Yeni Üyelik
14.
Bölüm

14. Bölüm

@leeseaa

Önümde parmaklarını şıklattı.

“Marissa?”

Kaç dakikadır aynı yere bakıyordum bilmiyordum. Baktığım yeri görmüyordum. Aklım kapanmıştı, gözüm açıktı ama kördüm.

Ne demişti o?

“Sen, sen… NE!”

Kendimi tam arabadan atmak üzereydim ki Rha kolumdan yakaladı. “İlk olarak, ölmemeye çalış. İkinci olarak, bana lazım olduğunu unutma.”

Hareket edemiyordum. Damarlarım çatlıyordu, duyduğuma ve beni bu şekilde kullanmayı kafasına koyduğuna inanmak istemiyordum. İlk olarak kahkaha atmak istedim ama sesindeki kararlılığı sezince durumun ciddiyetini kavradım ve sadece kalçamdan değil, her yerimden yaralanmış gibi hissettim.

Ruhlar… Girdap’ın ruhları…

İçimde.

Titremeye başladım.

“Hey! Sakin ol! Sana onları devredeceğimi söylemedim, bu zaten mümkün değil çünkü ben çoktan onlarla harmanlandım. Sadece kısa süreliğine sana sürükleyeceğim ve bir tanesi benim kafamda değil, seninkinde olacak.”

“Lütfen benimle alay ettiğini söyle.”

Artık at kendi kendisine gidiyordu. Rha bedenini bana çevirdi, kollarımı iki yandan kavradı. “Bunca zaman sorun yoktu, artık var. Onlar tek bir dalgadan doğdu fakat asla bir bütün olamadılar. Ta ki ben onları kabul edene kadar. Geçen elli yıla kadar her şey yolundaydı. Artık değil.”

Açıklama yapmasının sebebi beni daha hızlı delirtmek istemediği içindi.

“Bunu taşımak ne demek biliyor musun? Tek bir ruhtan bahsetmiyorum, kendimle birlikte dört sesten bahsediyorum. Şu şekilde düşün, arabayı kullanan benim, atı yönlendiren benim.” Aslında şu an kendi kendisine gidiyordu. “Ama onlar arkada oturuyorlar. Camdan bir at arabasında. Her şeyi görüyor, hissediyor, şahit oluyorlar. Bunca zaman bu şekilde ilerlemek, o camları çatırdattı ve parçaladı. Tek bir bütün olduk. Sorun yoktu, hatta daha iyiydi. Neden biliyor musun? Çünkü Çakal, Tilki gibi düşünmeye başlamıştı ve Kurt da bize karıştı. Bir akla eriştik, düşüncelerimiz bile bir oldu. Tilki’nin kurnazlığı hepimize bulaştı ve böyle devam etti. Fikir ayrılığı kalmadı çünkü fikirler bir oldu. Ama tekrar bozulmaya başladı.”

Ona bakmadığım için çenemi kıstırdı, gözlerine odaklanmaya zorladı.

Menekşe.

Titreyen menekşe rengi. Dinletmek ister gibi. Onu duymama ihtiyacı varmış gibi.

Açıklamaya çalışıyordu. Sanki açıklamaya ihtiyacı vardı… istese bunu bana yaptırırdı, onayıma ihtiyacı olduğunu bile sanmıyordum.

Rha düşündüğüm gibi davranmıyordu.

“Bunun sana ne gibi bir faydası olacak?” dedim zar zor.

“Çok ağırlaştı. Bu bağ içimde gerçekten yaşıyor ve her geçen gün bizim için daha da kaldırılamaz oluyor. Kendi ruhumdan vazgeçmiyorum ama aktarırsam, sadece birkaç saniyeliğine de olsa, geri kabul ettiğimde çok daha hafif hissedeceğimi biliyorum. Şu an kimse konuşmuyor. Aklımda güzel bir sessizlik var, öyle olması gerekir. Ama hayır. Artık onlar sussa bile duyabiliyorum. Hafifletmem gerek. Kısa süreliğine de olsa hafifletmem lazım.”

Başımı sağa sola sallamaya başladım.

“Sana anlatmamı istiyordun, her şeyi anlatacağım.”

(Tilki: “Çoğu şeyi.”)

“Kahinler geleceği görürler ama hiçbir kâhin geçmişe ulaşamaz. Hiçbir kâhin taşıdığım ruhların diğer bedenlerini bilmezler. Eğer bunu yapabiliyorlarsa akılları, bedenleri ve ruhları açık demektir. Girdap’a kadar uzanan enerjileri var demektir. Benim gibi. Böyle birisiyle karşılaşmamıştım. Şu ana kadar…” Gözlerim kocaman açıldı. “Tam olarak benim gibi değil ama idare eder işte. Üç ruh hiçbir zaman bir bütün olmadı ve bunca zaman bir yaşıyorlar. Saniyelerce olsa bile, bir boşluk gerekecek. Nötrlemek için.”

Aslına bakılırsa…

Dediği hiçbir şey umurumda değildi.

“Sen manyak mısın!” Bağırdım. Hatta çığlık attım. Hem de öyle bir sesti ki, atı bile şaha kaldıracaktı.

Harika. Şimdi de panikle titremeye başlamıştım.

Bu herif bir deliydi. Bu herif acilen tedavi görmeliydi. Sadece kendisi değil, tüm ruhlarıyla birlikte!

“Bu beni öldürür. Bu beni yok eder! Nasıl yapacağını bilmiyorum, bilmek de istemiyorum ama içime herhangi bir ruhu alacağıma inanıyorsan sen salağın tekisin demektir!”

“Marissa…”

“Beni hemen bırakıyorsun veya öldürüyorsun.” Ormanın her yerine gözlerim değiyordu, bir kuş beni omuzlarımdan yakalayıp götürsün diye dua ediyordum. “Organlarımın çıkarılmasını tercih ederim. Baykuş’a ver beni! En azından o ruhumu taze tutup kemirmez! Kesin ölüm olurdu. Sen kafayı yemişsin, sen…”

Bu kez omuzlarımdan tuttu. Nasırlı ve güçlü elleri tenime dokununca sustum.

Nedense çok sakindi.

“Hiçbir şey olmaz.” Dişlerim birbirine vurdu. “Seni denemediğimi mi sanıyorsun? Kurt rüyana girebildi. Onun bedenlerinden birisini bana tarif ettin, hem de görmeden. Aklında yaşatmaya meyillisin, dalgaların alemine yabancı değilsin, bu şekilde doğdun, kahinler gibi. O enerji, sana çoktan tutunmuş.” Beni sarstı. “Düşündüğünü yapmayacaksın, benim gibi olamazsın. Ancak taşıyıcı olabilirsin. Ben onları bedenimden ayırıp görünür kılabiliyorum ama bu beni ciddi anlamda yoruyor. Sen bunu yapamazsın. Çakal içinde yaşadığında, onu dışarı çıkaramazsın. Ben onları farklı bir şekilde kabul ettim, sen öyle değilsin. Sadece aklında yaşayacaklar. Yanında oturacaklar. Kafandaki koltuğun hemen arkasında duracaklar. Belki sadece duyarsın.”

İçimden farklı bir şekilde kabul ettim derken ne demek istedin? diye sormak geçiyordu ama nutkum tutulmuştu.

“Ya hayır dersem? Bunu zorla mı yapacaksın? Hatta daha kötüsü, onu içime yerleştirecek ve beni kendi bedenimden men mi edeceksin?”

Rha’nın omuzları düştü, tutuşu gevşedi. Gözlerime en içten haliyle bakarak mırıldandı. “Sadece bana yardım et.”

Kalbimde bir çatırdama oldu.

Sebepsizce.

Sonra taşlaştı.

“Neden bunu yapayım? Seni tanımıyorum bile. Adın ne, onu da bilmiyorum ve Rha olmadığına eminim.”

Gözlerini yumup başını salladı. “Adımın bir önemi yok.”

“Seni tanımıyorum!”

“Bizi tanıyorsun, aklını açtığında daha iyi tanırsın.”

“Ama…”

“Adımın bir önemi yok dedim!” Bağırmasını beklememiştim. Başımı geriye atıp ondan kaçındığımda ellerini çekti. Pekala, Rha bağırdığında kılıç darbesi gibi bir etki yaratıyordu, bu gerçekti. Sesi… yıkım getirecek kadar güçlüydü. “Bunu şimdi yap demiyorum. İlk önce benimle kala kala alışmalısın. Eğer kendini rahatsız hissedersen onu kendime geri çekeceğim. Söz veriyorum.”

Sadece aklımda yaşayacak bir misafir. Onun gibi olmayacaktım. Onu hafifletecektim, sonra o beni hafifletecekti.

Çakal, Tilki ve Kurt.

Neden kelebek ruhları beni bulmazdı ki?

Neden bir yamyam olmak zorundaydı? Neden kana ve karanlığa tapanlar? Neden normal bir şey değil!

Gerçi, duyduklarım yalan da olabilirdi. Bayılmadan önce gördüğüm Çakal’ın -insana benzer halinin- canavarlarla pek bir alakası yoktu. Ama öbür, asıl bedeni… tamamen canavardı.

“Bu çok yanlış. Çok çok çok yanlış ve… saçma.”

“Kuzu,” Bu lakaba alıştığım için kafamı ona çevirdim. Çakal’ı Kuzu’nun içine tıkmayı düşünmesi olayları daha da komik yapıyordu. “Şimdilik bunu dediğimi unut. İstemediğin bir şey yapmayacağım.”

(Çakal: “Kıza ihtiyacımız var çünkü boğuluyorum.”)

(Kurt: “Yanlış.”)

(Tilki: “Yanlış olan ne?”)

(Kurt: “Kızın bize ihtiyacı var. Kız farklı, kız bu dünyadaki enerjiyle yetinemiyor. Bizim yanımızda, Rha’nın yanında duruyor olması bile onu canlandırdı. Bazıları Girdap’a yakın olmayı diler. Bu kız henüz bizimle tanışmadığı için ne dilediğini bilmiyor.”)

(Çakal: “Onu merak ediyorum. Beni ne kadarlığına kabul edecek, görmek istiyorum.”)

Rha sessizdi.

“Ah tanrılar, onlar seninle konuşuyorlar değil mi? Zihninden münakaşa ediyorsun! Ne diyorlar?”

Rha kendisine geldi. “Çakal sana zarar vermeyeceğini söylüyor.”

Kahkaha patlattım.

Boğazdan bir şekilde güldüm. Hatta o kadar çok güldüm ki hiç ıslanmayan gözlerim bu şekilde doldu. “Adı üstünde, Çakal!” Deliriyordum. “Çakal o! Dediği her şeye inansaydım, o Çakal olmazdı değil mi! Lanet olsun, çakal insanlara çakal derler. Bak, açıklama bile yapmadım ama ne tür insanlardan bahsettiğimi anladın!”

“Bu dediğin yabancılar için doğru. Senin için geçerli değil çünkü sen bizi rahatlatacak olansın. Öyle olmasaydın bile yaşamana karar verdim ve o an eve kabul edildin. Hiçbirimiz sana asla zarar vermeyiz.”

Hızlıca önüme döndüm. “Bunu istemiyorum.”

“Marissa…”

“Madem kararlarım önemli, bunu istemediğimi bilmelisin.”

Ellerimi kucağımda tekrar birleştirmemi, tekrar bacak bacak üstüne atmamı ve pürdikkat yola odaklanmamı izledi. İç geçirdi, dizgini tuttu. “Saygı duyacağım.” Başka da bir şey demedi.

**

Ormandaki su birikintisine doğru eğilmiştim, kendi yansımamı izliyordum.

Karanlık olmalıydı ama bir şekilde her şeyi görüyordum. Gökyüzüne ilişen ay ateş topu gibi parlıyordu. Yıldızlar, takılı kalan ateşböcekleriydi. Bu kez koşmuyordum, kaçmıyordum. Bu kez yansımadan bukleli saçlarımı düzeltiyordum, suratımı inceliyordum.

Parmağımı su birikintisinin içine daldırdığımda dalgalar meydana geldi. Ben bulanıklaştım, ben bulanıklaştığımda ormanın gerçekliği titredi.

“Ne yapıyorsun?” Arkamdan bir yerden ses gelince hemen başımı kaldırdım. Sağıma soluma bakındım ama hiçbir şey göremedim. O sesi duymuştum. Bir insan sesiydi ama duymaya alıştığım biçimde, derinlerden geliyordu.

Bakmaya devam ettim.

“Bul beni Marissa.”

Erkek sesini bir daha işittim, nereden geldiğini belli etti. Kafamı yavaş yavaş yukarı kaldırınca onu gördüm. Birkaç metre ötedeki ağacın en alt dalına oturmuştu. Ayaklarını aşağı sallandırıyordu, kollarını iki yanına koymuştu ve tepeden beni izliyordu.

Kızıla kaçan saçları karanlıkta bile parlaktı. Alnına doğru dalgalarla düşüyordu. Gözleri saçlarından çok daha farklı ton turuncuyla parladı, sonra yeşile büründü. Karanlıkta onu nasıl seçiyordum bilmiyordum ama hemen oradaydı, benim için çok netti.

Bacakları uzundu. Suratında değişik bir tebessüm vardı ama dikkat çeken yer gözleriydi. Ona hızlıca bakan her insan gülümsediğine inanırdı ama ben bakışlarına takılı kalmıştım. Gülümseme bir maskeydi, gözlemlediği gözlerinden belliydi. Tebessümün arkasına gizlenmişti.

Daldan aşağı atladığında birikintiye doğru bir adım attım ama ondan kaçmadım.

Evet, uzun boyluydu. Yakası açık kıyafetinin arasından ışıltılı bir zincir parlıyordu ama ucu kıyafetinin içinde kaybolmuştu. Saçları karman çormandı. Benim gibi kıvırcık değildi, dalgaları inanılmaz sakindi ama uykudan uyanmış ve saçına hiç dokunmamış gibi duruyordu. Çok düzgün bir burun, ince surat, muhteşem güzellikte gözler…

Kaşını kaldırdı, başını yana eğdi ve birikintiyi gördü.

“Kendini mi izliyordun?” dedi bana yaklaşırken. Bir adım mesafe kalınca durdu. Kalbimde saçma sapan çarpıntı olmasına rağmen hâlâ koşmuyordum. Onu izliyordum. Tehlikeli miydi? Hem de çok. Ama sesi hoştu.

Su birikintisine bakmayı sürdürdü. Yarattığım dalgalar sonsuz bir döngüye girmişti, su durulmuyordu.

Tilki’nin dudağının bir kenarı hafifçe kıvrılmaya başladı.

Başını iki yana sallayarak güzel gözlerini bana çevirdi. Çok yakındık. Parmağını aramıza kaldırdı, iki yana sallarken cık cık yaptı.

“Kendini değil, diğerlerini izleyeceksin. Bakman gereken onlar, tanıman gereken başkaları. Kendinin farkında olacaksın ama gözlerini çevrene yoracaksın.”

Elini indirip cebine yerleştirdi. Belinden bana eğildi.

“Kendinden çok diğerlerini tanı Marissa. O zaman oyunun kralı olursun. Bu, geleceği görmek kadar muhteşem bir güçtür.” Daha da eğildi. Yüzlerimiz yan yanaydı, kulağıma neredeyse yanağı dokunacaktı. “Kılıçtan keskin, infazdan korkutucu. Eğer tanırsan, en çok acıtacak noktayı da sen bileceksin.”

Tekrar doğruldu.

Gözümü kırpmıyordum, o zincire doğru kilitlenmiştim.

“Bana bak.” Yine aynı kelimeler. “Gözlerime bak Marissa.”

Yavaş yavaş başımı kaldırdım. Böylesine yeşil gözlere sahip olmak günah olmalıydı. Kendimi alamıyordum.

“Benden korkuyor musun? Korkmamalısın çünkü seni henüz tamamen tanımıyorum ama tanımaya başladığımda, o zaman korkmalısın. Tabii sana zarar vermeye niyetim olsaydı. Böyle bir niyetim en başından beri olmadı.” Duraksadı. “Sana gözlerime bak dedim.”

Sinirlendi.

Bunu yapmadığımı fark edemiyordum. Bir şey beni hem ona çekiyordu hem de uzaklaşmamı söylüyordu. “Bu şekilde karşındakinin duygularını sezeceksin, onun derinlerini izleyerek. Gözler yalan söylemez, korkuyu ele veren ilk şey bakıştır. Ufak bir titreme gördüğünde ona tutun. O korkuyu avucuna al ve üzerine git. O titremenin arkasında bir şey gizli. Hep gizlidir. Korkunun sebebini bilmiyorsan bile biliyormuş gibi davran. Şüpheye düşür. Böylece zarar verebileceğine inanırlar, bütün sırları bildiğine inanırlar.”

“Ama kimsenin sırrını bilmiyorum.”

“Peki onlar bilmediğini biliyor mu?” Herkesten bahsediyordu. Tüm insanlıktan. “Şüphe korkunçtur Marissa.” Başını yana yatırınca yumuşak dalgaları diğer tarafa doğru döküldü. “Beni tanıyor musun?” Kafamı sağa sola salladım. Muhtemelen bunu demememi söylerdi ama gülümsedi. “Peki Rha’yı tanıyor musun?”

Bu kez tepki vermedim.

“Ona güveniyor musun?” O dediği kendisiydi. Onlardı.

“Hayır.”

“Yalan.” dedi hemen. “Güvenmeseydin bu kadar savunmasız bir şekilde uyumazdın. Güvenmeseydin onun omzuna yaslanmazdın. Yaslandığında aklını tamamen savunmasız bırakmazdın ve şu an beni görüyor olmazdın. Başkalarını tanımanı söyledim ama kendini bilmek zorundasın.”

“Benden ne istiyorsun?”

“Sadece seni görmek istedim.” Bibloymuşum gibi davrandı. Uzattığı parmağını çenemin altına yasladı ve başımı kaldırıp inceledi. Yüzümün her yerine baktı. “Bizden hoşlandığın kadar hoşlanmıyorsun. Büyük bir ikilem. Ama neyi biliyorum biliyor musun? Burada olmaktan epey memnunsun, kendine itiraf edemiyorsun.” Bana dokunmayı kesti. Kaşları çatıldı. Bu kez kendi kendisine konuştu. “Peki senin memnuniyetin beni neden memnun ediyor?”

“Bana mı soruyorsun?”

“Evet… bu garip.” Hâlâ aynı sorgulayıcı bakışı taşıyarak başka bir şeye değindi. “Çakal sana dokunduğunda çekindin. Rha sana dokunduğunda da çekiniyorsun. Ama unutma, gözler yalan söylemez. Ve ben, o dokunuşların bazılarının arkasında olduğum için ne gördüğümü çok iyi biliyorum.” Fısıldamaya başladı. “Rha sana dokunduğunda, çekindiğin kadar rahatlıyorsun. Bunun sebebi nedir?”

“Öyle bir şey yok.”

“Bence var.”

Evet, vardı ve o söyleyene kadar fark etmemiştim.

Bana kimse kolay kolay dokunmazdı. Eren bile hayatımız boyunca belki de sadece iki kere isteyerek bana elini uzatmıştı. Çalıştığım yerde biri bana el sürerse Adele onun elini keserdi ve kendisi temas etmekten nefret ederdi. Bana en çok dokunan kişi Tristan’dı ve o da acı vericiydi.

Rha bana acı vermezdi.

Başka birisine ait sıcak dokunuş ne demek bilmiyordum. Gerçekten birisine yakınmış ve dilediğim gibi dokunabiliyor olmak nasıl bir histi öğrenememiştim.

“Benimle tanışmak istiyor musun? Bana güvenmek istiyor musun?”

Gülebilirdim. “Sana güvenmek demek, kafamı balyozla yarmakla aynı şeymiş gibi görünüyor.”

Haince güldü. “Doğru.” Arkama doğru geçti. Saçımı diğer tarafa atıp omuzlarımdan tuttu. “Ama belki de beni görmeni ben isterim? O zaman bu sözlerin için benden özür dilersin.”

**

Bir gün sonra sahil bölgesine varmıştık.

Rha’ya rüyamda Tilki’yi gördüğümü söylememiştim. Zaten rüyama girdiğini biliyordu, bu sıradan bir görüş değildi. Daha önce Kurt’u nasıl aklıma soktuysa aynı şekilde Tilki’yle karşılaşmıştım. Tıpkı Tilki’nin de dediği gibi omzuna yaslanarak uyuyakalmıştım. Yerimden fırlayarak kalktığımda tek yaptığı bana bakış atmak olmuştu. Bahsini açmamıştı, ben de bahsetmemiştim.

Sahil kasabaları bana küçük dilimi yutturmuştu. Gemilere yaklaşmadan önce Rha üzerimi değiştirmem gerektiğini söylemişti.

Böyle bir şey görmemiştim.

Burada dükkanlar vardı. Gerçek dükkanlar. Kıyafet satıyorlardı. Eski paçavraları almıyorduk, hepsi yeniydi, ikinci el değillerdi. Kimileri mankenlerin üzerlerine giydirilmişti, içeride terziler vardı ve kişiye göre düzenleme bile yapıyorlar, yeni şeyler dikiyorlardı. Bu tarz şeyleri ancak rüyamda görürdüm. Küçükken lordun terzileriyle karşılaşırdım, bana onları anımsatmışlardı.

Bir dükkanın içindeydim. Rha içeride dolanıyordu, ben arka odada giyiniyordum. Adalara gideceğimizi söylemiştik, oraya uygun kıyafetlerin üzerimdekilerle alakası olmadığı benimle ilgilenen kadından belliydi.

Elime iki tip kıyafet tutuşturmuş ve beni arkaya giyinmem için yollamıştı. Rha kendisine yeni bir şey almıyordu. Sadece pisliğe bulanan gömleğini daha saf siyah olanıyla değiştirmişti, kadın bunun adalara uygun olmadığını söylese bile umursamamıştı.

Arka tarafta giyindim. Rha kıyafetlerimi göstermem gerektiğini söylese bile dışarı çıkmak istemedim.

Bu da neyin nesiydi böyle? Hayatımda daha önce böyle bir şey görmemiştim.

Bunu cidden giyiyorlar mıydı?

Üzerime geçireceğim bir parça daha var mıydı? Olmalıydı. Bu kostüm bu kadarla kalamazdı. Fakat çevrede başka hiçbir şey yoktu.

Ellerimi kollarımı nereye koyacağımı bilemeyerek dışarı çıktım. Ayağımdaki sandalet dedikleri şey zeminde tıkırtı bırakıyordu. Kısa koridordan döndüm. Parmaklarımı birbirine geçirip önümde birleştirdim, dizlerimi birbirine bastırmamak için zor duruyordum.

İlk önce kadın kafasını kaldırdı ve koca bir gülümseme sergiledi. Demek ki atladığım başka bir parça kalmamıştı. Üzerimdekiler tastamamdı.

Daha sonra Rha pencereden dışarıyı izlemeyi kesti. Bakışları beni bulduğunda ayaklarımdan yüzüme kadar kıpkırmızı kesildim.

Cidden… utandım. Onun bakışı yüzünden yerin dibine girmek istedim.

Daha önce bir erkeğin karşısında böyle durmamıştım.

Neredeyse çıplak…

“Harika görünüyor.” dedi kadın. Rha tepki vermedi. Ben bir şey diyemedim.

Üzerimde şort vardı. Bu kıyafeti ilk defa burada görmüştüm, kasabada böyle giyinen kimse olmazdı ama adalara uygun olduğu söylenmişti. Asıl elbiselerle, kabarık eteklerle gidersem dikkat çekermişim.

Şort bacaklarımı en tepesine kadar açıkta bırakıyordu. Belimden düğmesi vardı, açık kahverengiydi. Dizlerimin tepesine kadar tenimin görünmesi hiç alışılmadık bir şeydi. İç çamaşırı gibi bir şeydi bu! Ayak parmaklarım bile ortadaydı. Ve kollarım… Üzerine beyaz, kalın askılı ve yakası kare biçiminde gelen bir üst giymiştim. Sıkı değildi, gayet rahattı ama sırtımın da bir kısmını açıkta bırakıyordu ve sırtımın görünür olmasından nefret ederdim, yara izleri çok dikkat çekerdi.

Rha ayaklarıma kadar gözlerini indirdi. Huzursuz edici yavaşlıkla tekrar yukarı çıkardı. İfadesinden bir şey anlamak mümkün değildi. Bana kalırsa bu birisini parçalamak için hazırlanan bir adamın bakışlarıydı.

Yaslandığı yerden ayrıldı.

“Güzel.” dedi ifadesine ters bir şekilde. “Uygun.”

“Değil!” diye bağırdım. Kadın şaşkınlıkla bana döndü. Bacaklarımı birbirine değdiriyordum. “Ben… kendimi çok çıplak hissediyorum. Böyle olmaz. Bu şekilde hiçbir yere gidemem.”

Satıcı afallamıştı. Elini kaldırmıştı, çenesi açılıp kapanıyordu. “Ama adalar…”

“Çok fazla.” dedim mahcubiyetle. Kadın ise fazla olmadığına emindi ama kibar bir gülümseme takındı. “Ayrıca sırtım açık. Bu kadar açık olmamalı.” Kürekkemiklerimin sadece bir kısmı görünüyordu, yine de rahatsız ediciydi.

Rha’nın kaşları çatıldı. “Sırtın açık olabilir.”

“Ama izler…”

“İzlerin önemli olmadığını sana söylemedim mi?”

Onun geldiği yerde önemsizdi. Ben onun geldiği yerde ikamet etmemiştim, izler korkutucu görünüyordu. Başka bahane bulmaya çalıştım. “Bacaklarımın görünmesine alışık değilim. Uzun ve gizleyen şeyler olursa…”

“Bacakların güzel.” Rha’nın net sesini duyana kadar satıcıya bakıyordum. Bozuk kukla gibi ona döndüm, kaşlarım duyduğumla havalandı. Günaydın demek kadar basit bir şekilde söylemişti ama… Bir adamın bacaklarıma böyle dikkatle bakıp güzel demesi…

Neyse ki kadın imdadıma yetişti. Hızlıca yaklaşıp koluma girdi. “Senin için bir şeyim daha var. Gel, onu da deneyelim. Daha çok seveceğini düşünüyorum.”

Beni arka odaya geri götürdü. Sırtımı Rha’ya döndüm, delici bakışlarını orada hissettim.

Bu kez kadın bana bir etek verdi. Üzerime geçirene kadar eteğin uzunluğuna minnettar kalmıştım.

Üzerime geçirene kadar…

“Ah tanrılar. Burada normal bir şey yok mu?”

Şimdiki kıyafette sırtım da nispeten kapalıydı. Yine askılı giyiyordum ama kumaş daha tepede bitiyordu. Ayağımda aynı sandaletler vardı.

Tekrar Rha’nın karşısına çıktım. Bu kez beni daha yürürken süzdü. Etek krem rengiydi, kumaşı incecikti. Ayak bileklerime kadar iniyordu inmesine ama… yanında bir kesik vardı. Kadın tamamen açıkta kalmaktansa yırtmacı tercih edebileceğimi söyledi. Her adım attığımda bacağım tepesine kadar meydana çıkıyordu, kumaş tenimde dans ediyordu. Şorta kıyasla daha iyiydi ama daha garipti. Sonuçta, yürürken kendimi sergiliyordum.

Satıcı yanıma yaklaşıp üzerimdeki askılı bluzu eteğin içine soktu. Eteğe örgüden bir kemer geçirdi, önünde bağladı. Rha her hareketimizi sessizce izliyordu. Kadın benimle ilgilenip düzeltirken onun avını takip eden gözlerine bakıyordum.

“Daha fazlasıyla adada dolaşamazsın. Öğle vakti katlanılamaz sıcaklığa erişir. Bayılırsın tatlım. Ne kadar az kıyafet o kadar iyi.” Kadın ellerini beline koyup beni inceledi. “Adalarda her kadın deniz kabuklarından kolyeler ve bileklikler takar.”

Mahcup biçimde gülümsedim. “Bu kadarına gerek yok.”

“Emin misin?”

Başımı üst üste salladım.

Uzun aradan sonra Rha kıpırdadı. “Bunları alıyoruz.” Dükkanın köşelerinde gezmeye başladı. Kadın hesap kitap işleri için arkasını dönerken Rha vitrinin orada durdu. Bahsedilen deniz kabukları oradaydı, kocaman kolyeler ve bileklikler bana buradan ışıldıyordu. Ama Rha aşağıya baktı. Camekanın içinde kalan ve benim göremediğim parçada takılı kaldı. Kapağı açtı. “Bunu da ekle.”

Kadın hemen ona dönüp elinde tuttuğu incecik bilekliği aldı. Rha’ya garip bir bakış attım, sonra kadının eline baktım. Bileklik olamayacak kadar uzun bir şeydi ama kolye de olamazdı. İncecik deniz kabukları yan yana tutturulmuştu, aralarında mavi taşlar vardı.

“Kıymetli bir parça.” dedi kadın ve ben ne yaptığını soramadan önümde diz çöktü. Dehşete düştüm.

Elindeki şeyi ayak bileğimin çevresine doladı ve halkasını geçirdi.

O şey bileğimdeydi.

Ayağımı kaldırıp salladım. “Ayağa takılan aksesuarlar mı var?”

Kadın kıkırdıyordu. “Elbette.”

Kendimi oyuncak bebek gibi hissediyordum. Beni bir güzel giydirmişler, saçlarımı toplamışlar ve temizlemişlerdi, şimdi de oyuna hazırdım.

Rha aldıklarımızı ödedi. Kapıyı açıp başıyla yanına gelmemi işaret etti. Kadına teşekkür ettim. Yürürken açılan yırtmaca elimi koyup sabit tutmaya çalıştım.

“Tatlım bunu yapma, çok komik görünüyorsun.”

Peki…

Keşke uyluklarıma kadar yükselmeseydi, o zaman tutmak zorundaymışım gibi hissetmezdim.

Kapıdan geçmeden önce büyük aynadan kendime baktım. Rha’yla oradan göz göze geldim. Kapıyı benim için açık tutuyordu ama ikimiz de birbirimize baktığımız için kıpırdamıyorduk. Belki adalara uygundum ama onun yanına kesinlikle değildim. Kılıcını taşıyordu. Göğsünden bağlamalı bol gömleği onun iri vücuduna bile nispeten boldu. Gömleği pantolonunun içine sokmuştu ve botları hâlâ kirliydi. Aynadaki yansımadan da belli olduğu üzere, yan yana durduğumuzda ikimiz de dünyanın bir başka ucundan gelmişiz gibi görünüyorduk. Uzun boyuyla, tepemde dikilen cellat gibiydi.

“Gemiye mi gidiyoruz?”

“Gemiye gidiyoruz.” dedi, geçmem için beni bekledi ve hemen arkamdan ilerledi.

Adım attığım an denizin kokusu burnuma doldu.

“Gemi farklı limanlarda duracak.” dediğinde şaşırdım. Güneşten dolayı önüme geçip gözünü kıstı. “Biz de duracağız.”

Loading...
0%