@leeseaa
|
Bir ağacın arasına geçip saklanmayı kendime asla yakıştıramazdım. Belki de önümdeki üç şövalye kadar iyi kılıç kullanıyordum, hatta daha iyi, ama onlar bunu bilmiyordu. Göstermek isterdim ya da tek çırpıda hepsini silebilmek ama mümkün değildi. Role uygun davranmak, Ava kimliğinden asla çıkmamak zorundaydım. Ağaçların arkasına korkak gibi tünemem gerekiyordu. Ezra yukarıya çıkan yolun ortasında durup bana baktı ve başını hafifçe iki yana salladı. Güçlerimi açmamı istemiyordu, sebebini bile bilmeden bana hayır diyordu. Hiçbir tepki vermeden bekledim. Kaç kişinin yaklaştığını kimse bilmiyordu ama koca bir grup görürsem Ezra’yı tehlikeye atmayacaktım. Ezra’nın da belinde bir kılıç vardı, burada savunmasız olan sadece bendim. Ama kılıç ona yetmeyebilirdi. Daha önce içimi endişe kaplamamıştı, özellikle bu kadar yabancının arasındayken korktuğum sadece kendimdim. Sadece Saya için endişelenmiştim, bir başkasını düşüneceğim aklımdan bile geçmiyordu fakat gözümün önünde Ezra’nın kalbinden bir kılıç geçtiğinin görüntüsü belirince tüylerim kalkıyordu. Ezra hızla yoldan dönüp bana doğru ilerledi. O yön değiştirince pusmuş olan şövalyeler de bize baktı. Belindeki hançeri elime bırakırken kulağıma doğru yaklaştı. “Sakın kullanma, sadece üzerine birisi gelirse şaşırtmak amaçlı davran. Kimsenin seni bilmemesi gerekiyor.” Ezra geri dönünce şövalyeler yukarıya doğru eğilerek yürümeye başladı. Altlarında, ağaçların arasında kaldım. Prens kılıç kullanmayı bildiğimi biliyordu ama tabii ki karşısında bir profesyonel görmeyi beklemeyecekti. Onun gözünde babasının küçükken kılıç tutmayı öğrettiği bir kadındım ve bu kadardı. Etkilenmiyor gibi katledemezdim, normal bir insan gözü körmüş gibi can alamazdı. Şövalyeler ileri açıldığında içimden kendime hakaretler yağdırıp ilerledim. Aramızda belirli bir mesafe bıraktım, kimse takip ettiğimi görmesin istedim. Artık sadece hissetmiyordum, gelenleri duyuyordum da. Ayak sesleri şiddetliydi, kesinlikle ritmik değildi. Kimse tepeye çıkmadı, hepsi ağaçların arkasına tıpkı benim gibi kamufle oldu ve onların gelmesini bekledi. Arthur sadece birkaç ağaç ötemde, en önde duruyordu. Gelenler shar değildi, onlar kadar güçlü olamazlardı çünkü ağaçların arasında birilerinin olduğunu hala hissetmemişlerdi. Arthur arkasına bakıp Carter ve George’a sağ tarafı işaret ettiklerinde ikiye bölündüler. Elini kaldırıp beklemelerini işaret etti, çalıların arasından gelen kişiler artık görülüyordu. On iki kişi, paçavra kıyafetlere sarınmış ama ellerinde de yepyeni kılıçlar ve baltalar olan büyücüler. Yankesiciler ve barbarlar. Bize iyice yaklaştıklarında adımları yavaşladı. Diplerine girene kadar çevrelerinde sharların olduğunu hiçbiri fark etmedi. Önde duran adamın havaya doğru başını kaldırıp gözlerini kısmasını izledim. Arkalarına pustuğumuz ağaçların diplerine girene kadar Arthur elini indirmedi ve sadece bir hamlelik mesafe kalıncaya kadar bekledi. Başını salladığını gördüm, hemen ardından ileriye atılarak iki metre önünde duran adamın sırtının tam ortasından kutsal kılıcı geçirdi. Çığlıklar içerisinde yere düşen büyücü diğerlerini de uyarmış bulundu ve şövalyeler aynı anda dışarı çıktı. Nerede olduklarını görmeyen adamlar biraz olsun afallasa da çabucak toparladılar ve bellerinden sarkan, kimisinin çoktan kuşandığı, kılıçları kaldırdılar. Hemen ağacın arkasından sıyrıldım ve olanı biteni görmek için iki öne geçtim. Az önce Arthur’un durduğu ağaca kendimi saklarken bir yandan da takip ediyordum. Şövalyeler dört bir yana ayrılırken prensin hareketlerini inceliyordum. Hemen önünde duran iki kişiyi büyüye ihtiyaç bile duymadan yere indirdi. Ezra’ya döndüm. Carter’ın bir adım yanındaydı, ona verilen kılıcı sanki elli yıldır tutuyormuş gibi kullanıyordu. Ormanda çığlıklar, haykırışlar yankılandı, birçoğu son nefesini şövalyelerin kılıçlarının önünde verdi. Ezra’nın geride durduğunu ve George ile Carter’ın yaklaşan herkesi geri püskürttüğünü görünce önüme geri döndüm. Bu adamların hiçbiri şövalyelerin aldığı eğitimi almamıştı, kılıç kullanmayı bile bilmiyorlardı. Elindeki kesici aleti kaldıran, şövalyelerin üstlerine koşuyordu ve şövalyeler bir açık bulup tek bir hamleyle işi bitiriyordu. Sadece sayı üstünlüğü çok fazlaydı. Ezra’nın sesini uzaktan duyduğumda öne fırlayacak gibi oldum ama iyiydi, genç büyücülerin bile hakkından geliyordu. Fakat ittirdiği adam elini kaldırıp mırıldanmaya başladığında işler değişti. “Siktir, Ezra… öldür onu.” Büyü yapan adamı ondan önce fark ettim, hızlı davranmak istedim ama Carter omzunun üzerinden ardına bakıp fısıltıları çıkaran adamı fark etti. Hemen arkasından darbe alan adam yere düşünce derin bir oh çektim. Ezra, sanki ona baktığımı hissetmiş gibi bana döndü. Başını sallayıp Carter’ın hemen arkasından, koşmaya başlayanların peşinden devam etti. Bu sırada önüme bir balta ve kopmuş bir kol düştü. Prensin kanlar içinde kalan kılıcını döndürüp yanından bağırarak koşan adamın göğsünden geçirdiğini gördüm. Önümde kolu olmayan bir beden, hemen onun önünde de sırtından kanlar akan bir adam yatıyordu. Ezra’nın dedikleri tamamen doğruydu, hiçbirisi yara almamıştı. Dışarı çıkmak için can atan güçlerimi sadece izlemeye ve hissetmeye yoğunlaştırmıştım. Arthur’u izlerken bir yandan sayıyordum, kaç kişinin öldüğünü ve kaç kişinin kaldığını takip ediyordum. Prensin yanından Philip çoktan ayrılmıştı, ikisi de tek başınaydı. Eksiklik hissettiğim için bakışlarımı yavaşça Arthur’un sağında kalan çalılara doğru çevirdim. Çalıların arasına eğilmiş, yan yana duran iki adamı görünce bir adım öne doğru attım. Arthur büyü kullanmıyor, kılıcının gücüne güveniyordu ve bütün dikkatini çarpıştığı adama yoğunlaştırmıştı. Arkasını dönmesini bekleyenlerin farkında bile değildi. Ne yaptığımı fark etmedim, tamamen içgüdüsel hareket ettim. Prens yalnızdı, prens onları görmüyordu, ellerinde tuttukları kılıçları bilmiyordu. Pusan adamlardan birisi onun dikkatini dağıtacak, diğeri ise göremediği ölümcül hamleyi üzerine bırakacaktı. Ağacın arkasından çıkıp önümdeki cesetlerin üzerinden neredeyse atlayarak ileri atıldım. Hançeri elime aldım ama yetmeyeceğine inanıp yere düşmüş bir kılıca uzandım, büyücünün ölü parmaklarının arasından çekip aldım. Ezra tehlikede değildi ama yine de kendime engel olamamıştım. Kılıcı düzgünce tuttuktan sonra iki adamı gördüğüm çalılara doğru başımı çevirdim ama ikisi de kaybolmuştu. Arthur, deminden beri kılıç tokuşturduğu adamın açığını yakaladıktan sonra bitirici hamleyi yaptı lakin arkasına bile dönmesine fırsat vermeden saklanan adam önüne atladı. Kılıcını indirmeye fırsat bulamayan prens ardına bakamadı, diğerini göremedi, ona koştuğunu fark etmedi. Düşündüğüm senaryo gözümün önünde oynuyordu. “Hayır, lanet olsun…” Adımlarımı büyüttüm, resmen koştum. “Arthur!” Ağzımdan çıkanı kulağım duymadı, hareketlerim kontrolden tamamen çıktı. Ona bağırdığımı duysa da önüne bakmaktan vazgeçemedi. Arthur’un arkasından sinsice yaklaşan büyücünün önüne kendimi attım. Geldiğimi gördüğü an prense gitmekten vazgeçip bana odaklandı. Kılıcını savurduğunda hançerle hızla savuşturdum, tepeye kaldırdığında da hançerle kılıcı çapraz tutarak başıma indireceği darbeyi engelledim. Sadece bir adım arkamda prensin kılıcından çıkan keskin sesi duyuyordum. Birbirine kilitlenen kılıçlarımızın arasından adamın kan içinde kalmış ve deliye dönmüş gözleriyle buluştum. Dikkatsizdi, gözü dönmüştü. Fırsattan yararlanıp dengemi sağladığım bacağımı bir anlığına kaldırıp kasıklarının hemen üzerine tekme attım. Acıyla bağırarak geriye düştü, elindeki kılıç fırladı. Adamı öldürmedim. Öldürmem asla beklenmezdi. Tekrar kalkmasını engellemek için ileriye koştum ama adam çoktan iki dizinin üzerinde, bir mumya gibi duruyordu. Mimik bile oynatmayan adamın suratında oyalandıktan sonra hızla arkamı döndüm. Arthur’un önüne atlayan adam da benimle çarpışan da aynı anda diz çökmüştü. “Yeter.” Arthur’un dudaklarından bir kelime çıktığı an çevremizde bulunan bütün büyücüler yere düştü. Prens tek elini havada tutuyordu, kelimeye bile ihtiyaç duymamıştı. Masmavi ve alev gibi parlayan gözlerini diğer tarafa çevirip yaptığı büyünün etkisini gözlemledi. Şövalyelerin çarpıştığı adamlar aynı anda yere düşünce kılıçlar havada takılı kaldı, saldıracak kimse yoktu. Arthur’un iri bedenin önünde kalakaldım. Hiçbir büyücünün ve hatta sharın kullanamayacağı kadar üstün bir büyüydü. Gözlerime bakarak yanımdan geçti, az önce yere düşürdüğüm adamın tam karşısına geçti ve inanılmaz yavaş bir şekilde boğazının kenarından kılıcı soktu. Konuşmayı bile unutmuş adam yana doğru düştüğünde prens diğerlerine bakıp “Öldürün.” dedi. Baştan sona sessizlik sağlandı, sadece mırıltılar duyuluyordu ama ardından kılıçların bedene girerken çıkardığı çirkin sesler de etrafa yayıldı. Arthur diğer tarafa döndüğünde daha fazla bakmak istemediğimi sansın diye başımı yan çevirdim, yere düşenlere bakmadım. Ezra hızla yanıma koştu. “Ava!” Omuzlarımdan tutarak beni sarstı. “İyi misin?” Sorduğu soru ve kullandığı kelimeler apayrıydı. Anladı mı diye soruyordu. “İyiyim.” diyerek onu yatıştırdım. Arthur ikimizin yanına koca iki adımda geldi, bana bakarak kılıcını kınına soktu. Ezra’ya bakışlarımla hiçbir şey olmadığını anlatmaya çalıştım. Kurtarılabilir bir durumdu, Arthur şüphelenmeyecekti. Ezra derin bir nefes çektikten sonra Arthur’a döndü. “İyi misiniz lordum?” Prens cevap bile vermedi. Carter, alnına düşmüş saçları kolunun temiz tarafıyla yüzünden çekerek bize yaklaştı. “Muhteşem bir büyü, hızlı bir son…” Az önce çarpışmamış, yorulmamış gibiydi. Diğerlerinin de yavaşça toparlandığını duydum ama George Arthur’a dönmek yerine bana yaklaştı. “Güzel hamle.” Kaşlarımı çatıp aşağı baktım. İzlediğinin farkına varmamıştım ama buradaki herkes ne yaptığımı görmüştü. Arthur pislenmiş eldivenlerini çıkarıp yere attı ve bedenlerde hızla gözlerini gezdirdi. “Gidiyoruz.” dedi. Hepsi yürümeye başladığında omzumda sıcacık parmaklar hissettim. Ezra ilk önce Arthur’un beni tutuşuna, sonra da suratıma baktı. “Onlara yardımcı ol Ezra.” Ezra, Arthur’un sözünün ardından hemen başını eğip diğerlerinin peşinden gitti. Elini üzerimden çektiğinde hızla ona döndüm. Kan gölünün üzerinde duruyordu. “Lordum ben…” “Ağaçların arasında kalmanı söyledim.” Bir adım attı. “Çıkma dedim.” Sesi ve duruşu hiç iç açıcı değildi. “Arkanızdan birisinin yaklaştığını gördüğüm halde orada kalmamı mı bekliyordunuz?” dedim, ben bile orada kalmak istemiştim ama kendime engel olamamıştım. “Sen yapmak zorunda olmadığın bir şey yaptın.” “Çünkü yapmasaydım siz ölümcül bir darbe alacaktınız.” “Ava…” “Hayır.” deyip lafını kestim. “Bunun için özür dilemeyeceğim, bunun için laf da işitemeyeceğim…” En son istediğim şey prensin neden emrime uymadın deyip beni azarlamasıydı, hayatını kurtardığımı göremeyecek kadar kör olamazdı. “Ava,” Sesinin tonu değişti. “Çalıda çoktan bekliyorlardı lordum ama siz o curcunanın içinde görmediniz.” Bir adım daha atıp bütün mesafeyi kapadı. Elini kaldırıp beni susturduğunda dudaklarım yarı açık kaldı. “Teşekkür etmeye çalışıyorum.” Başımı biraz geriye atıp suratına baktım. Ben teşekkür etmezdim çünkü daha önce teşekkürü hak edecek hiçbir şey yaşamamıştım ama prensin de nasıl teşekkür edileceğinden haberi yok gibiydi. “Önüme atladığın için.” Bu şekilde mi teşekkür ediyorsun diye haykırmak istedim ama beni şaşırtmıştı. “Tabii… lordum.” Surat ifadem değişince dudaklarının minicik yukarı kalktığını gördüm ama bunu hemen yok etti. “Gidelim.” Diğerlerinin yanına doğru yan yana ilerledik. Ezra’nın çoktan atın üzerine çıktığını gördüm. Kendi atıma yönelirken bir şey yok der gibi başımı salladım. Arthur, Xilmari’ye doğru hızla atı koşturtmaya başladı, bu kez durmayacak gibiydi. Hiç konuşmadım, ağzımı bıçak açmazdı. Çalışanı kılıç kullanmayı düşündüğünden iyi biliyordu, ata mükemmel binebiliyordu, bitkilerle ve büyü kitaplarıyla ilgiliydi… Prens düşünecekti, sebebini sorgulayacaktı. Cassandra olduğumu anlamasına imkan yoktu çünkü Cassandra asla bu şekilde kimlik değiştirmezdi ama bazı şeylerden şüphelenecekti. Xilmari’ye dönüş yolunda şövalyeler buraya kalabalık bir grubun yollanacağını ve çevrenin iyice kontrol edileceğini Arthur’a söyledi. Xilmari’ye varışımız dönüşümüzden çok daha kısa sürdü. Atlar son hız ormanın içindeki patikadan çıkarken yolu kapatan birkaç kişi önümüzden çekildi. Arkada Ezra ile birlikte, belli bir mesafeden ilerlemeye devam ettim. Prensin ve şövalyelerin üzerinde kan lekelerini gören herkes bize bakıyordu ama onların aksine benim üstüm tertemizdi. Saraya girdiğim an odama çıkmak ve sorulardan kaçmak istedim fakat Arthur’un yarın sabah bana birkaç şey soracağına şüphe yoktu. Saraya çıkan merdivenlerin önüne hızla geldiğimizde atları devralmak için birkaç kişi koşmaya başladı. Aşağı atlayıp omzumdaki çantayı Ezra’ya verdim. “Odamda olacağım.” dedi, yanıma gel demek istedi. Ezra’nın bir adım arkasından görünmez gibi ilerlemeye başladım ama ilk basamağa adımımı attığım an prens yanımdan hızla geçti. “Benimle gel.” Ezra da onun dediğini duyup bana kaçamak bir bakış attı. Şövalyeler bahçede kalıp yanlarına koşan kişilerle konuşmaya başladılar ama Arthur onlara hiç bakmadan yukarı çıkmaya devam etti. Homurdanarak peşine takıldım. Odasına gidene kadar hiçbir şey konuşmadı. Hemen arkasından içeri girip kapıyı kapattım. Kabzası kan iziyle kaplı kılıcını koca masanın boş tarafına bıraktıktan sonra dolabından havlu işi görecek bir kıyafet aldı, yüzündeki kan izlerini mümkün olduğu kadar temizledi. Yanımdan yürüyüp geçerken hala ellerim önümde bir şekilde bekliyordum. Kılıcın hemen yanına elindeki kıyafeti attı, masaya arkasını döndü ve baştan aşağı bana baktı. “Anlat.” dediğinde şaşkınlıkla kaşlarım yukarı kalktı. “Neyi anlatayım?” dedim, hemen ardından unuttuğum kelimeyi ekledim. “lordum?” Ellerini masaya dayadı. “Babası sıradan bir demirci olan kadın hem büyülere hakim hem de kılıç kullanmayı çok iyi biliyor. Bitkilere, büyülü bitkilere, ilgi duyuyor. Yıllardır at bindiğinden eminim ve konuşma tarzı…” Gözlerini kısıp başını iki yana salladı. “Her gün yanımda olup benimle vakit geçiren birisinin karmaşık geçmişini bilmek istiyorum.” Son sözleri tamamen yalandı, beni sorguya çekiyordu. Gülümsemeden duramadım, tebessümüme garip bakınca da sebebini açıkça söyledim. “Merak ettiniz.” Direkt olarak cevap vermemi beklemişti. “Merak edilecek bir şey yok lordum. Sıradan bir hayatım vardı ama eğer bilmek istiyorsanız…” “İstiyorum.” Lafımı kesmesine hiçbir şey diyemedim, kaçışım yoktu. “Peki lordum, nasıl isterseniz…” Beklenti içinde suratına uzunca baktım, anlatacak bir yalan aradım ama yalanlarımın önümdeki aylar içinde beni bulacağından emindim. İçimde kaos yokmuş gibi, “Neyi bilmek istediğinizi söylerseniz açıklayabilirim.” dedim. “Neyi bilmek istediğimi biliyorsun Ava.” Diğerlerinden nasıl bu kadar farklı olduğumu ve her şeyde nasıl bu kadar başarılı olduğumu öğrenmek istiyordu. Büyünün içinde bulunduğum ve büyünün ta kendisi olduğum içindi. Kendi hayatımı ve insanların arasında bulunduğum zamanda yaptığım gözlemleri bir çorba yaparak ona sundum. “Annem ben küçükken hayatını kaybetti.” diye söze başladım. “Babamın öldüğünü de size söyledim ve ölmeden önce küçük kızına kılıcın nasıl tutulacağını, başına bir şey gelirse ne yapmasını gerektiğini göstermek istedi.” Annem Saya’yı doğururken hayata gözlerini yummuştu. Ne kadar güçlü bir büyücü olursa olsun doğurduğu iki kutsal büyücünün varlığı ona ağır gelmiş ve hasta olmuştu. Sadece iki yaşındaydım, onu hatırlamıyordum fakat son nefesinde bile, sancıların içinde kıvranırken gülümsediğini babam bana söylemişti. “Babanı ne zaman kaybettin?” “On dört yaşında.” Ezra’nın ailesi hakkında hiçbir şey bilmediği için ona her şeyi söyleyebilirdim. Söylediklerim ise kendi hayatımın parçasıydı. “Bana on dört yaşına kadar öğretebildiği her şeyi öğretti. Başımın çaresine bakmam gerekiyordu ve şükür ki o zamanlar Izla’da çok fazla aile dostumuz vardı, onların yanına sığındım.” Yalan söylemek zorunda kaldım çünkü hiçbir akrabam yoktu, sadece Saya ve ben kalmıştık. On dört yaşında hem kendime hem de on iki yaşımdaki kardeşime bakmak zorunda kalmıştım. O zamanlar büyü gücüm git gide kendisini göstermeye başlamıştı, dilediklerim ben daha yapmadan gerçekleşiyordu. “Babam da annem de hasta olduğu için öldü ama bana sorarsanız babamı öldüren annemi kaybetmesiydi.” Arthur’un kaşları çatıldı. “O öldükten sonra hızla yaşlandı. Başka bilmek istediğiniz bir şey var mı lordum?” “Arthur.” dediğinde gözümün önünden geçen geçmişim hızla yok oldu. “Şu an burada her gün odama gelip çalışan birisi olarak durmuyorsun. Daha önce hiçbir yardımcıma geçmişini sormadım çünkü merak etmedim. Bu da sana şu an statüyü yok saymanı ve bana istediğin gibi seslenebilme hakkını verir.” Ormanda refleks olarak adını haykırmıştım ama durup dururken ona ismiyle hitap etmek oldukça yabancı kaçacaktı. Boğazımı temizleyip başımı salladım. “Nasıl isterseniz.” Masaya dayanmaya son verdi. İlgisini çektiğimi yüzünden anlıyordum. “En son on dört yaşında kılıç tutmuş olamazsın.” “Zaten öyle olmadı, babamı kaybettikten sonra daha da iyi olmak istedim, en azından karşıma kendimin üç katı bir adam çıktığında onu şaşırtabilmem gerekiyordu.” Babam beni yetiştiremeden ölmüştü ve ben de kendi üstüne aldığı sorumluluğu tek başıma üstlenmiştim. Büyü zaten benimleydi ama o tıpkı kendisi gibi kılıç kullanabilmemi isterdi. “At binmeyi de, kitaplara ilgi duymayı da ondan öğrendim lordum.” Gözlerimi kapatıp “Arthur.” diye düzlettim ama o kadar garip geldi ki suratımı ekşittim. “Ve sonra?” “Sonra çalışmaya başlamam gerekiyordu. Babamı kaybettikten sonra uzun süre toparlayamadım ama dışarıya hiç yansıtmadım.” Başını bir kere salladı. “Hayat devam ediyor.” Ellerini masadan çekti. Oldukça rahat söylemiş gibi görünse de sesinde cızırtı hissettim. “Kraliçe öldükten sonra intikam aldığınızı biliyorum.” Pencereye olan bakışları hızla bana döndüğünde toparlamaya çalıştım. “Ondan bahsetmek istemedim. Sadece, benim intikam alabileceğim hiçbir şey yoktu.” Bir an şimdilik yok ettiği sınırı bile aştığımı düşündüm, ters bir söz söyleyecek sandım ama düşündüklerimi yapmadı. Ağzımdan çıkan sözler şimdilik Ava’ya ait değildi. O beni merak etmişti ama ben de içimdeki merak duygusuna yenik düşüyordum. Hayalimdeki Arthur Warren ve karşımdaki adam asla uyuşmuyordu. Öğrenmek istiyordum. “İntikam aldığında bile hiçbir şey değişmiyor Ava.” dedi sakince. “Öldüreni öldürdüğünde rahatlayacağına inanıyorsun, defterin kapanacağını düşünüyorsun ama her şey aynı kalıyor. Acı bu şekilde dinmiyor ama dinmesini umuyorsun. İntikam alamayacağın birisinin olmaması çok daha iyi.” Ona bakmamı bekledi. “Annenle baban birbirini seviyordu. Buna çok fazla rastlanmıyor.” “Annemi görmedim ama onu tanıyorum.” Babam bana onu her zaman anlatır, onun baktığı sarmaşık çiçeklerine her gün canından bir parçaymış gibi su verirdi. “Babam anlatırdı da.” “Sevginin bir adamı ne hale getirdiğini gördüm. Tahmin edebiliyorum.” Bir an kendisinden bahsettiğini sandım ama sonradan Ephraim aklıma geldi. “Onlardan bahsetmenin bile buruk bir iz bıraktığını biliyorum.” “Evet… babamı severdim.” diye mırıldandım ve hatta yüzümde ufacık bir gülümseme meydana geldi ama hemen kendimi toparlayıp gülümsememi yok ettim. “Dediğim gibi, sonra çalışmaya başladım. Tek başıma yaşıyordum, bir şekilde vakit öldürmem gerekiyordu. Bu yüzden okurdum.” “Nelerden hoşlanıyorsun?” Soru bana ne kadar saçma geldiyse ona bir o kadar normal gelmişti. “Bitkilerden başka mı?” diye uzattım. Ayakta durmaktan yorulup arkamdaki dolaba hafif yaslandım. “Pantolon giymek.” Arthur duyduğundan sonra gözlerini bacaklarımı saran kumaş parçasına indirdi. “Pantolon giymek?” “Evet, burada mümkün olmuyor.” Gülümsemesini beklememiştim. “Dediğim gibi, sıradan bir hayat. Buradan çok uzak.” “Her şekilde belli ediyorsun.” Elimden geldiğince ayak uydurmaya çalışıyordum ama onun gözünde tam bir fiyaskoydum. Hala merak ettiği şeyler vardı, bakışlarından anlıyordum. Detaylıca bilmek istiyordu, ailemi kaybettikten sonra başıma ne geldiyse öğrenmek istiyordu ama bu kadar yalanı bir anda ortaya atamazdım ve bunlar yalan söylemek istediğim konular değildi. Bana zor geldiğini sandı, anlatmak istemediğimi düşündü ve kurcalamadı. Parmaklarını çenesinde gezdirirken düşünüyor gibi durdu. “Ormandaki davranışının karşılığını alacaksın.” deyiverdi. Geçmişimden kurtulduğuma sevindim ama ağzından bunların çıkmasını beklemedim. “Ne?” Arkama yaslanmayı kestim. “Bunu ödül almak için yapmadım.” “Farkındayım ama takdir edilesi bir hareketti.” Başımı hızla iki yana salladım. “Olmaz. İstemiyorum.” Az önceki yumuşak bakışları ve sesinin tonu değişti. “Davranışını ödüllendirmek istiyorsam ödüllendiririm Ava.” Belki de kucak dolusu altını odama bıraktıracaktı, prensin hayatını kurtarmak parayla bile kıyaslanamazdı. Onun için altının veya mücevherlerin değeri yoktu ama benim içinde oldukça sıradan şeylerdi. “Kabul etmeyeceğim, yapmam gerekeni yaptım.” Diğerleri gibiydi, parayla teşekkürü eşdeğer tutuyordu. “Şu an beni açıkça konuşmam için cesaretlendirdin ve tüm samimiyetimle söylüyorum Arthur, para istemiyorum.” O, buraya çalışmak ve birikim yapmak için geldiğime inanıyordu. Aslında hoş bir davranış sergiliyordu ama onun parasını bu şekilde istemiyordum. “Hak ettiğin ve ihtiyacın olan bir şey.” Başımı sallamaya devam ettim, ısrarı içimi kavurmaya başladı. Sinirlendiğimde yerimde duramıyordum bu yüzden dolapların önünden çekildim ve ona doğru ilerledim. “İhtiyacım yok, yeterince para alıyorum. O da senin sayende, beni yanına aldığın için. Ben hiçbir şey yapmadım.” “Önüme geçtin.” “Buna ihtiyacın zaten yoktu.” dedim suratına bakarak. Ormandan beri aklımda dönüp duran büyüyü ona sormak istedim. Ava tamamen kaybolmaya başlamıştı. “Tek bir hareketle hepsini durdurdun. Bana ihtiyacın yoktu ve hayatını kurtardığımı da düşünmüyorum.” “Görmediğim bir adamdı.” Sinirle gülümsedim. “Görmediğin diğer adamları dizlerinin üzerine çöktürdün.” Sadece kendim yapabiliyorum sanıyordum. Ya da kanı güçle kavrulan birkaç kişi daha bu büyüleri gerçekleştirebilirdi ama onun bu kadar kolaylıkla yapmasını beklememiştim. “Sen içeri girmeseydin ve eline bir kılıç almasaydın bunu yapmayacaktım Ava. Mecbur bıraktın.” “Bundan bahsediyorum… En başından onları durdurabilirdin, yaklaşmalarına müsaade bile etmeyecek bir gücün var. Bana teşekkür etmene bu yüzden gerek yok çünkü kendin halledebilirdin.” Hiçbir şey demedi, kollarını birbirine dolamıştı ve ona cevap vermemi dümdüz bir ifadeyle dinliyordu. “Niye baştan yapmadın?” Ava’yı tamamen kaybettim. Merakım baskın geldi. “Niye? Ezra oradaydı ve onun sizin kadar iyi kılıç kullanamadığını düşünüyorum. Büyü burada yasak, her yerde yasaklanmış durumda… ama sen prenssin ve kafana göre büyü kullansan bile kimse buna karşı çıkamaz.” Bakışlarını pencereye çevirdi. “Ezra tehlikede olsaydı da aynısını yapardım çünkü önemsiyorum ama sen, o tarafa hiç dönmedin, Ezra’ya bakmadın. Hiç kimse sana söz geçiremez Arthur, büyüyü baştan kullanabilirdin.” Ağzımdan çıkanı da kulağım duymuyordu, içimden kendimi susturmaya çalışsam da başaramıyordum. İlk defa bir başkasının sorularına maruz kalıyordu, Cassandra olarak öğrenmek istiyordum. “Sen Warren’sın, sen Oliver’ı yakıp geçtin. Kül ettin.” Hızla bana döndü. “Büyü kullanmıyorum Ava.” “Neden?” “Çünkü ben Warren kanını taşıyorum.” Neredeyse sesini yükseltmişti. Dakikalardır durduğu yerden hızla çekilip önüme kadar geldi. “Sen bir insansın ve anlamayacaksın… Büyüyü kullandıkça kullanmak, kolay olduğunu gördükçe her şeyi büyüye bırakmak istiyorum.” Gözlerimin içinde sanki bakışlarımı kaçırmak istercesine baktı ama başarılı olamadı. Yüzümü ona doğru kaldırdım ve iyice merak ettim. “Ezra’nın yaralandığını fark etseydim büyüyü yapardım ama her şeyin yolunda olduğunu biliyordum ve gerek olmadıkça büyü kullanmıyorum. Geri kalan herkes gibi.” “Yedi yıl önceki savaşı anlatan hikayelerde kaleyi tek başınıza parçaladığın söyleniyor, büyü sizin için bir engel değil.” Hikayelerde duymamıştım, gözümle görmüştüm. “Ve tam olarak bu yüzden kullanamıyorum Ava. Bu bir lanet ve bitmek bilmeyen bir açlık… Gözüm kör oluyor ve durmak nedir bilmiyorum.” Uzunca nefes verdi. “Ezra sana çoktan anlatmıştır, her şeyi bildiğinden eminim. Zaten bu bir sır değil.” Biliyordum ve o resmen lanetlenmişti. Öfke krizi bile değildi. Arthur ve Ephraim büyü kullandığında daha fazlasını istiyordu ama açgözlülükle kavrulmuyorlardı, durduramıyorlardı. Bu yüzden Oliver’ın kalesinden canlı çıkan bir kişi bile olmamıştı ve Arthur kendisine büyüyü yasaklamıştı. Küçük ve sıradan büyüler kullanıyordu, gerekmedikçe üzerine gitmiyordu. İradeli bir adamdı, ona şüphe yoktu ve aslında kendisiyle birlikte Xilmari’yi de koruma altına alıyordu çünkü bu bağımlılık olursa sonu kara büyüde bitecekti. Daha fazlasını isteyecekti, aklını yitirecekti… hep böyle olmuştu. “Xilmari’de kara büyüye yer yok ve prensin de şuursuzca büyü kullandığını kimse görmek istemeyecektir. Eğer sen içeride olmasaydın sadece kılıçlar konuşacaktı. Büyü kullanmam senin değil, benim sorumluluğum.” Başka bir soru sormak istemesem de kutsal büyücü olarak en tehlikeli krallığın gelecekteki kralının içindeki tutkuyu merak ettim. “Yaptığın büyü dahasını istemene sebep oldu mu?” dediğimde bakışları değişti ve haddimi aştığımı fark ettim. “Özür dilerim.” Özrümü duymazdan geldi. “Delireceğim diye mi korkuyorsun?” deyip alayla güldü. “O kadar kolay değil. Hiç kolay değil… Ama kurallarım kendim için de geçerlidir ve hep öyle kalacaktır.” Hiçbir sorun oluşturmayacağına inanıp geriye doğru bir adım attım. Uzun uzadıya baktı. “Son kararın mı?” diye sordu. “Ödüllendirilmek istemiyorsun.” “Evet.” “Nasıl istersen.” Prensin ağzından kolaylıkla çıkmayacak olan iki kelimeydi. Arkasına dönüp kanla kaplı kılıcına doğru yürüdü. “Yarından sonra izinlisin ve bu hakkını istediğin zaman kullanabilirsin Ava.” Normale döndüğümüze inandım, Cassandra’yı tekrar uykuya yolladım. “Teşekkürler lordum.” Kendince ödüllendiriyordu. “Bir isteğiniz var mı?” Omzunun üstünden bana baktı. “Hayır, çıkabilirsin.” Önünde eğildim ve küçük konuşmamızı aklıma kazıyıp odasından hızla çıktım. |
0% |