Yeni Üyelik
10.
Bölüm

10. Bölüm

@leeseaa

Çakal, Tilki ve Kurt bir insanın içindeydi.

O insan karşımdaydı.

O insan evimde kalmıştı.

O insan, ruhların onunla yaşadığını yalanlamamıştı.

Rha ile salonda yalnızdım. Sunağın ortasındaki taşta paramparça bir beden, ben ve onlar.

Bakışlarımdaki dehşeti görüyordu. Bunu fark etmesi için bana bakmaya bile ihtiyacı yoktu. Borcumu kapat demişti ve beni kurban edilmek üzere buraya getirmişti. Fakat bu en büyük derdim bile değildi. Günler boyunca, Girdap’ın içindeki ruhlarla yol almıştım. Eğer o çakalı ve arkasında oluşan gölgeleri görmeseydim, Rha’nın akli dengesinin bozuk olduğuna ve saçmaladığına inanırdım.

Bir nefes verdi. “Yürü bakalım, Kuzu.” Beni pamuklu ceketimle gördüğünde taktığı Kuzu lakabını bu kez kurtların avladığı atıştırmalıkmışım gibi söyledi. Zaten öyleydi. Başından beri ben bir kuzuydum ve o da kuzuları yiyebilecek her şeydi.

Elbisemin göğsüne parmaklarını geçirdi. Kendisi ayaklanırken beni de kumaş parçasıymışım gibi kaldırdı ve ayaklarımın üzerine koydu.

Kıpırdamıyor değildim. Kıpırdayamıyordum.

Rha beni göğsümden tutup çektiğinde arkasından uçtum. Ayaklarım birbirine dolanıyordu. Kapıyı tek eliyle ittirdi, bizi günışığına çıkardı. Uçurumun kenarından yürürken elini göğsümün arasından çekti ve omzumdan tutup önüne geçirdi.

“Benimle geleceksin. Adımı bağıra çağıra söylemeyeceksin. Herkes değil ama bu kentteki çoğu kişi kim olduğumuzu bilir. Eğer bir kişiden bile yardım istediğini duyarsam…”

“Avlarsın.” Kelime ağzımdan beynim kontrolü dışında çıktı çünkü bu sözcükleri ve tehditleri çok duymuştum. Konuştuğumu bile fark edemedim.

“Peşinden koşacak olan Çakal olur ve bunu hiç istemezsin Marissa. Onu dışarı çıkarırım. Bizzat tanışırsın.”

(Çakal: “Tanıştık ama bana bakmamayı seçti.”)

Yutkunmaktan başka bir şey yapamadım.

“Belki de seni Baykuş’a zevkine veririm ve o tahta oturup, canlı canlı bağırsaklarını çıkarmalarını izlerim. Anladın mı? Yardım istemeye çabalamayacaksın, kaçmayacaksın, yanımda otururken kendi terinde boğulmayacaksın çünkü insanlar korktuklarında terlerler ve bu hiç hoşumuza gitmiyor. Dikkat çekmeyeceksin. Benimle bağırarak konuşmayacaksın,” Onunla bağırarak konuşabileceğime gerçekten inanıyor muydu? Düzeltiyorum, onunla konuşabileceğime inanıyor muydu? “Kim olduğumuzu göstererek yürümeyeceğiz, bunu yapacağım yer Baykuş’un kenti değil. Canımı sıkarsan canını çok sıkarım Marissa.”

Merdivenlerin başına geldik. Öyle hızlı ilerliyorduk ki tepetaklak gidecektim ve bunca merdiveni yuvarlanarak bitirmek beni kesin öldürürdü.

Öldürürdü.

Kesin.

Acaba…

“Ruhunu Girdap’ta sıkıştırır ve seni ellerimle parçalarım. Dördümüzün arasında bir top gibi seker ve asla huzur bulamazsın. Merdivenlere öyle bakmayı kes. Ölmeni isteseydik, çoktan ölürdün.”

“Yani sen öl diyene kadar ölemem.” Pekala, onunla asla konuşamam diyerek fazla erkenci davranmıştım.

Aynı basamağa indi. “Aynen öyle.”

**

Baykuş Kenti’nde, Ruhsuz Kasaba’da asla göremeyeceğim bir yerdeydik. Yemek servis ediyorlardı, içki olarak sadece kente özel karışımları vardı. Ve servis ettikleri tek yiyecek… kuzu etiydi.

Bir şey mi ima ediyordu?

Rha önümdeki koca et parçalarını mide indirirken ben ellerimi kucağımda kavuşturmuştum, tek lokma yememiştim, içeceğime asla dokunmamıştım çünkü sarhoş olmak istemiyordum ve birkaç yuduma kesin olurdum. Onun önünde oturan, alıkonulmuş bir kıza benziyordum. İşin kötü yanı da zaten öyle olduğumdu.

Beni neredeyse kurban edecekti.

O, üç ruhtu.

Hatta dört?

En kötüsü de haklarında bir bok bilmememdi. Genel duyulanların dışında cahil kalmıştım. Ruhsuz Kasaba’da ruhlar ancak dalga konusu olurdu!

Rha ağzındakini çiğnerken arkasına yaslandı. Bana benden nefret ediyormuş gibi baktı. “İç.”

“İçmek istemiyorum.”

“Sana normal davran dedim ama sen bir köleden betersin. Şu içkiyi iç ve yemeğin tadına bak.”

Dediği hiçbir şeyi yapmadım. “Benden ne istiyorsun?” Tek düşündüğüm buydu. Eğer istediği kurban edilecek bakire bir kız olsaydı, bu kentte bile onlardan binlerce bulabilirdi. Ruhsuz Kasaba kurbanı arayacağı son yer olmalıydı ve bana denk gelmişti. Aslında, ben ayağına kapanmıştım.

Rha ağzında büyüttüğü lokmayı yuttuktan sonra masaya eğildi. Bardağı tutup çarparak önüme yerleştirdi ve içmem için gözünü dikti.

Ufacık bir yudum aldım. Konuşmasını beklememiştim ama yudumumdan sonra konuşmaya başladı. “Zamanında tapınaktaki bir kızın hayatını aldım, yerine yenisini koymam beklendi. O kız kurban edilecekti. Baykuş kâhin kanını önemser, el değmemiş birisini ister. Onları yaşatmaz, kurban eder.” Kâhin kanı dediği an bakışlarım değişti, anlayamadım. “Atalarında olduğuna inanıyorum Kuzu, yoksa kurdun bin bedeninden birisini bana eksiksiz tarif edemezsin. Kahinler rüya görmezler, gerçekleri görürler veya olasılıkları fark ederler. Ufak bir parıltın var, Baykuş için yeterliydi. Seni ona verecektim, bu iş bitecekti.”

(Kurt: “Hâlâ yalan söylüyoruz.”)

(Tilki: “Kıza şüphelerimizden bahsetmemeli. Oyunu oynamayı bilmiyorsan, izlemelisin.”)

Parmaklarını birleştirdi. Sessizce devam etti. “Ben kahinleri yaşatmam.”

“Neden?”

Soru sormama bir daha şaşırdı. “Sana açıklayacağımı sanıyorsan yanılıyorsun. Sadece bu kadarını bil, onları yaşatmayacağım. Senden şüpheleniyordum, Baykuş için seni öldürürlerken o dırdırdan kurtulacaktım. Ha ben öldürmüşüm ha bir başkası, fark etmeyecekti.”

Kâhin nedir onu bile bilmiyordum ki. Ancak duymuştum ve o da bir söylenti olmalıydı.

Aptallığın kitabı yazılsaydı, başrolü ben olurdum.

Aklımdan geçen milyonlarca sorudan birisine cevap verdi. “Baykuş gerçek bir ruh ama inandıkları şey değil. Borçlu kalmaktan nefret ederim, yolum mabede düştüğünde iyi karşılanmak isterim çünkü o rahipler sadece Baykuş’a değil, tüm ruhlara hizmet ederler. Ama artık borcumu kapamama gerek kalmadı. Fikrim değişti, seni başka bir şey için istiyorum.”

Muhtemelen bunun da ne olduğunu söylemeyecekti.

Gözlerimi ona diktim. Suratımdan da belli olacağı üzere üzerimden korku ve nefret akıyordu. “Çakal’la mı, Tilki’yle mi, yoksa Kurt’la mı konuşuyorum?”

“Benimle konuşuyorsun.”

“Yani hangisi?”

Aramızdaki bakışma savaşı kılıçtan keskindi. Masanın ortasına kadar eğildi ve mırıldanarak konuştu. “Bir şeyi anla, Marissa. Ben ne Kurt ne Tilki ne Çakal ne de…” Duraksadı. “Başka bir ruhum.”

Onun da bir adı vardı değil mi? Bu bedenin bir sahibi olmalıydı. Yoksa dalganın üç kardeşi ölü ve ruhsuz bir bedeni mi ele geçirmişti?

“Biz tekiz, biz bir bütünüz. Başta bizi ayırmak çok kolaydı ama artık değil, mümkün bile değil. Hepimizin aklı birbirine karışmış durumda. Çakal’ın hissi benim, benim hissi Kurt’un ve Tilki’nin. Sıralama sürekli değişiyor. Artık tek bir aklım var ve tek bir bedene ait. Seslerini duyuyor muyum? Evet. Ama bu bizi asla ayrı yapmaz.”

Seslerini duyuyordu demek.

Aman tanrılar, yoksa onlar… “Seninle konuşuyorlar mı?”

(Çakal: “Bu kız tek seferde anlayamıyor.”)

“Sana ayrı olmadığımızı söyledim. Ben diye bir şey yok.” Bazen cümlelerin içinde lafın gelişi ben diyordu, yoksa kendisini tek görmüyordu.

“Hepinizle konuşuyorum o zaman.”

Büyük ihtimalle Rha onun adı bile değildi, az önceki duraksamayla bana bunu belli etmişti ama kendi ismini vermemiş, ruh deyip geçiştirmişti. Rha’yı o mu seçmişti? Öncekini ismini merak etmeden duramadım.

Yanıtlamadı. “Peki ya Çakal beni öldürmek isterse?”

(Çakal: “İstememişim gibi.”)

“O zaman ne olacak? Aklınız madem bir, böyle bir şey isteyebilir mi? İstedi diye bunu yapar mısın?”

Rha beni şüpheyle süzdü çünkü konuşmamı beklemiyordu. Eğer kör değilse kollarımın zangırdadığını görebilirdi, cümleleri toparlayamıyordum. Altıma edeceğimi bile bile soruyordum çünkü öğrenmem lazımdı. Beni avlardı. Bu kez gerçekten yapabileceğini biliyordum ve karşısında böyle oturacaksam bilmem gerekiyordu.

“İsteyebilir.” dediğinde midem çalkalandı. “Ama o Çakal.” İmayla adını söyledi. “Gördüğü her şeyi öldürmek ister ve beden ona ait değil, akıl sadece onun değil. Bu noktada harmanlamak ve ona göre davranmak gerek.”

“Peki bunu yapan ruh mu? Yani… sen. Gerçek sen.”

Kendisini arkaya bıraktı, içkiden koca bir yudum aldı.

(Çakal: “Kız sinirimi bozuyor. Çenesini kıralım ve bir daha konuşamasın.”)

(Kurt: “Kız tam olarak da bunu soruyordu zaten.”)

Sessiz kalacaktı, bana hiçbir şey anlatmayacaktı ve dünya üzerindeki her insandan daha fazla şey bildiğim aşikardı. Hem de bunları beş dakika içinde öğrenmiştim.

Dayanamadım. Bu kez ben eğildim. “Beni öldürecek misin?”

(Tilki: “Ruh yemek, ölüm mü sayılıyor?”)

(Kurt: “Ruhunu yemek mi? Bunu yapmayacağız.”)

“Hayır.”

“Ne yapacaksın? Kölen mi olacağım, yoksa yanında gezdireceğin bir köpek mi? Çünkü buna kalkışırsan, sen beni avlayamadan kendi kendimi avlarım. Yaşamak bazen ölmekten daha kötüdür, bunu çok gördüm. Evimde bu örneğin canlı kanıtı duruyordu.”

(Tilki: “Bizi tehdit etti.”)

(Kurt: “Vahşi, dişli, aptal ama aynı zamanda zeki.”)

Rha’nın dudağı öyle bir açıyla kıvrıldı ki gamzesine tüm dikkatimi çekti. Evet, gamzesi vardı.

Tanrılar… aklıma Eren’i getirmesi normal miydi? Çünkü gamzelere bayılırdım ve parmağımı sürekli o çukura sokmak isterdim.

Elbette Rha’ya -Çakal, Kurt veya Tilki’ye- dokunacağıma kendi parmağımı kendim kemirirdim, orası ayrıydı.

“Biz burada, bu bedende olabiliriz Kuzu ama bu Girdap’a giremeyeceğimiz anlamına gelmez. Sana söylemedim mi? Girdap’ta ruhunu sıkıştırırım ve asla huzur bulamazsın. Bu senin için olabilecek en berbat son olur. Ölmek, en kötü seçenek.”

“Bir kukla gibi durayım ve bana ne istersen yapmana izin vereyim öyle mi?”

Çattığı kaşlarının arasında oluşan minik kırışıklık şimdi çok daha ürpertici ve ciddi görünüyordu. “Yanımda dur, ölme, ne dersem yap. Elbet sorularının cevabını yavaş yavaş alırsın.”

“Bana bir şeyler söyleyeceğin anlamına mı geliyor?” Evet demedi ama hayır da demedi. “Mesela, neden ben?”

“Marissa?” O sırada tepemde eski günlerden kalan tanıdık bir ses yankılandı.

Kafamı Rha’yla aynı anda kaldırdım ve Luke’u gördüm. Sarı dalgalı saçları mekanın pisliğiyle uyum içindeydi. Önünde bir önlük vardı, içkiye ve soslu yemeğe bulanmıştı. Boş tepsisi koltuğunun altındaydı ve bana hayretle bakıyordu.

“Luke,” dedim yüzümdeki şaşkın ifadeyi yok etmeye çabalayarak.

Aniden panik oldum çünkü Rha onu yiyecekmiş gibi bakıyordu.

“Tanrılar, burada ne işin var?” dedi Luke Rha’ya hiç ilgi göstermeden. Dört yıldır beni görmüyordu, haliyle şaşkındı. Ben kalkarken hafif bir tebessüm takındı. Tepsiyi tutmadığı elini omzuma attı ve bana sıkı sıkı sarıldı. “Kasabayı talan etmişler diye duydum. Yemin ediyorum çok korktum. Seni burada gördüğüme çok sevindim Mari.”

Kasaba hakkındaki söylentiler tabii ki çok çabuk yayılmıştı. “Baykuş Kenti’nde ne yapıyorsun?”

“Ruhsuz Kasaba’dan ayrıldıktan sonra buraya yerleştim, yaşaması çok daha kolay.” Luke’un gözleri üzerimde uzun uzun dolaştı. Avucunu omzuma koydu ve sımsıkı tutup biraz sarstı. Güven dolu bir tutuştu, tanıdık bir dokunuştu. Başparmağı tenimde azıcık dolaştı. “Sen iyi misin?”

(Çakal: “Onu sevmedim. Öldürelim!”)

Üzüntü dolu bir tebessümle başımı azıcık salladım. “Diğerleri?” İşte bu sorusuna cevap veremezdim. “Tanrılar… Mari, cidden çok üzgünüm.” Tekrar omzumu okşadı.

(Kurt: “Kararımızı verdik, ona göre davranacağız.”)

(Tilki: “Öldürelim. Kız bizim!”)

(Kurt: “Damon!”)

Rha kaldırdığı koca bardağı yarısına kadar mideye indirip masaya sertçe bıraktığında ikimizin de ilgisini çekti. Tek kaşını kaldırarak bana baktığında ağzım bir açıldı, bir kapandı. “Bu… Luke, eskiden tavernada birlikte çalışırdık.”

Rha ifadesini değiştirmeden Luke’a baktı. Hiç sevecen görünmüyordu, sevecen olacak bir ruhu da yoktu. Avuçlarım terlemeye başladı. Onu ortadan ikiye yaracaktı ya da ben abartıyordum. Terli ellerimi elbiseme silerken bir adım geri attım ama Luke’un dokunuşundan kurtulamadım.

“Memnun oldum.” dedi Luke, Rha ona adını bile söylememişti. Tekrar bana odaklandı. “Sen nasıl kaçtın? Askerlerin kasabayı tarumar ettiğini söylüyorlar.”

“Aslında…”

“Biz o sırada orada değildik.” dedi Rha. Luke’a bakıyordu. “Saldırı biz kasabayı terk ettikten sonra oldu.”

Luke merakla gözlerini kırpıştırdı. “Siz…”

Rha gülümsediğinde gözlerinin kenarı kısıldı. Öyle bir gülümsemeydi ki onu sempatik göstermişti. “Müstakbel kocası.” deyince tükürüğüm boğazıma kaçtı. Rha hâlâ tebessüm ediyordu. “Evlenmek için kasabadan çıktık, malum, Ruhsuz Kasaba’da evlilik kelimesinin anlamı bile bilinmiyor. Marissa’yla buraya gelmeden önce haberi aldık. Çok üzücü gerçekten.”

Luke hayret etti çünkü beni tanıyordu, evleneceğime kıçımı kesip birisine hediye edebilirdim. Gerçi son konuşmamızın üzerinden dört yıl geçmişti ama hep çok nettim. Luke onu süzdü, süzerken boğazını temizledi çünkü Rha çok… büyüktü.

Kaşındaki ufak kesikle, iri cüssesiyle farklı görünüyordu. Oturuşunda bile tehlike vardı, gözlerinde birçok şeyi gördüğünü anlatan bakışları taşıyordu.

“Ah, müstakbel eşi demek…”

Rha başını eğdi ve inanılmaz bir rahatlıkla devam etti. “Ona dokunmaya devam edersen elini kesecek olan eşi.” Parmağını kaldırıp omzumu tutan elini işaret edince Luke yıldırım yemiş gibi kolunu indirdi ve bir adım kaydı. “Benim geldiğim yerde bir kadın evliyse ve bir erkek izinsizce ona dokunuyorsa, bu öldürmek için yeterli sebeptir. Henüz evli olmadığım için şanslısın.” Menekşe gözler beni buldu. “Ama Kuzu artık bana ait.”

Gerçek bir kuzu gibi. İp bağlayıp gezdirecekti.

Luke anlamadı ama ben bunun aynı zamanda bana karşı yapılan bir uyarı olduğundan emindim. Geçmişi sikerim, bundan sonra kasabayı ve orada gördüklerini unut demenin bir başka şekliydi.

Ayrıca, Çakal, Tilki veya Kurt… bu üçünden birisi kendilerine ait olan hiçbir şeyi paylaşmazdı, biliyordum. Eş de buna dahildi, ev de. Maddi manevi her şey.

Bir dakika… yoksa üçü de mi böyleydi?

Onlara taptıkları yerleşkelerde bile insanlar içlerinde ayrılabilirdi. Beynimi zorladım ama haklarında duyduğum hiçbir şeyi hatırlayamıyordum.

Luke kafasını korkuyla salladı, gerginliği yumuşatmaya çalıştı. “Baykuş Kenti, evli insanların önünde saygıyla eğilir. Şu sıralar pek şahit olmadığımız bağlılık yeminleri. Burası… Ruhsuz Kasaba’ya benzemiyor. Gelenekçi, hatta o kadar gelenekçi ki çoğu misafiri rahatsız eder. Genelevler yasaklandı. Sokaklarda öldürmek artık yasaktır. Diyeceğim o ki…” Beni yanlış anladın diyecekti ama Rha lafını hırıltılı bir sesle kesti.

“Benim geldiğim yerde insanlar diğer insanların vücutlarını yemek diye satıyor.” dediği an Luke’un da benim de rengimiz üç ton beyazladı. “Açlık kıyıya vurduğunda, her şey mübahtır. Toplu katliamlar, taş yol boyunca akan kandan bir nehir… ve bütün bunlar tamamen normal. Hiçbir kural yok, hiçbir kanun yok. Her şey senin, aklına neresi eserse oraya savrulabilirsin. İlkel akıl hüküm sürüyor, onlar için önemli tek bir şey var.” Rha avuçlarını masaya yaslayıp ayağa kalktı. Gözleri parladı. “Hepsi tek eşli. Hepsi.” Sonra bana baktı. “Eşten kastım evlilikle sınırlı değil Kuzu. Oraya ait olan şey, bir daha sınırların dışına çıkamaz. Şimdi önüme düş. Odamıza çıkacağız. Eski arkadaşınla vedalaş.”

Vedalaşamadım.

Luke’a özür dolu bir bakış yolladıktan sonra Rha’nın peşine takıldım. Eski arkadaşım yüksek ihtimalle bir manyakla evleneceğime inanıyordu veya alıkonulduğuma, buna zorlandığıma.

Rha arka koridorlardan dolandı ve tepeye çıkan merdivenleri buldu. Paslanan anahtarı çıkardı. Demin bir adamla konuşmuş ve ona para vermişti. Burada kalacağımızı düşünmemiştim, özellikle rahibi öldürdükten sonra.

Odanın kapısını açıp içeri girmemi kafasıyla işaret etti.

Arkamdan ilerledi, kapıyı çarptı. “Sen benim kahinimsin ve seni becermek isteyen bir adamın bir daha sana dokunduğunu görürsem, elini senin gözünün önünde kesip parmaklarından kolye yapacağım.”

O iğrenç görüntü aklımda oluşamadı. “Beni becermek falan istemiyor seni…” Salak demek hiç mantıklı değildi. “O arkadaşımdı.”

Rha bana ağır adımlar atarken bilmiş bir ifade taşıdı. Hemen önüme geçti. “Şehvetin kokusunu alabildiğimi biliyor musun?” diye sordu. “Adamların taşıdığı o iğrenç koku. İstekten veya arzudan bahsetmiyorum, sınırı olmayan bir şehvetten bahsediyorum. Gördüğümde anlarım çünkü Tilki içimde yaşıyor.”

Böyle bir şey mi vardı? Tilki anlıyor muydu?

“Luke benim…”

“Bizim gördüğümüzü yalanlamaya çalışma.” Hırıltılı, kısık ama tehdit dolu bir ses… “Yaşatmayı seçtiğim bir kahinsin. Hepsini öldüreceğim dediğim halde seni yanıma aldım ve bu da seni benim kahinim yapar.”

Pekala, sanırım tek eşli olmak ve şu an bahsettiği şey çok ayrıydı ama anladığım kadarıyla hepsi kendisine ait gördüğüne sahip çıkıyordu.

“Sence senin, pardon sizin, hakkınızda bir şey biliyor muyum?” Arkamı dönüp elimi salladım. “Kurt’u tahmin edebilirdim ama Tilki’nin de tek eşli olduğunu yeni öğrendim.” Bakışından yanlış konuştuğumu fark ettim. “Çakal tek eşli olamaz.”

Rha kılıcını çıkardı. “Topraklarındaki insanlar dalganın üç kardeşine de taparlar fakat coğrafyaya göre birisi öne çıkar.” Kılıcını koyarken beni izledi. “Çakal’ın topraklarında herkesin bir eşi vardır ve ölene kadar sadık kalırlar. Her yerde olduğu gibi, istisnalar bulabilirsin.”

Bu bilgiyi az önceki konuşmadan bağımsız vermişti.

Bana bir şeyler veriyordu.

İnanamıyordum.

“Tilki tek eşlidir, çocukları her candan kıymetlidir. Ama Kurt…” dedi pencereye yürürken. “evinden aldığın bir eşya, ailesindeki herhangi birisinden akıttığın bir damla kan, kendisine ait kıldığı herhangi bir şeye dokunduğun zaman… ölümlerden ölüm beğen Kuzu.”

İşte bu beni kapsıyordu. Alınan ve süs eşyası niyetiyle eve konulan şey bendim.

Ufacık ve önemsiz gibi görünen bilgiler aklımın en derinine kazındı.

“Beni korumanı istemedim.”

“Seni koruduğumu da nereden çıkardın?”

Aklımı kaçırmak üzereydim. Kasaba, arkadaşlarım, sunak ve Rha… Hiçbirini sıraya oturtamıyordum, inanmadığım ve kâbus olması gereken her şey üst üste geliyordu ve o, bana benimle ne isterse yapacağını söylüyordu.

Tutunabileceğim bir şeye ihtiyacım vardı. Aklımı korumak istiyorsam, azıcık da olsa güvende olduğumu bilmeliydim.

“Ama az önce dedin ki…”

“Orada bir seçim yaptım.” dedi. “Seni öldürmem aklımda fısıltılar halinde dolaşırken bir seçim yaptım.” İçinde taşıdığı ruhlardan farklı, bir yılan gibi konuşuyordu. Gözlerindeki o öfke görülebilirdi, o karmaşık düşüncelerden nefret etmişti.

Pencerenin önünden ayrıldı ve bana doğru ilerlemeye başladı.

Kafamda korku çanları çaldı. Kurt, Tilki ve Çakal… bana yürüyordu.

Demin içki içen halinden çok daha fevri bir şekilde.

Geriye bir adım atana kadar o beş adım atmıştı. Yüzüme eğildi, aynı sesle konuştu. “Bir karar verdim. Biri ya da birkaçı seni öldürmemi söylese bile öldürmedik. Seni yaşatmayı seçtiğim an öldürmemi isteyen sesler de sustu. O an bir dönüm noktasıydı, karar çoktan kesinleşmişti. Bizim aklımız böyle işler Kuzu. Öldür diyebilir ama öldürmezsem, buna sonuna kadar saygı duyar. Fikirlerimiz olabilir ama kesinleştiğinde o yoldan asla dönülmez. Çakal seni öldürmemi söyleyen ilk isimdi, o rahibin kellesini almamızdan sonra, ne dediğinin hiçbir önemi kalmadı. Öldürmedik ve şimdi seni sonuna kadar yanında tutacak, yaşatacak. Böyle işler. Kaçamazsın, seni bulur. Saklanamazsın, seni deliğinden çıkarır. Fikrimiz onun da fikri ve dönüm noktasında karar verdiğimizde, sonuna kadar elimizde tutarız.”

Elini çenemden indirdi. Nefes nefeseydim ama odadaki hava bana yetmiyordu.

Biraz daha eğildi, şimdi onun sıcak nefesi beni boğuyordu.

“Çakal öl dedi ama ölmedin. Bu akıl ne demek biliyor musun? Ölmediğin andan itibaren seni hem kendi kurallarına hem de diğer ruhların kurallarına uygun biçimde yaşatacak. Çakal’ın kahinisin ve Kurt eline aldığı hiçbir şeyi bırakmaz, bırakanı yok eder. Gerekirse Çakal çıkar, Kurt için yok eder. Tilki yanına aldığıyla oynanmasına izin vermez, gerekirse Kurt onun için tehdidi ortadan kaldırır.”

Ölmemi isteyen Çakal, normal şartlarda Kurt gibi düşünmüyordu. Kurt alanını önemserdi, sürüsünü benimserdi. Çakal da sürüsü olmamasına rağmen sürü kurallarını uygulayacaktı. Ben Kurt’un sürüsünden bir parçaya dönüşmüştüm veya mallarından birisine, Çakal ise o parçayı bulur ama kendi yöntemleriyle korurdu. Hepsi birbirine girmişti.

“Çakal asla ama asla, kendisine ait olana dokunulmasını istemez.”

Bu da bir karmaşaydı.

Çakal sadece eşini görürdü ama Kurt, alan kavramına göre yaşardı ve ben de alanın içindeydim. Bu noktada Çakal beni alana dahil birisi gibi görüyor ama kendi kurallarına göre yaşatıyordu ve o da alanıma girene dokunma olarak değişmişti.

“Ne yani, aldığım nefesin hesabını bile sana mı vereceğim?”

İsyankâr biçimde sorduğum soruyla öfkelendi. “Öyle yapacaksın.” Başını hafifçe kaldırdığında gözlerinden kırmızı bir parıltı geçti.

Bana bir kere daha neyle konuştuğumu hatırlattı.

Direnemedim. Bir kez daha kaçtım ve mesafeyi açtım.

Rha ürperdiğimi ve çenemin yaşama güdülerim tarafından kapandığını fark edince kaşlarını çattı. Evet, beni susturan yaşama isteğiydi çünkü onlar için hayatın bir değeri yoktu.

Solumda kalan yatağı oraya bakmadan işaret etti. “Uyu. Bugün daha fazla konuşmaya gerek yok.”

Uyumak, istediğim son şeydi.

Önümden çekilince derin bir nefesle göğsümü şişirdim. O da pencerenin önüne geçip dolunayı izledi.

Ancak o zaman ne tür bir odada olduğuma bakabildim. Resmen bir kutuydu. Bir tane küçücük penceresi vardı. Toplam sekiz adımda oda biterdi. Sadece bir yatak vardı, başucunda bir sehpa. Ne dolap konulmuştu ne de başka bir şey. Benim tavernama benziyordu, Ruhsuz Kasaba’daki her tavernanın üst katında iyi para karşılığı kalınacak odalar olurdu ve onlar da bu kadar küçüktü. Tek fark, Baykuş Kenti’nin bu odaları kadınlarla baş başa kalmak isteyen adamlar için ayırmıyor olmasıydı.

Arkasının bana dönük olmasını fırsat bilip ayakkabılarımı çıkardım ve tek kelime daha etmeden uykuya dalmak istedim. Örtünün altına girip gözlerimi kapadım ama konuşarak dikkatimi dağıttı.

“Yarın sana kıyafet alacağız.” Bunlardan kurtulmak istediğim için karşı çıkmadım. “Bir şey hissettiğinde bana söyleyeceksin. Rüya görürsen bana anlatacaksın. Hatırlamıyorsan hatırlamaya çalışacaksın. Huzursuz eden bir durum olursa bahsedeceksin.”

“Ne gibi?”

“Herhangi bir şey. Midenin bulanıyor olması da buna dahil.”

Değişik bir şekilde sağlığımı düşünüyor olamazdı değil mi?

Yastığın üzerinde başımı oynattım. Şu an aklımda daha önemli bir soru vardı. “Nerede uyuyacaksın? Sen uyuyor musun ki?” Rha’ya bakmıyordum ama bana döndüğünü hissettim.

“Orada.” Gölgesinden yatağı işaret ettiğini gördüm. “Yana kayarsan yanında, kaymazsan üzerinde.”

O kadar hızlı doğruldum ki başım döndü. Saçlarım gözüme düştü. Kıvırcık bukleleri ittirdim. “Çakal, Tilki ve Kurt’la uyumayacağım. Bu kafese konmakla aynı şey.”

“Kafesin parmaklıkları açık gibi düşün.” Düşüncelerim hiç umurunda değildi. Yanıma yürümeye başladı. Gömleğinin ipini tutup açtı ama üzerinden çıkarmadı. Sadece ayakkabılarından kurtuldu. Yanıma oturunca ezilmemek için yana kaydım ama hâlâ ona dehşetle bakıyordum.

Beni umursamadan yattı.

Keşke ona vurabilseydim. “Paran var. Belli ki yatak hasreti de çekmiyorsun. O zaman ne diye o gün evime gelmek, yıkanmak ve düzgün bir yerde uyumak istedin?”

Rha gözlerini açıp tavana baktı. Dalgınlaşmıştı. Gözleri açıktı ama bir şey gördüğünü sanmıyordum. “Eksiği tamamlamak için.” diye mırıldandı.

Eksik mi?

Eski püskü kulübemin şu odadan daha iyi durumda olduğu söylenemezdi, tek farkı…

Ev olmasıydı.

Bunu kastederek söylemiş olamazdı, başka bir şey vardı.

Tekrar gözlerini kapadı. “Uyuman için son bir dakikan. Yoksa kafana girecek ve sana Tilki’nin bin bedeninin binini göstereceğim. Bakalım bir daha uyuyabilecek misin.” Gülmedi ama içten içe kıkırdadığını hissettim.

Homurdanmaya hakkım yoktu. Hiçbir şeye hakkım yoktu.

Ruhsuz Kasaba’da özgürdüm ve Rha’nın yanında olduğumdan daha değerliydim. Evet, Ruhsuz Kasaba’da bile daha değerliydim.

Ona sırtımı döndüm.

Arkamda bir şey vardı. Bir çift göz. Sırtüstü yattığını bilsem bile sanki enseme girmişti ve oradan tenime bakıyordu, içimi görüyordu. Öyle iğrenç bir durumdu ki sürekli çevreme bakmam gerektiğine beni inandırıyordu.

“Huzursuz hissediyorum. Senin yüzünden.”

“Alışırsın.”

Loading...
0%