Yeni Üyelik
11.
Bölüm

11. Bölüm

@leeseaa

Demirci ocağının başındaki sıcaklık suratımı yakıyordu. Çeliklerin dövülme sesi ritmik şekilde kulağıma geliyordu. Çok sıcaktı. Ter kokuyordu. Kılıçlar duvarlara çakılmıştı, henüz işi bitmemiş zırhlar dört bir yandaydı.

Pat. Pat. Pat.

Güçlü ve usta kollara şekil verilen kılıç sesi bir yerden sonra beni rahatsız etmemeye başladı.

Demircinin içinde ne işim vardı?

Sağıma soluma bakındım ve o sırada ocağın başındaki kılıcı suyun içinden çıkaran, eline alan ufak çocuğu gördüm. En fazla sekiz yaşında olmalıydı. Saçları siyah ve dalgalıydı. Çocuk uzun açlarını arkadan toplamıştı ama öndeki asi tutamlar kıvrılarak yüzünün önüne düşmüştü. Suratı kir ve yağ içindeydi. Elleri, bu yaşta bu kadar pis görünmemeliydi.

Elindeki küçük kılıca bakarak koca bir tebessüm takındı.

“Usta!” Bağırarak döndü. Kılıca hayatının en büyük başarısı gibi bakıyordu. onu tutuş şekli, dünyanın en kıymetli mücevherini eline almış kadar nazikti ama o kılıcı o mücevherlere bile değişmeyeceği kesindi.

Arka kapıyı kullanarak taşların arasından geçti ve demircinin diğer tarafına ulaştı. Koşarken atkuyruğundan çıkan bir tutam avuçlarıyla düzeltti.

Sesler duyunca kapının yanında bekledi.

“Sana söyledim, çocuğun nerede olduğunu bilmiyorum.” Ses başka bir adama aitti. “O burada değil. Bir çırağım var, evet ama annesini köyün öteki ucunda bulabilirsin. Fahişe, oğlunu bıraktı ve benim de bir çırağa ihtiyacım vardı.”

Duyulan dövme sesleri bu adamın elinden geliyordu. Elindeki kılıcı bıraktı ve konuştuğu askere doğru başını kaldırdı. Adam çok ciddi görünüyordu lakin alnının kenarından akan terin sıcaklıkla alakası yoktu.

Asker içeriye bir bakış atarken kılıcını tuttu. “Çırağını getir, onu bir de ben göreyim.”

“Burada değil.” Adamın sesi yükseldi. Bunu duyan sekiz yaşındaki çocuk karanlığın içine doğru bir adım attı ve onları izlemeye devam etti.

Adama parlayan gözlerle bakıyordu. O gözlerde bir sürü şey görülebilirdi. Sevgi, saygı, içten bir duygu ve şimdi de korku.

Gözleri, menekşe rengindeydi.

Asker ona doğru yaklaştı. “On dakika önce çocuk buradaydı. Bana yalan söyleme ve onu hemen buraya getir.”

Saçları ağaran adam yutkundu. “Kılıçları teslim etmek için gitti.”

Asker kılıcını sımsıkı tuttu. “Bir çocukla göründüğünü biliyorum. Onu sakladığını biliyorum. Bana yalan söyleme Malik, çocuğu getir. Yoksa götüreceğim senin kellen olacak.”

Tehditkar lafların üzerine çocuk sırtını duvara yasladı.

Yürürken ses çıkardı. Hem ustanın hem de askerin gözleri aynı anda kapı tarafına döndü. Çocuğun hafif çekik ve iri gözleri ustasından başka bir şey göremez oldu.

Adamın dudaklarını takip etti. “Kaç.”

Bu kadar söyledi.

Çocuk arkasını döndü. Panikle hareket ettiği için ayağı kovalardan birisine takıldı ve kılıcı elinden düşerken başını şiddetle masanın köşesine çarptı. Kaşı yarıldı, kanlar çenesine doğru akarken avucunu yüzüne götürdü, kendi kanıyla karşılaştı.

Tam o sırada arkasında arbede çıktı. Asker kılıcını çıkardığında usta, az önce dövdüğü kesiciyi eline aldı ve çocuğa ulaşmak için hareketlenen askerin tepesine çullandı. Kılıçlar havada karşılaştı, metalik ses bu kez acıyla yankılandı.

“Kaç dedim! Git buradan evlat!”

Usta çocuğa bağırdı. Çocuk ellerinden güç alıp kalkarken nefes nefeseydi. Bir gözü kendi kanıyla dolmuştu, neredeyse göremiyordu. Az önce ustasına göstermek için kuşandığı kılıcı yerden kaptı ve kaçmak için koştu.

Tam kapıyı ittireceği sırada o sesi duydu.

Bir anlık bakış, onun tüm duygularını köreltmeye yetti.

Ustanın boğuluyor gibi çıkan sesleri, onu sağır etti. Usta bir eliyle boğazını tutarken hâlâ askere kılıcını sallamaya çalışıyordu. Kanlar parmaklarının arasından nehir gibi akmaya başladı. Usta sendeledi, masaya çarptı ve sonunda yere düştü. Son nefesini üflemeden önce çocuğa parmağını kaldırıp kapıyı işaret etti.

“Kaç.”

Asker öldürdüğü demirciye pişmanlıkla baktı. Hemen ardından gözleri menekşe bakışlarla kesişti. Çocuk kapıyı ittirip askerin geçemeyeceği kadar dar aralıktan uzandı ve kendisini dışarı attı. Koştu. Ayak seslerini artık duyamıyordu ama koşmaya devam ediyordu. ormana girdi, koştu. Nehri gördü, koştu.

Kaçtı. Asla durmadı.

Adımlarının yavaşladığı tek an, kaşına avucunu bastırmak için mola verdiği zamandı.

Derin uykunun ortasında gözlerim hızlıca açıldı.

Nefes sesi odayı sakince dolduruyordu.

Terlemiştim. Ağır örtünün içindeydim, yatağın köşesine kaymıştım.

Azıcık doğrulup başımı yavaş yavaş çevirdim. Rha örtünmemişti. Hâlâ sırt üstü yatıyordu. Gömleğinin ucu karnının biraz üzerine çıkmıştı. Kemerinin tepesinde karnındaki şekilli kasların bir kısmı görünüyordu, onun haricinde hâlâ aynıydı. Esmer teni göze çarpıyordu lakin ilgimi çeken karnının yanından aşağıya doğru uzanan siyah dövmelerin girdaplar halinde dağılmasıydı. Nefes verirken karnı azıcık içeri göçüyor ve kasığına doğru şekil alan o güzel kasların üzerindeki derin kesiği belli ediyordu.

Eski bir yaraydı ama karanlıkla bile görülebilirdi.

Suratına doğru baktım. Dalgalı saçları alnının bir yanına doğru düşmüştü, başı yan duruyordu. Siyah ve bir erkek için fazlaca düzgün kaşındaki o yarık bana doğruydu.

Minik bir yaraydı.

Minicik.

Tıpkı… Masanın köşesine çarpmış gibi.

Tenim karıncalandı, ruhum kıpır kıpır oldu. İçimde bir yerlerde ateş çaktı ve git gide büyümeye başladığında Rha gözlerini açtı. Ona doğru eğilmiştim, kaşına bakıyordum.

Çok hızlı davrandı. Daha ben nefes alacak saniyeyi bulamadan uzun parmaklarını boğazıma sardı. Yatağa enlemesine ittirdi, sırtüstü yattığımda tepeme çullandı. Parmakları boynumu sıktığında gözlerim kocaman açıldı ve mengene gibi parmaklarını ayırmak için elimi üzerine koydum.

Nefes almama müsaade eden oydu. Çektiğimden emin olduğunda vermeyeceğim biçimde tuttu. Burnunu yanağıma yaklaştırdı, vahşi bir hayvan gibi sinsice hareket etti ve kulağıma yaklaştı. “Neden beni inceliyorsun?”

Parmaklarını gevşettiğinde ciğerimi dolduran havayı üfledim. “İzlemiyorum.”

“Tepemde olmanın başka bir açıklaması mı var? Bana doğruyu söyle, neden beni izliyorsun?” Azıcık geri çekildi ama bu alanımı işgal etmediği anlamına gelmiyordu. Çok yakınımdaydı, burnu burnuma sürtecek kadar dibimdeydi. Başparmağı boynumda azıcık gezindi. “Aklıma birkaç seçenek geliyor ama bir tanesini hemen eliyorum çünkü buna kalkışamayacak kadar benden korkuyorsun. İkinci seçenek doğru olan olmalı.” Ağzımın üzerinde, dişlerini birbirine bastırarak ve kemiğimi kırabileceğini belli ederek hırladı. “Ne gördün?”

“Hi-hiçbir şey.”

“Hatırlıyorsun Kuzu. İlk defa bu kadar yanımda zihnini boşalttın ve uykuya daldın. Evinde de rüya gördün ama hatırlamadığını söyledin. şimdi hatırlıyorsun.” Beni görebileceği şekilde tutuyordu, gözlerime bakıyordu. “Ne gördün dedim.”

Bol gömleği üzerimde olduğu için göğsüme dökülüyordu. Saçları hâlâ aynı karmaşıklıktaydı ve kaşını açıkta bırakıyordu. Eteğim kalçalarıma kadar toplanmıştı, bacaklarımın arasında baskı kurarak duruyor ve hareket etmeme asla müsaade etmiyordu. Kapana kısılmıştım.

Fırsat bulunca “Kâhin ne demek?” dedim.

Hiç beklemedi. Sesi uykulu değildi ama boğazdan bir hırıltıyla geliyordu. Aynı ürkütücü görüntüyü taşıyordu ama yanıtsız bırakmıyordu. “Gelecek olayları tahmin etmek. Genellikle palavradan ibaret. Olması düşük ihtimalli olayları görmek veya hissetmek. Doğru yolu tutturmak çok zor Marissa.”

Gözlerim parladı. Daha önce başıma böyle bir şey gelmiş miydi? Evet, Eren’i ağlarken görmüştüm ve yanına gittiğimde daha önceden gördüğüm manzarayla karşılaşmıştım. Onu iyi tanıdığım ve ne yaşadığını tahmin ettiğim için rüyama girdiğini sanmıştım.

Tam o an gözlerinden turuncu bir ışık geçti. Tıpkı Tilki’ninki gibi. O ormanda gördüğüm canavarınki gibi.

“Tilki beni kurtardı.”

“Biz karar verdik, görünür olmayı seçen Tilki’ydi.” Rha’nın gözleri şüpheyle kısıldı. Turuncu yansıma hâlâ oradaydı, sanki alevi yakından izliyordu ve irisine rengi vurmuştu. “Geleceği gördüğünü söylediğimde yüzündeki bakış değişti. geçmişi gördün, yalan söylediğimi sandın. Kendini ele veriyorsun.” Avucunu yukarı çıkardı, bu kez çenemden tutuyordu. “Kaşıma bakıyorsun.” dedi kendi kendisine. “Geçmişi gördün.”

Kahretsin.

“Onaylamak istiyorsun. rüya olmadığını biliyorsun, capcanlı yaşamış olmalısın. Gördüğün gerçek mi diye kontrol ediyorsun değil mi?” Lanet olası, sadece bakışımdan anlamıştı. Beni boğazlarken bile gözlerine değil, o çizgi şeklindeki yarığa bakıyordum. “Çok eski.”

“Ne kadar eski?”

“İki yüz yıl kadar eski.”

Tanrılar…

O, kaç yaşındaydı?

Bacaklarımın arasına dizini koyup doğrulurken elini boğazıma geri indirdi. Boynumu sımsıkı kavradı. Parmakları o kadar uzundu ki boynumun çevresinde birleşiyordu. Dizinden güç alıp kalkarken beni de boğazımdan çekip kaldırdı, neredeyse ölüyordum. Havada asılı kaldım, beni tutan oydu. Bacağı, bacaklarımın arasındaki hassas noktaya sürtüyordu ama bunu fark eden sadece ben olmalıydım.

Aynı yakınlıktaydı. “Bir daha bana yalan söylemeyeceksin. Gördüğünü bileceğim, eğer tekrar yaparsan, fark edersem, kafanın içinde gezinen ben olacağım.” Bu kez ben dedi ama aslında ruhları kastetti. “Duydun mu!” Gözleri kıpkırmızı yansımayla doldu ve menekşe rengine geri kavuştu.

Kafamı hızlı hızlı sallıyordum.

“Aklını boşaltacak ve geçmişi görmeyi dilemediğini kendine hatırlatarak yanımda uyuyacaksın Marissa.” Yine aynı hareketi yaptım. Bu noktada inatçılığımın hiçbir önemi kalmamıştı. Benimle konuşan birkaç gündür tanıdığım adam bile değildi. Şu an Tilki, Çakal ve Kurt, topluca benden nefret ediyordu.

Veya nefret eden oydu. Gördüğüm çocuktu.

Çevik bir hareketle parmaklarını ayırdı ama ben yatağa geri düşmeden önce avucunu ensemin arkasına yerleştirdi. Hâlâ beni oturur vaziyette tutan oydu ve hâlâ bana sürtünüyordu. “Şimdi bana ne gördüğünü söyle.”

“Önemli bir şey değildi. Yemin ediyorum değildi.”

“Söyle!”

Kekelemeye başladım. Lanet olası Girdap’ın içinde olması gereken ruh beni parçalayacaktı. “Ben… gerçekten önemli değildi. Bir adam vardı, demirci. Ve bir çocuk. Kılıcı ona götürmeye gitti, asker ustayı öldürdü, çocuk kaçarken kaşını yardı. Bu kadar.”

İki yüz yıl demişti değil mi? Bu onun anısıydı. Herhangi bir tepki görecek miyim diye bekledim ama mimik oynatmadı.

“Başka?”

“Bu kadar! Yemin ederim, ruhum üstüne yemin ediyorum başka bir şey görmedim!”

Elini boynumdan çekince yatağa düştüm. Şimdi bacaklarımın arasında dizlerinin üzerinde duruyordu ve tepemde dikilen cellat gibi beni izliyordu. İriydi, uzundu, şu an bir canavarı andırıyordu.

Oradan birkaç saniye izledi. Kalkmadan önce bakışları göğsüme doğru kaydı ve bana dokunan dizini geri çekti. “Beni kandırmaya çalışma Marissa. O kadar çok oynadım ki, kandırmaya çalışan bir insanın nasıl görüneceğini kendi görüntümden daha iyi biliyorum.”

Yataktan kalktı. Boynumu ovuşturarak doğruldum. Yaptığı ilk şey yakası açılan gömleğini arkasını dönerek düzeltmek oldu.

“Toparlan. Gidiyoruz.” Az önce beni boğazlamamış gibi davranıyordu.

Kılıcını benim uyuduğum kısma onu öldürmeye cesaret etmeyeceğimi bilerek yaslamıştı. Onu almak için giderken boğazımı tuttuğumu gördü. Parmakları kabzanın üzerine kaydı, tenimden kayan parmaklarımı takip etmedi, boynuma bakıyordu.

Hiçbir şey söylemedi. Fakat o saniyelik bakışta binlerce duygu gördüm. Nasıl oluyordu? İçinde Girdap’ın ruhunu taşımayan insanlar bile bu bakışları taşımazken, bu adam bir saniye içinde hiçbir söz kullanmadan nasıl kontrolü kaybettiğini bana gösterebiliyordu?

Tavernada olsaydım, nefesim bir başkası tarafından kesilmiş olsaydı biliyordum ki o herifler suçu bana atacak ve yollarına kahkahalarla devam edecekti. Rha kontrolüm dışında gördüğüm rüya yüzünden bu şekilde tepki vermemeliydi, öfkemi hareketlerimle göstermem gerekirdi. Lakin bu bakış yetti. Elbette yaptığını unutmadım fakat insani bir duyguyu yakaladım.

Göz göze geldiğimizde vücuduma aynı anda alevler yayıldı, kılıcını alıp doğrulunca hemen söndü. O da hızlı hareket etmişti.

Arkasını dönüp ceketini aldı. Parmaklarıyla kıpırdamamı belli etti, kelimeleri kullanmıyordu.

İçimden bir ses onun aslında konuşkan bir yapısı olduğunu söylüyordu. Belki de çamurun içinden beni çıkardıktan sonra tavernaya gittiğimizde, evimde kaldığında gereğinden fazla konuştuğu içindi. Ruhsuz Kasaba’da erkekler eğer sarhoşsa üç kelimeden fazla konuşurlardı. Rha öyle değildi. Öyle olmadığını biliyordum. En azından bir zamanlar.

“Gördüğüm çocuk hâlâ burada mı?” Kapının önünde durdu. “Sadece Çakal, Tilki ve Kurt’la mı konuşuyorum, yoksa o kişi orada mı?”

“Biz…” İkinci kelimeyi etmesine izin vermedim.

“Siz kaç kişisiniz.”

Dik durdu, duygusuz bir sesle “Dört.” dedi. “Artık bir.”

Bunu kendisi için söylemişti. İçinde dört ruh taşıyordu, tek gibi davranıyordu. Lakin bu yalandı. Duyduklarım ne kadar doğruydu bilmiyordum, Rha’yla -gerçek Rha’yla- tanışana kadar ruhlar benim için yoktu. Ama inandığım doğru olmalıydı, Girdap’ın içindeki ruhlar, tanrılara güç veren dalgalardan doğanlar, insani hiçbir şey hissedemezlerdi.

Hiçbir şey.

Bomboş olmalıydılar.

Rha gibi konuşamamalıydılar. Yani karşımdaki kişi, bunca zamandır diyalog kurduğum kişi, dördüncü isimdi.

“Hâlâ bir insansın.”

“Hayır.” dedi. “Bir zamanlar öyleydi, artık değil.”

Sunağın ortasında gördüğüm görüntü aklıma doldu. Evet, değildi. Dumanlar sanki gizlediği bir şeyi açığa çıkarmak istiyormuş gibi tepesinde birleşmişti ve tıpkı diğerlerinde gördüğüme benzer boynuzları tepesine iliştirmişti. Belki de bu görüntünün altında başka şeyler yatıyordu.

(Kurt: “Söyle ona.”)

Rha kafasını diğer tarafa çevirdi. Yüzünü göremez oldum.

(Kurt: “Ondan ne istediğimizi söyle.”)

(Tilki: “Çok korkuyor. Şimdi kabul etmeyecek. Duymak istemeyecek.”)

(Kurt: “Alışmak zorunda. Yoksa tekrar ayrılırız kardeşim.”)

Rha haydi der gibi işaret verince yataktan kalktım. Konuşmak istiyordum ama ürperen kısmım beni susturuyordu. Sıradan bir insanla konuştuğumu zannediyordum, sonra içinde beni dinleyen üç farklı şey olduğu aklıma geliyordu.

Odadan çıktık. Tavernanın alt katından geçtik. Sabahın ilk saatiydi, bu yüzden hâlâ evine gitmemiş insanlar içerideydi. Rha hiçbirine bakmadan dümdüz ilerledi. Dışarıdaki temiz havayı çekmeme izin vermeyecek kadar hızla atımızı almaya ilerledi.

Lakin atı emanet ettiğimiz noktaya ulaştığımızda…

“Aman tanrılar.” Gördüklerimle gözlerim yuvalarından fırlayacak kadar açıldı. Avucumu yutkunamıyormuş gibi ağzıma kapadım ve öğürdüm.

Rha önümde heykel gibi dikiliyordu. Aşağıya bakıyordu.

Atın karnı ortadan ikiye yarılmıştı. Organları dışarı fırlamıştı. Sinekler üzerine üşüşmüştü. Sağdan ve soldan kişneme sesleri geliyordu ama parçalanan ve kendi kanında yatan sadece bizim atımızdı.

Kapıya doğru baktı. Boynundaki damarlar belirginleşti.

“Ne olmuş?”

Rha iç geçirdi. “Baykuş’un intikamı. Rahibin intikamını sadece atımızla almaya kalkışması onun geri çekildiğini ve borcu kapadığını gösterir.”

Atımız yoktu.

Atımız katledilmişti. Canice, vahşi bir biçimde.

“Sözcünün işi. Gece ruhla iletişime geçmiş olmalı.” Başka bir şey demeden kapıya döndü.

Kıpırdayamadım. Ayaklarımın altı vıcık vıcık kandı, yere yapışmıştı. Atın bağırsakları bacaklarına kadar yayılmıştı. Gözleri açıktı ve şu an böceklere yemek oluyordu.

“Marissa,” dedi kapının oradan. Saç derime kadar titredim, midem kalktı. Buradan koşarak çıktım ve Rha’nın önünden geçip kendimi dışarı attım.

Hiç tepki vermemiş olması beni şaşırtmıştı.

Yürümeye başladık. Kent henüz güne başlamamışken biz dakikalarca ilerledik. Merkezden uzaklaştık. Rha’nın bir adım arkasından ilerliyordum, beni bir kere bile kontrol etmemişti fakat ensesinde gözü olduğuna inanıyordum.

Toprak yollar incelmeye başladı. Uzaklardan tekerlek ve at sesi geldi. Rha elini kaldırıp beni durdurdu, at arabasına gözlerini kısıp baktı. Adam tam önümüzden geçerken beklemesini işaret etti.

Yaşlı adam tepemizdeydi. “Yardımcı olabilir miyim?”

“Nereye gidiyorsun?” dedi Rha.

“Güneye.”

“Güneye mi?”

Adam başlını salladı. Elindeki kamçıyı yanına koydu ve şapkasını düzeltip arabayı işaret etti. “İskeleye gideceğim. Yüklemem gereken mallar var.”

Rha’nın kaşları kalktı. “İskele demek… Ne şans, biz de oraya gidiyorduk.” Adalar’a kalkan gemiler oradaydı. Denizatı’nın adaları. Rha elini cebine atıp bana verdiği ve bana verdiğinden daha farklı bir çeyrekliği çıkardı, adama attı. “İki kişilik yerin var mı?”

Adam inanamayarak çeyrekliği güneşe kaldırdı. Sevecen ve yanaklı suratı vardı. Para vermese bile bizi taşıyacağını belli eden konuşma tarzına sahipti ama çeyreklik daha hızlı davranmasına sebep oldu.

Adam başını salladı. “Araba kristal dolu. Oturacak bir yer bulursan neden olmasın.”

Çeyrekliği ceketinin cebine sıkıştırıp aşağı atladı. Arabanın arka kilidini açıp perdeyi çektiğinde geriye doğru kaçamak bir adım attım.

Oraya mümkün değil sığmazdık.

“Rahat olmaz.”

“İskeleye götür yeter ihtiyar.”

Rha başını eğerek basamağa bastı ve dağdan farksız, yere dökülen kristallerin içine adım attı. Orada minicik bir tabure vardı. Rha’nın oturması neredeyse imkansızdı ve taburenin sağı, solu, altı, önü, her yeri kristallerle doluydu. Rha elini uzattığında yaşlı adama tebessüm ettim. başımı eğip içeri girdim. Kristallerin üzerine basmak zorunda kaldım, yürünmüyordu.

Ayağımın altından birkaçı kaydığında ileri doğru düştüm. Rha son anda beni yakaladı. Tabureye oturmuştu. Bir bacağını kristallerin tepesine uzatmıştı, diğerini düzgünce aşağı koymuştu. Bacaklarının üzerine karın üstü düştüm. Tepemden adama baktı. “Hızlı ol ihtiyar.”

Adam kapıyı kapadı, bizi loş karanlığa bıraktı.

Arabanın başına geçti. Takırtılarla hareket etmeye başladık. Rha’nın üzerinden kalkmaya yeltendiğim, dengemi yine bulamadım. Ayrıca toprak yol dümdüz olmadığı için her harekette kristaller aşağı düşüyordu.

“Düzgün dur.”

“Yer yok.”

Kollarımı kaldırıp dengemi bulmaya çalıştım. Dağın içine gömülmeden önce Rha belimden yakaladı. Beni düzgünce yerleştirebildiği tek bacağının üzerine oturttu. Sarsılmıyordum. Dengem yerindeydi. Kalçalarıma bacağı batıyordu.

Kalçalarıma bacağı batıyordu.

Kafamı kaldırıp ona bakınca fazla dip dibe kaldık. Nefesi üstüme gelince hemen başımı geri çevirdim.

“Böyle gidemeyiz.”

“Çok istersen seni kristallerin içine yerleştirebilirim ama eminim ki her yerin çizilecektir. Etten bir bacağın üzerinde oturduğun için kendini şanslı say.”

“Ya adam yalan söylediyse ve bizi başka bir yere götürüyorsa?”

“Bunu beni korkutması mı gerekir? İskeleye her türlü gideceğim. Canını seviyorsa bizi iskeleye götürüyordur.”

Doğru. Her şekilde istediği yere giderdi.

Üzerinde yan oturuyordum, sırtım iki santim geri kaydığında kristallere sürtüyordu ve lanet şeyler çok sivriydi. Kendimi önde tutmak zorundaydım. Rha da kolunu koyacak yer bulamadığı için belimin arkasında tutuyordu. Araba her hopladığında elbisemin kalın kumaşı onun kalın ceketine sürtüyordu.

“İskele çok uzak.”

“Atla gitmeye kalksaydık dört günde varabilirdik. Ama bu şekilde daha uzun sürecek.” diye mırıldandı.

Şu dapdaracık yerde, dört gün… İhtiyar adam mutlaka bir yerlerde duracaktı, yiyecek zulası bize yetmezdi. Yol daha da uzayacaktı.

Dört gün boyunca bir bacağın üzerinde gidemezdim.

“At bulalım. Mümkünse iki tane.”

“O parayı çoktan adama verdim ve gemiye at sokamayacağız. Gereksiz harcama. Dört gün boyunca uyumaya çalış. Nasıl geçtiğini fark bile etmezsin.”

Bir daha ses çıkarmadım. Konuşmanın kimseye faydası yoktu, arabayla ilerleyeceğiz diyorsa öyle yapacaktık.

Hafifçe arkasına yaslandı, onun sırtını dayayabileceği bir yer vardı. Ben ise ancak takırtılı yolda, bacağının üzerinde sabit durmaya çabalayabilirdim.

Güneş batınca daha fazla kendimi sabit tutamadım. Rha’nın koluna yaslandım, gözlerim her geçen dakika daha çok kapanıyordu.

En son hissettiğim şey sıcak göğsüne yaslanan kulağıma dolan gümbürtülü kalp atışlarıydı.

**

Zifiri karanlık ormanın içindeydim. Dört bir yanım ağaçlarla çevriliydi, bazı ağaçlar birbirinin kopyasıydı. Yıldızlar belli noktada çoğalıyor, dolunay aralarında parlıyordu.

Ayaklarım çıplaktı. Üzerimde kendi evimde giydiğim beyaz geceliğim vardı, saçlarım açıktı ve omuzlarımdan aşağı dökülüyordu. Yatağıma nasıl giriyorsam o haldeydim.

Bir şey arkamdaydı. Önümde, sağımda, solumda. Her yerdeydi, her yerden beni izliyordu.

Omurgamdan aşağı ürperti yayıldı. Böylesine vahşi bir ormanda, tek başıma… Daha kötüsü, tek başıma olmadığımdan emindim.

Hızlıca arkamı döndüm. O ürperti benliğimi ele geçirdi.

Koştum.

Nereye gittiğimi bilmeden, nerede olduğuma dair en ufak bir fikrim olmadan koştum. Ayaklarımın altına yapışan çalı parçaları canımı yakıyordu ama ruhum çok daha önemliydi. Dalları ittirerek, birikinti gibi duran suların tepesinden atlayarak ilerledim. Nefes nefeseydim, durmak nedir bilmiyordum.

Bir yerden sonra bu adım seslerinin bir tek bana ait olmadığını fark ettim. Verdiğim güçlü nefesler ormanın içinde resmen yankı yapıyordu. Her adımımla ağzımdan korku dolu nidalar çıkıyordu ama asla çığlık atmıyordum, onun beni bulmasını istemiyordum lakin o zaten benimle birlikte hareket ediyordu.

Arkama baka baka koşmaya başladım. Bir sağa ve bir sola. Gözlerim her yere uğrarken ağaçların içinden yolumu bulmaya çalışmak daha da zorlaştı. Hırıltılı nefesi, çalılara bastığım adım seslerimle harmanlanmıştı. Benden daha hızlıydı, daha büyüktü.

Arkamı kontrol etmek için başımı bir daha çevirdim lakin önüme döndüğümde takipçimle karşılaştım. Bacaklarımı o kadar hızlı durdurdum ki dizlerime sancı girdi. Öne yalpaladım. Hiç kıpırdamadım.

Bir çift kırmızı göz, oradan bana bakıyordu.

Geriye kaçmaya hazır halde bekliyordum. O ağaçların arasından çıktı, ben bir adım geriledim. Gözlerim korkuyla parladı, ona bakmamak için kafamı çevirdim ama bakışlarımı asla çekemiyordum.

Göğsündeki tüyleri daha uzundu. Kulaklarının dibinde boynuzları başlıyordu. Simsiyahtı. O kadar siyahtı ki neredeyse görünmezdi. Bir bacağı benimle aynı kiloda olmalıydı. Boyu boyumun üç katıydı. Kırmızı gözleri siyahın içindeki ufak noktacık gibiydi. Rengi anlık olarak sönünce kapkara çukura benzedi. Tüyleri inanılmaz uzundu lakin tüylerinden daha dikkat çekici olan kısım yüzüydü. Burnu uzundu, ağzı tarif edilemeyecek kadar karanlıktı ve kalın ama kılıçtan keskin dişlerinin her birini görebiliyordum. Bu bir kurttu.

Havlamaya benzer bir ses çıkardığında elimi sanki onu durdurabilecekmişim gibi kaldırdım. Artık ağaçların içinden çıkmıştık. Ayışığı tepemizden vuruyordu.

Hareket edemez oldum. Ben durdum ama o beklemedi. Bir pençesini diğerinin önüne temkinle atıyordu. Öyle yavaş ve sinsi yürüyordu ki bunun son anlarım olacağını belli ediyordu.

Dibime girdi.

Islak burnundan verdiği nemli nefesi suratıma çarptı. Ağzının kenarından akan salyalar otlara doğru ince bir yol çiziyordu. Gözlerimi yumdum, titreyerek başımı diğer tarafa eğdim.

“Marissa,” Adım zihnimde mi söylendi, yoksa ormanın içinden mi yükseldi bilmiyordum. Ama fısıltıya benziyordu. Gökyüzü beni çağırıyordu. “Bana bak!”

Emir dolu sesle gözlerimi açtım lakin kafamı döndüremiyordum.

“Neyden kaçıyorsun?”

Benimle konuşuyordu.

“Bak bana, Marissa.” Yavaşça başımı çevirmeye başladım. Hâlâ önümdeydi ama az öncekinden bir adım uzakta duruyordu. Gözleri tekrar kırmızı parlamaya başlamıştı.

Tanrılar günahlarımızı cezalandırması için bir canavar yollayacaksa, bu onlardan birisi olmalıydı.

Kurt, simsiyah bir dumana kapıldı. Rüzgar gibi dağıldı.

Yok oldu.

Nefesimi tuttuğumu o kaybolunca fark ettim. az önce durduğu yeri gözlerimi kırpıştırarak inceledim ama yoktu.

Kaçmam gerekiyordu.

Arkamı hızlıca döndüm. geldiğim yöne ilerlemek için daha kafamı kaldıramadan bir adım atmıştım ki sert bir bedene tosladım. O kişi kollarımı iki yandan parmaklarıyla kavradı.

“Benden mi kaçıyorsun?”

Esmer tenine alnım çarpmıştı. Çıplak göğsünden yavaş yavaş yukarıya çıkmaya başladım ve yüzünü gördüm. Adam beni kollarımdan hapsetmişti ve parlayan gözleriyle gözlerime bakıyordu. Mizacı delilere yakışacak kadar duygusuzdu. Saçları gecenin karanlığından daha siyahtı. Hafif uzundu, azıcık bir dalgayla aşağı iniyordu.

Çığlık atamadım. Tutuşundan kurtulmaya çabaladığımda beni kollarımdan sarstı.

“Sana bana bakmanı söyledim! Aç gözlerini.” Dediğini yapmak zorundaydım.

Bir kafesin içindeydim ve anahtarım ondaydı.

Adam yüzüme doğru eğilmeye başladı. O kadar yakındık ki normal bir insan olsa bile beni rahatsız ederdi. Ben onu nasıl inceliyorsam o da beni inceliyordu. Tek farkımız benim titriyor olmamdı.

“Nesin sen?”

“Az önce gördüğünüm.” dedi. “Merak edip bakacak mısın, yoksa kaçacak mısın? Kaçsan bile saklanamazsın.”

Bir adım geriledim, benimle birlikte ilerledi. Kollarımı sıkıyordu ve tutuşu inanılmaz gerçekçiydi. Bu gerçek olamazdı, mümkün değildi.

“Beni duyuyorsun. Sesim hoşuna gitti mi Marissa?”

Lanet olsun ki duyuyordum, hatta duyduğum tek şey oydu. Kendi sesim bile kaybolmuştu.

“Ya cesur olacaksın ya da ölü. Seç birini.”

Gözlerimi hızlıca açıp zihnim inanılmaz berrak şekilde uyandım. Rha kolunu belime sarmıştı. Göğsünün üzerine uyuyordum, üzerine kıvrılmıştım.

Hiçbir şeyin farkında değildim.

Ne uyuduğumun ne de onu destek olarak kullandığımın. Kendimi bıraktığım için beni tutuyordu, yoksa kristallerin içine yuvarlanacaktım. Bacaklarımı kendime çekmiştim, diğer bacağının üzerine atmıştım. Kucağındaydım, tepesindeydim, onu yastığım yapmıştım ve o sessizce beni tutuyordu.

Fırladığımı da fark etmişti.

Başımı üzerinden ayırdım ve panik halde başımı sallamaya başladım çünkü anlamıştı. Normal bir şekilde uyanmamıştım. Daha bu sabah boğazıma yapışmıştı.

“Yemin ediyorum geçmiş değildi. Rüya değil, bu…”

“Biliyorum.” dedi beni izlerken. “Biz yaptık.”

Aralık dudaklarım bu lafıyla kapandı. Gözleri kısılmıştı, uykulu bir şekilde bakıyordu. Dışarısı hâlâ karanlıktı, ince perdeden içeri hiç ışık girmiyordu. Hiç uyumamıştı. Saçları isyan ederek yana düşmüştü ama oturuşu hâlâ dikti.

Ve suratı… duygudan yoksundu.

Kalçamın yanından desteklediği elini çekmedi. Diğerini çenemin altına yasladı ve başımı hafifçe kendisine kaldırdı. “Ne gördüğünü hatırlıyor musun Kuzu?”

Kelimeleri kaybetmiştim. Ancak başımı sallayabildim.

Bunu nasıl yapmıştı? Rüyama nasıl hükmederdi? O bir rüya mıydı ki?

“Nesin sen?”

“Az önce gördüğünüm.” dedi. Tıpkı kurdun söylediği gibi. Nazik parmakları gözlerimdeki titremeyle yüzümü kavradı. İç içe kaldık. “Benden kaçma. Benden uzaklaşma. Gördüğünden mi korkuyorsun? Baktıkça alışacaksın. Kaçtığın benim ve kaçtıkça daha da dibinde biteceğim. Tıpkı şu an olduğu gibi. Ormanın derinliklerine ilerleyecek cesaretin var ama çoktan kurdun üzerinde savunmasız bir halde uykuya daldın.”

“Bunu neden yaptın?”

Parmaklarını gevşetti ve başını hafifçe geri çekti. “Bir şeyden emin olmalıydım.”

“Oldun mu bari?”

“Oldum.”

“Neyden emin oldun?”

Çenemin ucuna kadar gözleri gezindi. “Artık alanımdasın.” dedi yavaşça. “Alanımın bir parçası olacaksın.”

Kurdun alanına kimse dokunamaz.

“Benden ne istiyorsun Rha?”

“Senden çok şey istiyorum. Bizi kurtaracaksın Marissa.”

Sözleri beni afallattı ama sarsılmam at arabasından dolayıydı. İhtiyar, arabayı çok hızlı durdurdu, sanki önüne bir şey çıkmıştı. Rha kafasını perdeye doğru çevirdi ve parmağını kaldırıp susmamı işaret etti.

Dışarıdan sesler geliyordu.

Yabancı sesler.

Kalabalık ve gürültücü.

Loading...
0%