@leeseaa
|
Yerimde hopladım ve uyandım. Yüzüstü yatıyordum. At arabasında olduğumu kafamı kaldırınca anladım. Başıma kayayla vurulmuş gibi hissediyordum. Kendimi zar zor taşıyordum. Aynı arabaydı. Ama taşlar neredeydi? Her yerime batan kristaller kaybolmuştu, burası tertemizdi ve ortalıkta uzanıyordum. Sahi… buraya nasıl gelmiştim? Anılar birer birer aklıma dolarken Çakal’ın nefesinin yanağıma değdiği, Rha’nın kalp atışlarımı takip etmek için boynuma parmaklarını dayadığını anımsadım ve görüntülerin kalanını bir daha yaşadım. Tanrılar! Hızlıca kalkıp kendimi öbür tarafa atınca araba sallandı. Popomun üzerine oturunca “Ah!” diye inlemeden edemedim, kalçam çok fenaydı. İçeride hiçbir şey olmamasına rağmen tek başıma arabayı sarsmayı başardım. Tekerlekler toprak zeminin üzerinde yavaşladı ve at durdu. Koca botlar yere dokundu. Arabanın kenarından yürüdü. Perdenin oraya geçti ve bir elini kullanıp kenara çekti. Gözüme ışık girince kolumu kendime siper ettim. Rha’yı anlık olarak görmüştüm. “Ah, uyanmışsın.” Amanın… onun kucağına doğru bayıldığım gerçeği yüzüme tokat gibi indi. Rha’nın yüzünde neşe vardı sanki, tabii bu alay da olabilirdi. Belimden aşağısına baktı. “Oturabildiğini görmek ne hoş. Pansuman yapmak isterdim ama kıçını ellememden hiç hoşlanmayacağını tahmin ettim. Yardım etmeyerek yardım ettim sayılır.” “Ha?” İyice aptallaşmıştım, onu anlayamıyordum. Parmaklarını kaldırdı. “Kıyafetin biraz yırtılmış ve parçalarına kan bulaşmış. Bu da bana kalçanın ne kadar kötü durumda olduğunu belli etti.” Birdenbire kıpkırmızı kesildim. Gözlerim kocaman açıldı. Ben şekil değiştirdikçe o sırıtıyordu. “Cidden, nasıl öyle yaralandın bilmiyorum. Sanırım benim yüzümden. Bunun için üzgünüm.” Aptallaşsam bile ciddi olduğunu anlayabiliyordum. “İki seçeneğim vardı. Ya yaranı temizleyecektim ama bunun için eteğini kaldırmam gerekirdi ya da öylece bırakacaktım. İkinciyi seçtim.” Böbürlenmesini bir kenara bırakamıyordum. Ona aval aval bakıyordum. Kaşlarını kaldırıp kapıya tutunarak bana eğildi. “Marissa?” Rüyada mıydım? “Oturabiliyor musun? O tür yaraların ne kadar iğrenç olduğunu bilirim.” Dümdüz bir sesle, mimiksiz bir şekilde “Nasıl?” diye sordum. “Kıçımdan bir ok yemiştim. İnan bana, omzumdan beş tane ok geçse daha iyiydi. Oturamamak çok kötü.” Yutkundum. Sağıma soluma bakınıyordum. Çakal burada mıydı? Elbette buradaydı. Aklının içindeydi. Rha sanki ne düşündüğümü anlamış gibi gizlemeye çalıştığı zevkle gülümsedi. “Ya orada otur ya da yanımda. Tercih senin ama yola devam ediyoruz.” Perdeyi açık tutuyordu. Taşları o taşımış ve beni yatırmış olmalıydı. Diyecek bir şeyim kalmadığı için başımı sallamakla yetindim. Yavaşça ayaklandım, ağrıları görmezden geldim. Ona doğru yürürken “Popom açıktaysa burada kalacağım.” dedim. Kıkırdadı. Elini uzattı. “Popon açıkta değil. Merak etme, öyle olsaydı görürdüm.” Ona bir bakış atıp elini tuttum. Parmaklarının üzerine koyduğum parmaklarıma kaşını kaldırarak baktı ama hemen yok etti. Ne düşündüğü belliydi. Çakal yaklaştığında bayılmıştım, o dokununca bayılmaktan çok uzaktım. Halbuki aynı şeydi. Aşağı atladım. Beni ön tarafa çekti. Atın dizgilerini eline alıp yana kaydı, oturmamı bekledi. Yaşlı teyzeler gibi hareket ediyordum. Bacağımı yukarı atmak güçtü. Yanına yerleştim, ağırlığımı diğer tarafıma verdim. Çok yakındık. Kolum koluna dokunuyordu, bacağım bacağına değiyordu. Atı yürüttü. Patikadan devam ediyordu. “Ben…” dedim güneşe doğru bakarken. Ne diyeceğimi anladı. “Hayır, birkaç saattir uyumuyorsun. İki gündür uyuyorsun. Az kalsın öldüğüne inanacaktım.” İki gün mü! Sözlerini kabullenmeye çalışırken bana yanına koyduğu matarayı uzattı. Sudan birkaç yudum aldım, midem şimdilik bu kadarını kabul ediyordu. Eğer iki gündür uyuyorsam bir gün sonra rıhtımda olacaktık. Ellerimi bacaklarımın üzerinde birleştirip karşımı izlemeye başladım. Hangi topraklardaydık bilmiyordum fakat her yer yemyeşildi. Genellikle patika yanlarında köylere uzanan ince yollar olurdu, bu kez öyle şeyler görmüyordum. Rha burayı nereden biliyordu? Gerçi bunca yıl yaşadıysa tüm dünyayı biliyor olabilirdi. Kıtalar arası yolculuk yapmak rüyalarıma bile girmeyecek kadar imkansızdı. Hatta o kadar imkansızdı ki farklı taraflardaki haberlere, işleyişe dair hiçbir fikrim yoktu. Haberdar olduğum tek konu adalardı. Denizatı’nın adaları. Parmaklarım birbirinin üzerinde dönüyordu. Sessizlik can sıkıcı olmaya başlamıştı. Geriliyordum. Gerildiğim için terliyordum. Rha bana hiç bakmıyordu. Çenesindeki ve üzerindeki kanı temizlemişti ama bileği hala kırmızıydı. “Dilindeki düğüm açılırsa konuşabilirsin.” dedi rahat biçimde otururken. Bizimle yol alan adam ölmüştü. Yolumuzu kesen herkes parçalanmıştı. Çakal meydana çıkmıştı, Rha herkesi doğramıştı. Yani söylenecek pek bir şey yoktu. Bir köşeye sıkışıp bacaklarıma sarılıp sallanmaya başlasam kendimden şüphe etmezdim. Ama sapkın aklım sıradan bir güne hoş geldin, alış buna diyordu. Rha gözünü kısıp beni üçüncü kez incelediğinde çenem birkaç kez açılıp kapandı, sonunda kekeleyerek de olsa bir şeyler diyebildim. “Ça-çakal… o…” Gülümsemesini gizleyemedi. Devam etmemi bekledi ama ben bir şey demesini umuyordum. Demedi. “İnsandı.” “Bir sürü bedeninden biri.” “Ama… onların seninle olduğunu sanıyordum. Önümde göremeyeceğimi, gördüğüm şeyin duman gibi olacağını. Bana dokunursa…” Ürperdim. “bunu hissedemeyeceğimi. Bizim gibi konuşamayacağını.” “Neden?” dedi net bir şekilde. “Yüz yılı aşkındır benimle yaşayan bir ruh, hâlâ Girdap’ın içindeki gibi mi davranacak? Bu normal olur muydu sence? Çünkü içimde, görüyor, anlıyor. Senin ruhun var Marissa, o da bir ruh. Sadece tek bedendeyiz.” “Bana dokundu.” Dalgındım. “Bu hoşuna gitmedi mi?” O ise ciddiydi. Gerçekten sormuştu. Farkı seziyordum, şu an Rha’nın ta kendisiyle konuşuyordum. Veya adı her neyse… Parmaklarımı yuvarlamaya devam ettim. “Ben… bilmiyorum.” Kabaran buklelerimden bir tutam aşağı düştü. “Varlığı farklı. Bana dokunmasını beklememiştim. Hele ki onu göreceğimi…” (Çakal: “Benden korktuğunu sanıyor, yanılıyor. Verdiği tepkiler korkunun yarattıkları değildi. Alışılmadıkların gösterisiydi. Korkunun kokusunu almadım.”) (Kurt: “Bu iyi.”) (Tilki: “Belki de bizimle oynuyordur? Korkusunu gizliyor, sırları görmeye çabalıyordur. Elimizden kaçamayacağının farkında olduğu için gözlem yapmak tek seçeneği.”) (Kurt: “Hiçbir insan o kadar zeki ve cesur değil.”) (Tilki: “Doğru… Ona öğreteceğim çok şey var.”) Rha omuzlarını gererek doğruldu. Koca nefesini uzun uzun verdi. “Bunu bir daha göremezsin.” dedi yolu izlerken. Hayallere dalmıştı. Düşünerek konuşuyordu. “Normalde bu şekilde karşılamazsın. Çakal çıkmak zorundaydı çünkü çok kalabalıklardı. Yanımda olmasaydın bunu yapmazdım ama ben onlarla çarpışırken birisi sana zarar verebilirdi.” Düşünceli olduğu için mi Çakal gelmişti yani? Tıpkı dedikleri gibi, koruyorlardı. “Varsayalım ki bunu bir daha yapmam mümkün… Onu tekrar görmek ister misin?” “Hayır!” O kadar hızlı cevap verdim ki kendime şaşırdım. Omurgamdan dikleştim, ağzımdan çıkan sözcükte ciddi değildim. Aklım çok karışıktı. “Yani…” Delirmiş olmalıydım. Saçmalıyordum. Devamını getirmedim ama Rha hayır demek istemediğimi fark etti. Tamamen aptalcaydı ama Çakal’ın önümdeki duruşu beni her ne kadar titretse de, yüreğime karanlıkla saldırsa, kalbimi yorsa bile o kadar değişik bir histi ki onu asla görmek istemiyorum diyemiyordum. Masallardaki canavarlardan birisi karşımdaydı sanki ve merakım, korkumun önüne geçmişti. Hissi farklıydı. Dokunuşu insani değildi. Sesini duymak bana Girdap’ın içinde, ruhlar alemindeymişim gibi hissettirmişti. Rha’nın yanında oturuyor olmak da öyleydi. Hızlı kelimelerimi umursamadı, bilmiş bir ifadeyle önüne döndü. “Jachar dedin.” Aklımda kalmıştı. “Dalganın üç kardeşine tapanlar aynı bölgede değildir. Çakal aralarına inmişti, bu kıtada olmayan bir bölge. Onların dilinde, bu Çakal demektir.” “Yani Çakal insanların içine indi, öyle mi?” “Sana ruhların vaktinde insanların içine indiğini söylemiştim. Bunu hatırlıyor olmalısın.” Evet, Yılan’ın resimleri de bu şekilde var olmuştu. “Çoğu indi. Hepsinin insani bir bedeni var. Çakal’ı gördün, Kurt’la tanıştın.” Kurt’u görmemiştim. Onu rüya gibi aklıma sokmuştu. “Benden ne istiyor?” Rha hemen başını çevirdi. Ne dediğimi anlayamadı. “Bayılmış olabilirim ama hatırlıyorum. İlk sıra benim. Bana bakmadığın için talip oluyorum dedi.” Rha’nın dizgini tutan elleri sıkılaştı. “Bunu zevk alarak söyledi. Benim zevk duymayacağım ise kesindi.” “Belli olmaz.” “Ne demek bu?” Cevap vermedi. Zorlamanın, üzerine gitmenin anlamı olacak mıydı? Hayır, söylemek istemiyorsa söylemezdi. Fakat bu hanesine eksi bir puan yazardı. Zorla yanında tutuluyordum. Kurban etmekten vazgeçtikten sonra asla beni dibinden ayırmayacağını söylemişti. Ona güvenmek için hiçbir nedenim yoktu. Fakat… Hayır! Bu saçma dürtüler benimle oynuyordu. İçimdeki o ses küçük bir kız gibi ona güvenmekte sakınca yok deyip duruyordu. O sese inanmazdım. Genellikle heyecana yenik düşen bir kızdı o. Araba hoplayınca ağırlığımı yine tek tarafa yükledim. “Bakmadım ama dikiş gerekiyorsa…” “Gerekmiyor!” Kaşını kaldırıp şu bakışı atınca fazla… samimi ve insancıl oluyordu. “Peki.” Umursamazdı. “Ama olur da iltihap kaparsa aylarca oturamazsın.” Bembeyaz oldum. “Şu an bile oturamıyorsun. O baygın halinle seni sırtüstü yatırdığımda cırladın. Bir an dalgınlığıma gelmişti, yaranı unuttum. Hâlâ kanıyor musun?” “Hayır.” Evet. Altım ıslanıyordu ve işemediğimden emindim. “Bu tamamen senin suçun. Beni ittirdin.” “Genellikle üzerimde birileri oturmuyor.” Gökyüzüne baktı. “Genellikle.” Mırıldanarak ekledi. “Ne günlerdi ama…” Bu mide bulandırıcı gerçeği duymamış gibi yaptım. Arkadaşlarımın -arkadaşım sayılırlar mıydı bilmiyordum, tek arkadaşım Eren ve Adele’di- yüzde doksanının fahişe olduğunu düşününce bu gayet normaldi ama Rha’yı öyle hayal etmek istemedim. Çünkü muhtemelen onunla sevişen kadınlar dördüyle birlikte oluyordu. Ya da olmuyor muydu? Ruhlar insani zevkleri bilmiyorlardı. Bunu bana o da söylemişti. İnsanlar ayrıydı, ruhlar insan değildi. Bana kalırsa cinsel yaklaşımın ne olduğunu bile ayıramıyor olmalılardı. Bu bana başka bir şey hatırlattı. “Eskiden, yani tüm bunlardan önce, ne yapıyordun? Rüyamda seni gördüğümü biliyorsun, bunun yüzünden beni boğazladın.” “Fevri bir tepkiydi.” “Fark etmez, boğazladın.” dedim hafif sinirle. “O çocuk sendin.” Geçmişinden bahsetmeyeceğine, o adamdan asla konuşmayacağına emindim. Çünkü kaşını gördüğümü, o yarayı nasıl aldığını bildiğimi biliyordu. Anında yüzü değişti. Öfkelendi. “Çocukluğunu sormayacağım. Ben…” “Evet.” Lafımı kesti. “Sana kendimden bahsetmeyeceğim. Bilebileceğin tek şey her zaman elimde bir kılıç olduğu ve bu konuda her zaman usta olduğum.” Bu konu dediği öldürmekti. Gözlerimle görmüştüm. “Asker miydin?” Sessizlik. “Hayat mı sana kılıçta ustalaşmayı öğretti? Suikastçı mıydın?” Sessizlik… Araba taşların üzerinden geçti, tekerlekler çığlık attı ve oturduğum yer zangırdadı. Yukarı sıçrayıp kalçamın üzerine düşünce kedilerden çıkacak olan ses ağzımdan döküldü. Rha dizgini bıraktı. “Pekala, bu kadar yeter. Eteğini kaldır.” “Sana kalçalarımı göstermeyeceğim!” Atı durdurdu. Şimdi patikanın ortasında bana beni bölecekmiş gibi bakıyordu ve bağırıyordu. “Kıçına meraklı değilim ama gideceğimiz yerde oturabiliyor olsan iyi olur. Yolun azaba mı dönüşmesini istiyorsun Kuzu? Alt tarafı et. Çizildin mi, yoksa sadece bir batık mı?” “Göremiyorum!” Kükredim. “Görseydim sana söylerdim ama kanıyor!” “Demin kanamadığını söyledin.” “Tanrılar aşkına! Yalandı, tamam mı? Alt tarafı…” Kalçamdaki bir yara. Kıvrımlarımın hemen orada. Üzerimde hâlâ aynı elbise vardı. Yeni kıyafetler bulacağımızı söylemişti. Düşerken eteğim toplanmış olmalıydı. Kumaşlarda ben de yırtık göremiyordum. “Temiz suyumuz var. Alkolümüz var.” Alkol mü var? Diğer mataraya uzandı ve salladı. “Görünüşe bakılırsa zavallı insan ağzının tadını iyi biliyormuş. Arkasında bunu bıraktı. Açık yaraysa dikmek çok zor olmaz. En kötü temizlemelisin. O elbise çamur içinde ve tenine bulaşıyor.” Lanet olası. Deminki hoplamadan dolayı zaten en uçta oturuyordum. “Kahretsin. Bunu yaptığımızı aklından sileceksin.” Ellerimdeki hayali tozları silkeledim. Ayaklandım ve aşağı yavaşça indim. “Duydun mu?” “Sana dediğim gibi, ilgimi çekecek hiçbir şey göremiyorum.” Hakaret ediyor gibi söylemedi, öyle algılamamalıydım da ama suratıma tokat yemiş gibi hissettim. “Harika. Kendimden utanıyorum.” Aşağıdan ona bakmayı sürdürdüm. Kollarımı kavuşturdum. “Peki beni sadece sen mi göreceksin, yoksa dördünüz birlikte kalçamı mı dikizleyeceksiniz?” Rha ya kahkaha atacaktı ya da ağlayacaktı. Yüzü ekşidi. “Bunu yaran mahrem yerlerinde olduğu için mi söylüyorsun? Tanrılar aşkına Marissa, onlar Çakal, Tilki ve Kurt. İnsan bedenine duydukları ilgi, senin bir sümüklüböceği çekici bulmanla aynı olabilir.” Başını yana eğip düşündü. “Ancak ruhlar ilgilerini çeker ama düşündüğün şekilde değil.” O da aşağı atladı. Göz gözeydik. Parmağıyla işaret etti. “Eteğini kaldır. Bakacağım.” Titredim. “Vazgeçtim.” “Lanet. Eteğini. Kaldır. Dedim.” Mumyalanmış gibi duruyordum. Vazgeçti. Beni omuzlarımdan tutup çevirdi. Şimdi arkam ona dönüktü. Birkaç saniye bekledi, sanırım onu tırnaklayacak mıyım diye süre tanımak istedi. Tepkisiz kaldım. O da onayı almış oldu. Yaklaştı. Eli belimin altına indi. Eteğimi avucunda toplamaya başladı. “Tut şu kumaşları.” Dediğini yaptım. Eteğimi dizlerimin bir karış üzerine kadar çektim. Lanet olası bir deney gibi hissediyordum. Sanki çırılçıplaktım ve tüm şehir bana bakıyordu. Rha dizinin üzerine çökünce yutkundum. Yapabileceğim tek şey atı incelemekti. Ne güzel kahverengi tüyleri vardı. Yeleleri ne kadar da uzamıştı. Duruşu ne kadar da asil… Eteğimi kaldırdı. Parmağı bacağıma sürtünce gözüm azıcık karardı. Şükürler olsun ki iç çamaşırım vardı. Kalçama çarpan rüzgardan dolayı açıkta olduğumu anladım. Boğazını temizledi. “Alkolü ver.” “Ne?” “Duydun beni. Ver şunu. Yakacağını söylememe gerek var mı?” Omzumun üzerinden ona dönmeye ve görmeye çalıştım. Eteklerimi tutarken kıpırdayamıyordum. Ve keşke ona dönmeseydim. Düşündüğüm gibi bir dizinin üzerindeydi. Eteği tek eliyle tutuyordu ve arkama çok çok çok yakındı. Oradan gözünü kısıp bana kafasını kaldırınca kendimi daha da utanç içinde buldum ve pancara dönüşüp hızla önüme döndüm. “Kahretsin. O kadar mı kötü?” “İyi tarafı dikiş atmama gerek yok, zaten atabilecek bir şeyim de yoktu. Bulmak zor olacaktı. Kötü tarafı eteğinin iç tarafının toprakla kaplı olduğunu bana söylememendi.” “Üzgünüm. Bu kıyafetle gezip duruyorum ve yerlerde uyudum, yuvarlandım, sürüklendim, haydutlardan kaçtım ve ormanda yattım.” Nefes almadan konuştuğum için homurdandı. Popom açıktayken uzun uzadıya konuşmak çok saçmaydı! Oturağa uzanıp şişeyi kaptım. Biraz daha tırsak ve sakince sordum. “Cidden kötü mü?” “Şu an kanadığını hissetmiyor musun?” Kıçıma. Dokundu. Kanlı avucunu bana gösterdi. “Bak.” “Bana dokunma!” “Lanet olsun, dokunduğum yer bacağındı!” “Bu da yeterince yanlış zaten!” Tanrılar, kafama yıldırım düşürün! “Yak beni, haydi! Temizle şunu seni lanet olasıca dört ruh taşıyan…” Devam edemedim çünkü alkolü bocaladı, hemen ardından suyla temizledi. Bağırmış olmalıydım. Kıvrımlarımda alevler yürüyordu. Eteğimin ara katlarından bir kısmını yırttı. Onu da suyla ıslattı ve temizledi. Parmak uçları bana her değdiğinde yükseliyordum. Birazdan ağlayacaktım. O ise ciddiyetle işini yapıyordu. “Güzel.” Birden döndüm. “Ne dedin sen?” “Bir şey demedim.” Kanlanmış bezi bana vererek ayağa kalktı. Hemen eteğimi bırakıp döndüm. “Yaşayacaksın.” deyince kaşlarımı çattım. “Ama o pis şeyin üzerine oturmasan iyi olur. Şu bezi kalçanın çevresine bağlamayı dene. Birazdan kıyafet alacağız.” Elimi kalbime götürdüm. “Ah, ilk önce popoma baktın ve şimdi bana kıyafet mi alacaksın? Ne kadar dokunaklı.” Laf etmesini bekledim. Sonra kim olduğu aklıma gelince sinirlenir diye düşündüm. Ama tek yaptığı sırıtarak yanımdan geçmek oldu. Oturmak için hareketlendim. Acı daha da artmıştı lakin kalçamı kaplayan ikinci ağır deri katmanından kurtulmuş gibi hissediyordum. Tekrar yola koyulduk. “Kıyafet ve gerekli birkaç şey alıp bizi direkt olarak adalara götürecek gemiye bineceğiz. Orada tanıdığım birkaç kişi var, yabancılık çekmeyeceğiz.” Ben bir şey sormadan onun açıklama yapması şaşırtıcıydı. On dakika. Yirmi dakika. Yirmi beş dakika… İlerlerken tek yaptığım şey sağa sola devrilmemeye çalışmak ve sessizce izlemekti. Aklımdaki soruları kafamın arkasına atmaya çalışıyordum. Tanrılar aşkına, ben ne yapıyordum? İster dört ruh olsun isterse yüz, bana bir açıklama borçluydu. Nereye gidiyordum ve neden gidiyordum? Kahinleri öldürüyorum diyordu, sen bir kahinsin diyordu ama yaralanmamı asla istemiyordu. “Neden adalara gidiyoruz?” Cevap yok. “Kahinleri öldürüyormuşsun, bir gün beni de öldürecek misin?” Yine cevap yok ama keşke hayır deseydi. Gerçi, zarar vermeyeceğine inanıyordum. “Adalardan sonra nereye gideceğiz? Başka bir yerde kurban mı edileceğim? Çakal, Tilki ve Kurt benimle ziyafet mi çekecek? Bu bir tür ritüel mi? Eğer öyleyse önceden söyle, kendimi hazırlayayım. Birdenbire ölmektense ne zaman öleceğimi bilmeyi tercih ederim.” Rha iç geçirdi. “Susar mısın?” Tek bir nefesle sıraladığım soruların üzerine tıpkı onun gibi nefes aldım, kocaman ama yatıştıramayacak kadar az bir havaydı. Birbirine karışan kelimeleri yok ettim. Bu kez yavan bir sesle, içten bir şekilde, hafif bir ürkeklikle tek bir şey sordum. “Benden ne istiyorsun Rha?” Benim gibi birisinden… Ruhsuz Kasaba’da çalışan bir garsondan. Genelevde yaşayan bir kızdan. Sıradan birisinden bu ruhlar ne isterdi ki? Rha’nın yolu izleyen gözleri aşağı doğru kaydı. Ya onlarla konuşuyordu ya da kendisiyle tartışıyordu. Düşünüyordu. Kaşları çatık, yüzü sert bir şekilde. Çenesi seğirdi. “Bana yardım edeceksin Kuzu.” “Sana nasıl yardım edebilirim ki? Sen…” “Ben kopuyorum.” dedi. At iyice yavaşladı. Rha onu canlandırmaya gerek duymadı. Şimdi birbirimize bakıyorduk. “Parçalanıyorum. Dayanamıyorum. Koca bir karmaşa, kaos. Ve inanılmaz acı veriyor.” Sona doğru sesi kısıldı, yutkundu. “Onları bir arada tutmama yardım edeceksin. Çakal’ı, Tilki’yi ve Kurt’u.” Ne? “Sen bir kâhin değilsin Marissa. Sadece kâhin değilsin. Sen… uygunsun.” Bana doğru eğildi. Yatıştırıcı, sakin bir şekilde ekledi. “İhtiyacım olduğunda, bedenime fazla gelen kardeşlerden birisini sen taşıyacaksın. Geçici olarak. Benim değil, senin bedeninde misafir olacaklar. Birkaç dakikalığına da olsa, beni inanılmaz rahatlatacaksın.” İlk sıra benim. |
0% |