçlarım atın hızının şiddetinden dolayı tel tel çıkmaya başladı, sırtıma doğru döküldüler. Arada sırada bana bakan prens ve şövalyeler ise at binmenin beni yormadığını, aksine hoşuma gittiğini görebilirlerdi.

Bir saat kadar tempo değiştirerek ilerledik ve ağaçlar güneşin yapraklarını delip geçemeyeceği kadar sıklaşmaya başladığında durmaya karar verdik.

“Dinlenelim.”

Attan yokuş aşağı inen yola gelmeden indim. Dizginleri elime alıp Ezra’nın yanına gittim. Matarasını daha kendisi içmeden bana uzattı. Küçük birkaç yudumdan sonra “Ne kadar kaldı?” diye sordum.

İleriye baktı. “Çok değil. Yarım saatten az. İlk başta seyrek görünüyorlar.” Bir yandan yolu işaret ediyordu.

“Prensim!” Carter’ın gülerek bağırdığını duyunca omzumun üstünden arkama baktım. İçtiği suyu havadan Arthur’a atmıştı. Prens, eldivenini bile çıkaramadan matarayı havada yakalamak zorunda kaldı.

Ezra onları hoşnut bir şekilde izledi. “Çok samimiler.” diye mırıldandım. “Beklemiyordum.”

“Sana söyledim.”

Ezra, matarayı ve omzuna astığı çantayı yere atıp çimenlerin üzerine kendisini bıraktı. Hafif yatar şekilde oturduğunu George görünce hemen yanına gitti. Önümden geçerken göz temasını oldukça uzun tuttu, Ezra gibi neredeyse yattı.

Bacaklarımı biraz olsun açmak için yürüyeceğimi söyledim. Ezra kaybolmayacağımdan emin olduğu için hiçbir şey demeden başını salladı, George ile muhabbete daldı.

Diğerlerinin önünden geçip otlakların arasına ilerlemeye başladım. Yarısı açılmış saçlarımı tamamen özgür bıraktım, bacaklarıma kadar uzanan çalıların üzerinden atladım. Çok uzaklaşmamıştım, arkamı döndüğümde diğerlerini görüyordum ve Ezra’nın sesi hala geliyordu.

Saçlarımı tekrar toplamak için kollarımı kaldırdım ama gözüme takılan mor çiçek yüzünden kollarım tepede kaldı. Başımı yana eğdim, dudaklarımın arasında tokayla kaldım. Çiçeğe gözlerimi kısıp bakıyorken arkamdaki çalıların içinden hışırtı geldi, sonra üzerinden birisi geçip yanıma ulaştı.

Baktığım çiçeği fark edince, “Vay canına…” diye mırıldanıp ona doğru eğildi.

Tokayı ağzımdan hızla çekip ellerimi kaldırdım. “Dur, dokunma!” Öyle bir bağırdım ki arkadaki sesler tamamen kesildi.

Bacaklarının üzerine eğilmiş, eli çiçeğin sadece birkaç santim üstünde kalan Şövalye Philip bana kocaman açık gözlerle baktı.

“Dokunmamalısınız.” dedim, düzelttim. Philip iki elini de havaya kaldırdı ama hiçbir şey demedi.

Bağırdığımı duydukları için arkada kalan herkes buraya doğru ilerledi. Ezra, Philip’in başına geçip çiçeği gördü. “Ah…” dedi gülümseyerek. “Az kalsın seni kucağımızda götürecektik Philip.”

Philip hala yerdeydi, çiçeğe bakıyordu.

Arkamda prensin ve Carter’ın varlığını hissetsem de onlara dönmedim. Küçücük bir çiçeğin başına altı kişi toplanmıştık. “Dokunduğunuzda şişmeye başlarsınız efendim. Hareket edemeyecek kadar şişersiniz.” Toplamaktan son anda vazgeçtiğim saçlarımı kulaklarımın arkasına ittirdim. Şövalyelerin üzerine bakıp Carter’ın belinden sarkan hançeri gördüm. “Alabilir miyim? Teşekkür ederim.”

Hançeri işaret ettiğimde beklemeden avucuma bıraktı.

Ezra omzundaki deri çantayı çıkarıyordu. “Dikkatli ol.” Bana çiçeğin etki etmeyeceğini tahmin etse bile uyarmadan geçemedi.

Eğilip neredeyse kökünden tuttum ve hançerle ortasından kestim. “Yaprakları ölümcüldür ama kurutulduğunda…”

“Şifaya dönüşür.” diye tamamladı Ezra.

Ortasından tuttuğum çiçeği Ezra çantasına atmadan önce iyice sarmak istedi ve atların yanına ilerledi. Philip hala az önce çiçeğin durduğu yere bakıyordu. “Başka var mı?” deyip bir tur döndü.

“Yok.”

Carter, geri uzattığım hançeri beline takarken “Artık sen de teşekkür borçlusun.” diyerek yürüdü, Philip’in omzuna elini koydu.

Philip ile göz göze gelince “Affedersiniz Sör Philip. Bağırmak istemedim.” dedim çünkü sesim ormanda yankılanmıştı.

“Şişmemi engelleyeceksen bana istediğin kadar bağırabilirsin Ava.”

Carter onun omzuna vura vura, neredeyse avuturcasına, diğer tarafa götürdü. Başımı kaldırıp diğer taraflara bakarken bağırışlar git gide uzaklaştı ama arkamda hala birisi duruyordu. Yavaşça ona doğru döndüm. Arthur üç adım mesafe bırakmıştı, bugün daha da koyu görünen gözlerini saçlarımda tutuyordu.

Uzun süre bakınca “Bir şey mi istediniz lordum?” diye sordum.

Bakışlarını yüzümden saçlarıma çıkardı, bana doğru birkaç adım attı. Elini kaldırınca hiç hareket etmeden ne yapacağını bekledim. Saçlarımın tepesine uzandı, deri eldivenleriyle kapadığı parmaklarını oyaladı.

“Ne yapıyorsun?” dediğimde elini saçlarımın arasından çıkardı ve iki parmağının arasında tuttuğu kurumuş yaprağı gösterdi. Dudaklarımı birbirine bastırmamı zevkle izleyip yaprağı yere attı.

“Seni yapraklardan kurtarıyorum.” dedi. Hemen ardından elim saçlarıma gitti, başka bir şeyler takılmış mı diye kendim kontrol ettim.

“Öyle demek istemedim lordum.”

Umursamadı. Diğerlerinin olduğu tarafa dönüp ıslık çaldı. “Gidiyoruz!” Sonra bana dönüp yürümem için yolu gösterdi. Şövalyeler çabucak atlara bindiler, Ezra’yı takip etmeye başladılar. Üzengiye ayağımı geçirip kendimi yukarı çektiğim sırada Arthur atına atlayıp önüme geçti ve yolumu kapadı. “Bekle.”

Diğerlerinin gidişine, sonra onun önüme atıyla engel koymasına baktım. Şövalyelerle aramızda hala gözle takip edilebilir mesafe açılınca ata vurdu, arkamdan geçip yanıma geldi.

Yanımdan oldukça yavaş ilerlerken benim atımı da harekete geçirtti. Ona bakıyordum, önüme bile dönmemiştim. “Eğer izin istiyorsan ya da bir gün molayı kendine hak görüyorsan bunu bana söylemelisin Ava.” dediğinde neden bizi durdurduğunu ve arkadan takip ettiğini anladım.

“Hayır lordum, bu yüzden değildi.”

“Bana gelen Ezra değil de sen olsaydın, aynı kelimeleri sen duyacaktın.” Mahcup olmuş gibi görünmeye özen gösterdim ve biraz olsun numara yaptığım duyguları gerçekten hissettim. O, düşündüğüm gibi bir adam değildi, anlayışlıydı. Valtoa arama bahanesine belki de gerçekten hiç ihtiyacım yoktu.

“Biliyorum.”

“O zaman neden bana sen gelmedin?”

“Bilmiyorum.”

Ondan kaçıyordum ama günün sadece belli bir kısmı… Kaçılacak birisi değildi, hatta sabah onu görmediğimde günüm başlamamış gibi hissediyordum.

Önüne bakmaya başladı. Bir eliyle dizgini tutuyor, oldukça rahat görünüyordu. “Carter’la vakit geçirmişsin.” dediğinde dışarı çıkmamızın muhabbetinin tamamen kapandığını, bir başka sulara yelken açtığımızı anladım. Diğerlerine yetişmeye hala çalışmıyordu.

“Evet. Dün gece Ezra’nın odasına iksir istemek için geldi, ben de yardımcı oldum.”

Gülümsedi. “Ona sabah çıkacağımızı söylediğimde hiç şaşırmadı.”

Carter beni ispiyonlamamıştı fakat mimikleriyle ele vermişti. “Dün bahsettim. Yani… Ezra’nın Valtoa sıkıntısı çektiğini ve sizinle konuşacağını söyledim.” Devam etmemi istiyor gibi baktığında iç geçirip zaten öğrenebileceklerini sıraladım. “Uykusu gelene kadar odada benimle vakit öldürdü desem yeridir. Carter, başına bir şey gelirse güvenilir bir odada olmak istediğini söyledi.”

İlgisini hızla çekmiştim. “Carter?” dedi şaşırarak. “Ona ne zamandır bu şekilde hitap ediyorsun?”

Takılanacağını düşünmediğim bir noktaydı. “Kendisi böyle seslenmemi istedi… lordum.” Arthur’un gülümsemesi her zamanki gibi sahici değildi. “Onun için bir problem yoksa benim için de olamaz.” Carter, Xilmari de gördüğüm en sıradan ve kurallara en az dikkat eden sharlardan biriydi.

“Tabii ki olamaz.” dedi, dik oturdu. “Yetişelim.”

Atı koşturtmadı, sadece temposunu arttırdı. Philip ve George’un hemen arkasına takıldığımızda öne geçmeye gerek duymadı. Ormanın iç kısımlarına kadar aynı şekilde ilerledik. Engebeli arazide, ağaçların aşağı doğru kaydığı kısma kadar onunla konuşmadım. Ezra, on dakika sonra yaklaştığımızı bağırmıştı.

Arthur’un sessizdi ama aklından bir şeyler kuruyor gibiydi. Bana bir şey söylemek için döndüğünü fark etmedim, gözüm başka yere takılı kalmıştı. Arasından geçtiğim otlakların tam ortasında dikkatimi çekmişti. “Ezra, Valtoa!”

Ezra, atını durdurup hızlı bir hareketle yön değiştirdi. İşaret ettiğim yere bakınca “İyi yakaladın.” dedi, çevreye baktı. “Yaklaşıyoruz, birazdan aylarca yetecek kadar Valtoa toplayabilirim.” Yine de gördüğümüzü boş geçmedi ve atından atlatıp yaprakları deri çantasına attı.

Ezra, artık nereye gittiğinden emin olduğu için hepimize hızlanmamız gerektiğini söyledi. Beş dakika sonra kendimi bitkilerin cennetinde buldum. Tepeye doğru eğimli kısmın hemen altında kalmıştık. Burada ne Xilmari’nin şövalyeleri devriye geziyordu ne bir başkası vardı. Ezra’yla birlikte herkes attan indi. Sol taraftaki bitkilere doğru ilerlediğimde Carter ve Arthur benim olduğum kısma yöneldi, hemen arkamda beklediler.

“Yardımcı olmak isterdim ama olmayacağım çünkü neye dokunduğumu bilmiyorum.” dedi Carter. Bir eli kılıcının üzerindeydi, sırıtıyordu.

“Gerek yok. Burada ölümcül bitki olduğunu zaten sanmıyorum ama sen yine de elleme Carter.”

Yeltenmedi bile.

Yaklaşık on beş dakika kadar yaprakların içinde kaldım, elime geleni toplayıp çantaya attım. Ezra’nın stoğu tükenmiyordu ama ilerleyen haftalarda bir daha gelmesine gerek kalmayacaktı. Sırf ben çıkayım diye iki misli yaprağı odasında tutacaktı.

Çantam dolduğunda dizlerimin üzerinden kalkıp arkama döndüm. Carter atların yanındaydı, prens ise benimle birlikte ilerleyip çevreyi kontrol ediyordu. “Ben hazırım.” dedim elim çantamın üzerindeyken.

Arthur, birkaç metre ötede, bitkilerin arasında görünmeyen Ezra’ya baktı. “Ben de tamamım Arthur. Dönebiliriz!”

Arthur başını salladı ve diğerlerine de atlara yönelmeleri gerektiğini söyledi. Ezra benimle birlikte en önde kalan atlarımıza doğru yürürken gülümsüyordu. “Memnun oldun mu?”

“Hava değişikliği oldu.” diye mırıldandım. Atımın önüne geçip onunla karşı karşıya kaldım. “Gerçekten yeteri kadar topladık mı?” diye sordum. Bir yandan da atın dizginlerini tutuyordum.

Ezra, burnunu yanağıma değdiren ata bakarak “Evet.” diye mırıldandı.

Elim atın yumuşak burnundayken Ezra’yla şövalyelerin toparlanmasını beklemeye başladık. Ezra konuşurken gözlerim tepeye doğru çıkan toprak tepeciğe doğru kaydı. Atı seviyor, Ezra’yı dinliyordum ama bakışlarım asla onda değildi.

Anlattıklarını dinlemediğimi fark etti, sustu. Tebessümüm yavaşça silinirken bakışlarımı sol tarafa kaydırdım ve bir adım geriye gidip atın önüne kendimi gizledim. Dinlemeye çalıştım.

Güçlerimi tamamen uyutmuştum fakat orman hala içinde özgürce gezinebileceğim bir alandı, içinde olan her şeyden ufacık bir his doğrultusunda haberim oluyordu. Yanımdan geçen kişilerin ne kadar güçlü olduğunu uykudayken zar zor anlıyordum ama hala birilerinin yaklaşıp yaklaşmadığını fark edebilirdim.

“Ne oldu?” diye sordu Ezra.

Parmağımı kaldırıp ona bir dakika yaptım. Sadece saniyeler sonunda gülümsemem tamamen solmuştu. Kocaman gözlerle ona dönüp “Yalnız değiliz.” diye fısıldadım.

“Ne?”

“Yalnız değiliz Ezra.” Tepeyi işaret ettim. “O tarafta birileri var.”

Ezra beni ele verecek bir hareket yapıp arkasını döndüğünde hemen kolunu tuttum. Son anda kendisini durdurdu. “Emin misin?”

“Cassandra’yım ben. Tabii ki eminim.”

Atın başının kenarından atların yanında durup muhabbet eden şövalyelere hızlıca baktım. Kaç kişinin geldiğini anlamıyordum, belki de sadece sıradan bir büyücüydü. Ezra koluma yapışıp, “Sakın.” diye dişlerinin arasından fısıldadı. “Sakın açayım deme.”

“Kaç kişiler bilmiyorum.”

“Kaç kişi olursa olsun, bu şövalyelerin namı yürüyor ve prens burada.”

“Lanet prens gelenleri fark bile etmiyor! Kara büyüyü hissetmiyorum. Sadece sıradan birkaç büyücü…” diye söylenip bir daha eğildim ama o sırada Arthur’un diğerleriyle konuşmadığını ve az önce baktığım yere baktığını gördüm. “Sen söyle. Sen de bir sharsın Ezra.”

“Arthur,” Ezra sesini kısık tutup geriye doğru bir adım attı. Birilerinin yaklaştığını hissettiğini söylemeye yeltendi ama prensi görünce hemen sustu.

Arthur’un adını söylediği anda prens bize dönüp işaret parmağını dudaklarına götürdü, sessiz olmamızı belli etti. Hissetmişti.

Saniyeler geçtikçe uzakta neler döndüğünü daha iyi kavrıyordum ve beni asla yanıltmayan hislerim oldukça kalabalık olduklarını vurguluyordu. Gözlerimi çevrede gezdirip uzaklara ulaşmaya çalıştım.

Xin burada değildi. Xin burada olsaydı yaklaşmalarına izin vermezdi ya da yaklaştıkları an ben zarar görmeyeyim diye saklandığı delikten çıkardı.

Prensin gözleri yanındaki şövalyelerden bana kaydı. Bana yanına gitmemi işaret edince atın önünden çekildim ama aynı anda seri adımlarla o da bana yaklaştı. Atımın hemen arkasında kolumu tutup beni kendisine çekti. Yüzü yüzüme çok yakın bir mesafeden fısıldadı. “Saklan ve içimizden birisi senin yanına gelene kadar ağaçların arasından çıkma.”

Loading...
0%