Yeni Üyelik
12.
Bölüm

12. Bölüm

@leeseaa

Rha’nın tepesinde hiç kıpırdamadan oturuyor, dışarıdaki konuşmaları dinliyordum.

Kısa saniyeler boyunca mırıltılar geldi, çevremizde birilerinin yürüdüğü belliydi. Rha gibi kıpırdamıyordum. Sadece nefes alıyor ve perdeyle örtülü çıkışa bakıyordum. Rha’nın eli havada kalmıştı. Benim gibi sessizdi.

Yolumuzu kesenler her kimse gitmelerini umuyordum. Tepesinde olduğum adamın aşağı inmemesini umuyordum ama bu kapandan çıkarsak da hepsini öldüreceğini biliyordum.

Hem de çok vahşi bir şekilde.

Altın teklif ettiğimiz, bizi rıhtıma götürmeyi kabul eden adamın sesi geldi, konuştu ve sonunda atın kişnemesiyle birlikte adamın çığlığı yükseldi, hemen ardından yere düştüğünü duydum.

Rha fırlayınca üstünden düştüm. “Siktir, Jachar.”

Taşların üzerine yuvarlandım, kıçıma sivri uçları battı. Yerde aptal gibi otururken Rha’nın suratına bakıyordum. Aceleyle kalkmıştı ve sonra beni hatırladı. Eğri büğrü dururken menekşe gözleri bana döndü, hemen ardından sapsarı parlayıp söndü.

Jachar?

O da kimdi?

(Çakal: “Arkadan vurmak mı? Harika! Ama kız korkudan dilini yutar veya insan kalbi dayanmazsa bu tamamen senin sorumluluğun olur.”)

“Ben diye bir şey yok.”

Kendi kendisine konuştu. Bana bakarak.

(Çakal: “Onun ölümünü üstlenmiyorum. Bir dakikalığına sen ve ben ayrıyız.”)

(Tilki: “Mantıksız.”)

(Kurt: “Hata olur.”)

(Çakal: “Ama eğlenceli! Uzun zamandır yapmıyorduk. Beni bırak! Bırak! Bırak!”)

Rha anlamadığım bir sebepten gözlerini devirdi. Tanrılar… onlarla mı konuşuyordu? Bu çok korkunçtu.

Bu kez parmağını beni uyarırcasına kaldırdı. “Burada kal.” Arka kapağı açtı, perdeyi ittirdi ve kılıcını tutarak aşağı atladı. Taşların içinde acı çekerek otururken onun gidişini izledim. Aynı zamanda dışarıdaki sesler yükseliyordu.

Rha’nın aşağı atlamasından sonra otuz saniye kadar burada oturdum ve kendi nefeslerimin şiddetlenmesini dinledim. Sesler yükselmişti. Birkaç adam arabanın sağ tarafından kendi kendisine konuşuyordu.

Besbelli o adamlar on kişiden fazlaydı ve arabayı süren zavallı adamın yardımcı olduğunu hiç sanmıyordum. Rha on kişiyle baş edebilirdi ama hepsini aynı anda katledemezdi. Arabaya birisi vurunca sağa sola savruldum, taşlar bu kez kıçıma gerçekten girdi.

“Sikeyim,” Elimi eteğimin altına götürünce avucuma kendi kanım geldi. Cidden kıçım kesilmişti.

Rha’nın başının çaresine bakabileceğine şüphem yoktu ama bana arabada kalmam gerektiğini söylemesinin de bir açıklaması yoktu. O iki üç kişiyi doğrarken diğerlerinin gardlarını almış biçimde arabaya bakacaklarından emindim.

“Arabaya bak!” dediğim de oldu. Lakin hâlâ ben ölüm sesi işitmiyordum.

Pekala, Rha kimseyi öldürmüyordu.

Kıçımı tutarak yerimden kalktım, eğilerek ilerledim. Perdeyi kenara ittirince Rha’yı gördüm. Sırtını bana dönmüştü ve ormana doğru bakıyordu. Kılıcını çekmemişti ama eli üzerindeydi. Başını çevirip bana baktı.

“Sana içeride kalmanı söylemiştim.”

“Elbette söyledin ama bu adamların ne taşındığını görmek ve çalmak istediği sence de çok belli değil mi? İçeride beni görecekler!” Aşağıdan yukarı onu süzdüm. “Neden savaşmıyorsun?”

Rha homurdandı. “Yirmi kişiler.” Ben o kadar kişinin sesini duymuyordum?

“Burada böylece bekliyor musun yani?” Sesim hayretle çatırdadı.

Rha derin bir nefes çekti. Karanlık ağaçlara doğru gözlerini gezdirdi ve dudaklarını bastırdı. Yan tarafı dinliyordu, birisi buraya doğru yürüyordu.

“Adam öldü mü?”

“Öldü. Arabayı götürelim. İçeri bir bak.”

Rha kesik kaşını hafifçe kaldırıp omzunun üzerinden benimle göz göze geldi. Fısıldadı. “Anlaşılan daha fazla oyalanamayacağım. Gel bakalım, Kuzu.” Avucu açık biçimde elini tutmam için kaldırdı.

Bir prenses arabadan nasıl iniyorsa öyle indim, o da elimi prenslerin sergileyeceği kadar kibar biçimde tutup adım atmama yardımcı oldu. İnanılmaz centilmence bir hareketti ve sıradan bir insan elime hem dokunup hem dokunmuyor gibi hissettiremezdi, ancak soylularda olurdu.

Tabii sonra o kinayeli ve bilmiş bakışı gördüm.

Alay ediyordu.

Şimdi bile.

Yere bastım, kıçımı tuttum çünkü acıyordu.

Tam o sırada arabanın yanından aylak aylak yürüyen birisi geçti. Rha gözümü kırpmamdan daha hızlı biçimde kılıcı çekti, kapıya yürüyen adamın göğsünden geçirdi. Adam çığlıkla yere düştü, bu hıza karşın dehşetle bir adım geriledim. Rha’nın çenesine kan bulaştı. Kılıcını adamın göğsünden çekerken bana yarım bir gülüş sergiledi. “Arkamızda kalmaya gayret et olur mu? Tam olarak orada dur, evet.” Kılıcı bileğinde çevirdi. “Çünkü burası şenlenecek.”

Orada dur diyordu ama resmen açıktaydım. Arabanın beni saklayan kısmından geriye çıkmıştım ve karşımdaki onlarca adam gökten düşmüşüm gibi bana bakıyordu.

Rha’nın durduğu yeri kontrol etmek için birisi kılıcını kaldırarak yürüdü. Rha aynı şekilde onu öldürdü.

“Ben buna parti derim.” Sesi… inanılmaz umursamazdı.

Fakat ben hâlâ beni izleyen on çift gözde bakıyordum. Hatta onlara korkuyla sırıtmış bile olabilirdim.

Bizi iskeleye götürecek adam yerde hareketsizce yatıyordu.

Rha bana doğru yürüdü. Beni dev cüssesinin arkasına çekmek için demin tutmadığı elime dokundu. Islaklıkla karşılaşınca başını oraya eğdi. Sesi yine değişti. Ciddi ve aceleci çıktı. “Yaralandın mı?”

“Kıçım kanıyor.”

“Kıçın mı kanıyor? Ne?”

Devamını söylemeye fırsat olmadı. Haydutlar kılıçlarını ve paslanan kesicilerini kaldırıp hücum için yaklaşırken Rha kaşlarını çattı, bir saniye içinde taktik oluşturdu. Beyninden geçen düşüncelerin yüzüne yansıdığını görebiliyordum. Kanlı kılıcını çevirdi.

“Buradan sakın ama sakın ayrılma. Sana diyorum Marissa, bir adım geriye veya ileriye atarsan ölme ihtimalin çok yüksek. Kaçma, gözümün önünden ayrılma.” Kaçarsam öleceğimden emindi.

Açıkçası ölmekten değil, Rha’dan korkuyordum. Kafama birisi nişan alsa bile yerimden ayrılmayacağıma garanti veriyordum çünkü o öyle söylemişti. Birden boynuzlarının çıkıp beni yemek için avlamasını istemiyordum.

Aslında hayrete düşürücüydü. Neden mi? Çünkü bir şeyden bu kadar korkarken çenem tamamen kapalı kalmalı ve titremeliydim ama bunların hiçbiri olmuyordu. Aksine, ona cevap vermek için yanıp tutuşuyordum.

Hayallerden kurtulmam çok uzun sürmedi. Rha kılıcını çekip küçük bir orduya karşı tek başına ilerlerken o adamlar aynı anda atıldı. Daha doğrusu üç tanesi bir kişinin icabına bakabileceğine inanarak koşturdu.

Fakat düşündükleri olmadı.

Rha yolda yürüyor gibi hareket ediyordu lakin bilek hareketleri çok güçlüydü. İlk adamı yanından geçerken -gerçekten- doğradı. Adımlarını bozmadı, diğer adamın karnından içeri kılıcı soktu ve gardını indirmeden diğerinin kellesini aldı.

Donakalmış biçimde izliyordum. Kıpırdamamamı söylemişti ama zaten ihtiyacım yoktu. Kimsenin onu geçmesine izin vermiyordu. Bunun içinde taşıdığı üç ruhla alakası olmadığından neredeyse emindim. Diğer adamlar da saldırıya geçtiğinde Rha gecenin karanlığında görüyormuş gibi atak yapmaya devam etti. Hayır, bu ruhani güçlerle alakalı bir şey değildi. Öyle bir güç değildi. Görüp görebileceğim en çevik adam önümde duruyordu. Ruhsuz Kasaba’da bir sürü askerle, katille karşılaşmıştım. Hepsinin vücudu onunkini andırıyordu ve hepsi aynı hareket ediyordu ama Rha’nın içgüdüleri tamamen doğruyu söylüyordu. Hareketleri muntazamdı. Boğaya çarpsa yıkılmayacak gibiydi. Savaşın ortasında kalsa, o curcunanın içinde her yeri görürdü.

Karşımda bir tanrı varmış gibi izliyordum, gözümü alamıyordum. Cinayetin hayranlık uyandıracak bir yanı var mıydı? Kopan kellelerin, fışkıran kanların, sağa sola dağılan uzuvların? Olmamalıydı. Zaten izlediğim kırmızı lekeler değildi, Rha’nın kılıcı kullanış şekli, tepesinden geçen baltayı savuruşuydu.

Bu adam bir savaşçıydı.

Muhtemelen Çakal, Kurt ve Tilki’den önce bile öyleydi.

Ormanın içinden gelen sesle ağaçlara döndüm. İlk başta kuş sandım ama bu uçan bir canlı değildi, bir adam o sesi taklit ediyordu. Rha benimle göz göze geldi. Benden oldukça uzaktaydı.

“Bu kadarla sınırlı kaldıklarını sanmadın, değil mi Kuzu?” Önünde hâlâ katletmesi gereken dört kişi yokmuş gibi benimle konuştu. Hayır, bu kadar değillerdi. Ormana sığınanlar vardı, bu adamların devamıydı. Grupça geziyorlar, patikaları kolluyorlar, çevreyi gözetliyorlardı ve o ses bir yardım sesiydi.

Hepsini toplamak için.

Kıtanın bu kısmında hırsızlık inanılmaz fazlaydı.

Ormandan ayak sesleri yükseldi. Koşuyorlardı. Patikaya, bize doğru.

İşte şimdi suratımdan korku seçilebilirdi. “Rha…” diye mırıldandım. Sesim çıkmadı ama dudaklarımı okudu. Adı ağzımdan endişeyle, yardım dilenircesine çıktı çünkü o uzaktaydı, ben ağaçların dibindeydim.

Adını yardım dilenir gibi söylediğim an gözlerinde bir yumuşaklık, bir insanlık yakaladım.

Önündeki adamları savuşturmak için kıpırdamadan önce arabaya bakış attığımı görüp uyardı. “Yerinde kalmanı söyledim, Mari.” Emir doluydu. Ben burada değilmişim gibi doğruldu ve savunmaya döndü.

Parmaklarımı zapt edemiyordum. Tetikteydim. Bıçağım bile yoktu. Rha bu kez üzerine çullanan dört kişiyi saniyesinde öldüremedi. Adamlar da ataktı, hızlıydı ama onun kadar değildi. İzlemeyi kestim, ormanı gözüme kestirdim.

Duyuyordum.

Koşuyorlardı.

Çok kalabalık değillerdi ama onlara karşı şansım yoktu.

Ve gördüm.

Ağaçların arasından ilk olarak elinde koca bir baltayla çıkan herifle kesiştim. Ayağımı kaçmak ister gibi arkaya koydum, kıpırdayamadım. Rha’ya bir an baktım. Birisini öldürmüştü ama bileğinde ufak bir kesik vardı.

Haykırış ağaçların oradan geldi.

Baltasını kaldıran o herif, ormanın belli kısımlarından çıkan ve çevremizi saran bir sürü adam ve kadın.

Kapana kısıldık.

Rha karşısından gelenleri karşılamak için yürürken beni burada yapayalnız bıraktı. Biliyordum. Ona güvenmemem gerektiğini, canımı hiçe sayacağını biliyordum! Evmiş, kurt herkesi korurmuş, diğerleri de beni eve kabul etmiş… hepsi yalandı. Burada geberecek ve kafama balta yiyecektim.

Tam geri adım atacağım sırada hayal gibi sis dalgası gördüm.

Ayışığı ile aydınlanan ormanın derinlerinden hırlama yükseldi. Öteden kemik kırılma sesi geldi, bu Rha’ydı. Ama diğer çığlığın sebebi kesinlikle o değildi.

İlk önce arkamı döndüğüm kısımdan bağırışlar savruldu. Bunlar ölüm acısıyla çıkarılan sesler değildi. Yürektendi, acıdan değil korkudandı. Öyle bir haykırıştı ki ormanı uyandırmıştı. Bizi çevreleyenlerin attığı çığlıklar, bir geliyor bir kesiliyordu. İçimdeki o ses, arkamda pusu kuran insanların tamamen yok olduğunu söyledi.

Ormanı ince su tabakası gibi saran sis ayaklarımın yanından geçip ileriye yöneldi. Baltayı kaldıran ve şimdi etrafını neler olduğunu anlamak için izleyen adamla bakışlarım buluştu.

Sonra arkasındaki sarı gözleri gördüm.

“Aman tanrılar.” O gözler, sunağın içinde gördüğüm gözlerin birebir aynısıydı. O şey demin arkamı temizlemişti ve ne ara önüme geçmişti bilmiyordum.

Karanlıkta bakışları parladı, sonra burnundan verdiği güçlü soluğu duydum. Baltalı adamla hareket eden üç kişi sırtını bana döndü, onu aradı. Sarı irislerle buluştular.

O sarılık söndü. Yerini karanlık bir çukura bıraktı.

Fırladı.

Çakal, ağacın içinden bacaklarına güç verip sıçradı.

O adamın tepesine indiğinde vücudunu net bir şekilde görebildim. Kocaman ağzını açtı, adamın kellesini ağzına aldı. Çektiğinde adamın kafası ağzında kaldı.

Göğsümden yukarı çıkan panik, görüşümü kararttı. Başım döndü, korku bilincimin ve zekamın önüne geçti. Şimdi düşüp bayılacaktım. Bu şey tapınakta gördüğümden çok daha canlıydı. Karşımdaki adamı zevkine parçalayan çakal, ruhani bir şeye benzemiyordu.

Gerçek bir hayvan gibiydi. Ona dokunsam hissedebilirdim. Boynuzları gerçek gibi parlıyordu. Tüyleri inanılmazdı. Ağzı, kötülük akıtan girdapları andırıyordu ve o dişler… milyonlarca kılıcın bedenime girdiğini bana hissettirirdi.

Baltalı adamı bıraktı. Diğerine atladı. Beni yoldan çekmek isteyen herkes onun ağzında veya pençesinde can verdi.

Onu gerçek gibi gördüğüm o an çok kısaydı. Sisler tekrar onun bedeninin çevresinde yoğunlaşıyordu. Onu resmen gizliyordu, net görmeme izin vermiyordu.

Karşımdakileri öldürmüştü. Hayır, onları parçalamıştı. Kolları ağzındaydı, zevk alıyor gibi çevreye fırlatmıştı. Yırtıcı bir hayvandı.

Rha neredeydi bilmiyordum.

Onu aramıyordum.

Çakal’dan gözümü alamıyordum. Ruhum titriyordu. Ona bakamama sebebim çirkinliği değildi, ürkünçlüğüydü.

Dili dışarı sarktı, nefesini ağzından aldığında gülümsüyor gibi göründü. Kulaklarım uğuldadığı için haykırışların kesildiğini fark etmedim. Bizden başka nefes alan tek şey arabayı çeken attı.

Çakal ayağını kaldırdı. Bacakları olmayan bedene bastı, kemikler insan elini andıran pençesinin altında çatırdayarak toz oldu.

Başını eğmişti, bana bakıyordu.

Bana.

Yine.

Gözlerim kırpmamaktan doldu ve dondu. Rha’yı sikeyim, ben hareket ediyorum. Topuğumu arkaya koydum. Ellerim havaya kalktı. Ondan uzaklaşmam lazımdı. Ama yapamadım. Onun attığı adımın aksine benimki minicikti. Aramızdaki mesafeyi kapattıkça kapadı. İki metreden az bir mesafe kalınca duraksadı. Ruhumu görüyor gibi izledi. Sisler onu kamufle ettiğinde bir adım daha attım.

Ve sert bir göğse yaslandım.

“Neyden kaçıyorsun?”

Rha’nın sesiydi. Ona çarpmıştım. Ne ara buraya gelmişti bilmiyordum, izleyememiştim ama herkesi öldürmüş olmalıydı.

Rha buradayken ölmeyeceğimi biliyordum ama kendime düşündüğümü kabul ettiremiyordum. Ona bakmak istemedim. Çakal hemen önümdeydi. Başımı aşağı eğdim. Gözlerimi o kadar sıkı yumdum ki canım yandı. Rha bana dokunmuyordu, sadece sırtım ona yaslıydı. Çakal’ın adım attığını işittim. Islak nefesi, kan kokusunu almayı bekledim.

Ama beklediğim olmadı.

Bir parmak, çenemin altından inanılmaz bir naziklikle tuttu.

“Benden mi kaçıyorsun?”

Bu Rha’nın sesi değildi.

Tam karşımdandı, dumanlı ve pusluydu. Yüzümün dibindeydi. Hayal aleminden fırlamışa benziyordu. Gerçek olamayacak bir ses, kulaklarıma kendisine koşmak isteyeceğim, sürekli duymayı arzulayacağım tınıyı yerleştiren bir ses… Rha da böyle etki bırakabiliyordu.

“Aç gözlerini. Yasladığın zaten benim.” Çakal konuşuyordu.

Benimle.

Çenemi tutarak.

Kalbimi yatıştırmayı başardım. Başımı kaldıran o oldu. Gözlerimi hafif hafif açtım ve onu gördüm.

Bir insan.

Çakal değil, bir insandı bu.

Siyah saçları alnına düşüyordu, inanılmaz asi görünüyordu. Gözleri karanlıktı. Esmer teni sağlıktan değil, güçten parlıyordu. Gülümsüyordu. Ama çarpık ve altında korkunç imalarla dolu bir gülümseme sergiliyordu. Bir kulağında küpe vardı. Onun kulağında küpe vardı. Bana hayata sadece eğlenmek için gelen insanları anımsatıyordu. Değişikti. Eğer bir ruh ve hayvan olmadığını bilseydim tüm kadınların bu korkunç çekiciliğe kapılacağına inanırdım.

Bir şey fark ettim.

Çakal için düşündüğüm her şey Rha’da da vardı. Rüyamda gördüğüm kurttu, onun hakkındaki izlenimlerimi Rha taşıyordu. Muhtemelen Tilki’yi de onda bulabilirdim. O karmakarışıktı.

Yine de karşımdaki ruh kemiklerimi zangırdatıyordu.

Bana eğilince Rha’ya iyice sokuldum. Burnumun dibindeydi. Sırtımın her yerinde Rha’nın göğsünü ve karnını hissedebiliyordum. İçinden geçip gitmeyi arzuladım ama orada duvar gibi dikiliyordu.

Çakal’ın gözlerine bakarsam gözüm yerinden çıkacaktı. Bu yüzden ağaçlara kendimi kilitledim.

Güldüğünü işittim. Ufacık bir kıkırtıydı.

Çakal elini çenemden çekince Rha bu kez hiç de nazik olmayan biçimde tuttu. Başımın arkası ona yapıştı, suratına bakmaya zorladı. “Kaçtığın benim, Marissa.”

“Bırak beni.” Aciz, cılız, acınası bir ses… Çakal bu haliyle dehşete düşürecek görüntü taşımıyordu ama varlığı varlığımı tehdit ediyordu ve bunu her hücremde hissediyordum. Rha’nın menekşe gözlerine yalvarıyordum. “Bırak.”

“Sen korkmayasın diye tercih etmediğim bedendeyim.” dedi Çakal. “Şimdi bana bak.”

Neden?

Neden ona bakmalıydım? Niçin rüyama giren Kurt da bana aynısını söyleyip duruyordu?

“Gözlerime bakmayı öğren!” Elini kaldırınca Rha koluma kendi dokunuşunu indirdi, Çakal beni yanaklarımdan yakaladı.

Nefesi… her yerimdeydi.

Küpesi karanlıkta bile parlıyordu. Ona odaklıydım ama bunu yapmaya devam edersem kalbimi göğsümden çıkaracaktı.

Sonunda dilediğini yaptım. Gözlerinin ta içine baktım. Karalık irisler, biz buluşunca sapsarı parladı. Güneş gibi. Ay gibi. Patlama ve son ışık gibi.

Hemen ardından… o gün Tilki’de gördüğümü gördüm. Karadelik. İçi boş bir çukur. Boş gözyuvası.

Yokluk.

Çığlık atmak istedim, atamadım. Çenem avucunda titredi. Başını yana eğdi. Burnunun ucu burnuma dokundu. “İlk sıra benim. Sırf bana bakamadığın için, talip oluyorum.”

“Jachar.” Rha sanırım ona seslendi. Yemin ediyorum, irislerim titriyordu. Dokunuşunu hissediyordum. Parmakları inanılmaz derece soğuktu. Geberiyordum. Elimi geri atıp Rha’nın ince gömleğine tutundum. Bu onu kızdırdı. Kulağıma kadar eğildi. “Bir şeyi öğrenmeni istiyorum. Artık bunu kafana sokman gerekiyor Marissa. O, zaten benim. Benimle yolculuk yaparken aslında bizimle yolculuk yapıyorsun. Ben Çakal’ım. Benim aklım, dört zihinden ibaret.”

Çakal beni bıraktı. Birkaç adım geri çekildiğinde nefes alabildim.

Hâlâ aynı duruyordum. Rha benimle konuşuyordu. “Sana zarar verdim mi?”

“Beni kurban edecektin!”

“O hariç. Yine de sana kimse dokunmadı, değil mi Kuzu?” Kolumdan yukarı parmakları gezindi. Boynumdaydı.

Okşar gibi hareket ediyordu. Parmaklarının sıcaklığı tüm bedenimi ısıttı. Gıdıklandım ve rahatladım. Hem de tek bir dokunuşla ve burada insanüstü bir güç yoktu.

Rha’nın ölümcüllüğü insanlığıyla sınırlı değildi ama insanlığı bile karşısına çıkanlar için görülebilecek en büyük tehditti. Arkamda duran kişinin karanlığın içinde güneşi görüyormuş gibi yürüdüğünden emindim. Onu tanımıyordum ama ne gördüğümü biliyordum, hissediyordum. O, görünmeyen o yola aitti ve sadece kendisi görüyordu. Bu siyahlığa mükemmel biçimde ayak uydurmuştu. Az önce savuşturulan haydutlar mı kötüydü, yoksa o mu? Cevap Rha’ydı lakin bana verdiği enerji başka bir şey daha mırıldanıyordu.

Rha zifiriye ayak uydurabiliyordu, evet ama bu kendisini de karanlık kılmazdı. Sapık, sadist, korkunç düşünceleri olmadığından emindim. Nasıl emindim bilmiyordum ama emindim. O kanlı yoldan hoşlanıyor muydu? Evet. Ama kendisi yüzde yüz oraya ait değildi.

Kasabada gördüklerimden yola çıkıyordum. İnsanlar genellikle geri dönüşü olmayan kolay yola, kırmızı suların yükseldiği tarafa saptıktan sonra geri dönmezdi. Rha ise… o an ne gerekiyorsa onu yapıyordu. Çok değişkendi. Bukalemundan farksızdı.

Tahmin edilemezdi ama aynı zamanda çok basitti.

Öldür. Sonra dur. Her şey yolundaysa can almaya gerek kalmamış olmalı.

Rha’dan emindim.

Bir şekilde Çakal’dan da emindim ama o çok daha soyuttu. Capcanlı karşımda duruyor olsa bile soyuttu.

Mırıltısı güzel bir rüzgar gibiydi. Dudakları kulağıma dokunuyordu. “Haydi Marissa, benim için bana bak. Bunu ilk ve son kez yaptım. Beni çok zorluyor. Tahmin bile edemeyeceğin kadar çok.” Çakal’ı kastetti. İtaatkâr biçimde önüme döndüm.

Çakal orada öylece duruyordu.

Bana göz kırptı.

Göz kırptı!

Tanrılar…

“Ruhlar gerçek mi Marissa?” Hâlâ onun konuşabildiğini kabullenemiyordum.

Rha’nın dudakları kulağıma yaslıyken, buğulu gözlerle ona baktım. “Ge-gerçek.” Ve ölümüm olacaklar.

Dudağı haylaz bir çocuğunki gibi kıvrıldı. “Aferin.” Gözleri tekrar sıradan oldu. Bir insanda olamayacak kadar siyaha kaçıyordu ama en azından oradaydılar. Ayaklarıma doğru tüm tüylerimi kaldıracak biçimde beni süzünce kıpırdandım. “Bu koku hoşuma gitmedi.”

“Kendisini yaralamadan bir dakika duramıyor anlaşılan.” Beni popomun üzerine düşüren Rha’ydı. Kendim yapmamıştım. Çakal’ın kan kokumdan bahsettiğini o an idrak edemedim, bu yüzden çığlık koyamadım çünkü bu iğrençti.

(Kurt: “Bir damla kan bile insanı zayıflatır.”)

Çakal dumana karıştı. Önümde bitti. Sinsice izledi, yüzü yüzüme yapışacaktı. Korku boğazımda düğüm oldu. Bembeyaz dişleri sırıtışıyla göründü. “Marissa,” Tanrılar… adımı söylemesini hiç istemiyordum. “kan akıtma. Dikkatli ol.” Hem umurundaydı hem de dikkat etmezsem beni yiyecekti.

Rha iki parmağını boynumda güm güm atan noktaya yasladı. Sağımda Çakal’ın nefesi, solumda onunki… “Sakin ol.” Nasıl?

Arkamda ruhlar alemine karışan ve artık insan olmayan, dört ruh taşıyan bir beden vardı ve önümde Çakal’ın ta kendisi.

Sakin falan olamıyordum.

Çok, çok, çok hızlı nefes alıyordum. Bu beni yoruyordu.

Sonrası karanlıktı.

Çakal veya Rha bana bir şey yaptığı için değil. Korkudan, heyecandan, akıl almaz olaylardan bilincim kapandı. Bayılmadan önceki boşluk hissi ilk defa tatminkardı.

Loading...
0%