@leeseaa
|
Vay canına. İskeleden uzaklaşıp sahil boyunca uzanan taştan yolun hemen kenarında duruyorduk. Onlar haklılardı. Mağazadaki kadın ve kelimeleri kullanmayıp bakışlarıyla yorumlarını belirten Rha haklıydı. O elbiselerle buraya adım atamazdım. Denizatı’nın adalarından birindeydik. Bize en yakın olan, ötekilere kıyasla devasa boyutları olmayan ve nüfusun ada yaşantısını zorlamadığı topraklar. Önümden sürekli birileri yürüyerek geçiyordu. Çifter veya gruplar halinde. Yüzde yetmişinin teni oldukça esmerdi, kalanlar başka bir yerden göçmüş gibiydi. Kadınların ve adamların saçları garip örgülerle süslenmişti, hepsinin ucunda renkli şeritler veya kabuklar vardı. Giyimleri birbirine çok benziyordu. Tıpkı kasabadaki gibiydi ama bana enteresan geliyordu. Bizler korselerle gezerken onlar her an denize girecek gibi duruyorlardı. Sandaletlerini ve terlikleri fırlatıp kumlara basmaya can atan halleri vardı. Rha da benim gibi onları izlemeyi seçti ama ben meraklıydım, o gözlemciydi. Sahilin yanından uzanan yol tüm adayı çevreliyor olmalıydı. İçeriye girdikçe evler iç içe geçiyordu ve göklere uzanan o kule adanın parçasıydı. Kale bulunduğum adada değildi fakat burada yöneticilerin kalabileceği mini boylar tasarlanmıştı. Kral diğer adadaydı, adını beş kere sorduğum halde öğrenemediğim o adada. “Burada ne aradığımızı artık söylemek ister misin?” “Asıl amacımız başka topraklara geçmek, gemi maalesef durmak zorunda. Hazır gelmişken birisiyle görüşeceğiz.” Kolunu uzattı. “Benden sakın ayrılma Marissa. Adanın küçük göründüğüne bakma, içerisi kaos gibidir. Çok kalabalık, çok fazla turist çeker. Senin kasaban bile buranın yanında usturupludur.” Onu daha fazla bekletmeyip koluna girdim. Yoldan ilerlemedik, evlerin içine doğru ilerledik. Çevremde rüyalar aleminden çıkan mistik varlıklar varmış gibi davranıyor, yanımdan geçen herkese bakmaya çalışıyordum. Rha öyle değildi. Yola odaklıydı ve benim ‘garip’ davranışlarıma hiç laf etmiyordu. “Her adada tapınak var. Tabelaları takip edersen seni tapınağa çıkarırlar. Buradaki tapınağa uğramamız gerekiyor, birisinin bana borcu var ve temin etme vakti geldi. Tapınağın iki girişi vardır, birisi ziyaretçiler için, diğeri…” Duraksadı. “Daha üst mertebe için.” “Sanıyorum ki ikinci girişten gireceğiz.” Derken yanımdan geçen ve saçını tavuk kanatlarına benzetmeye çalışan o kadını inceliyordum. “Hmm,” dedi onaylarcasına. “Ee, Kuzu, ruhlara inanmayan, kâhinden bozma bir insan olarak Denizatı’nın kalbinde olmak nasıl? Bana ne düşündüğünü söyle.” Gevezelik edeceğime Rha’nın omzuna çıkıp her yeri tepeden görmeyi tercih ederdim ama söylediği komiğime gitmişti. Hâlâ onunla kol kolaydık, tabelaları takip ediyorduk. Gerçekten enteresandı. Ada değil, Rha öyleydi. Bir an dibinden ayırmıyor, bir an uzaklaşmamı istiyor gibi görünüyordu. “Hep söylediğim gibi, bu insanlar denizatının neye benzediğinden bihaber ama ona tapıyorlar. Boğulanları taşıyan bir at, öyle mi? Tanrılar aşkına, o şeyin bacağı bile yok, ata benzemiyor. Ama şunlara bak,” dedim gemilerdeki flamaları gösterip. Denizatı’nın suratı, boynu, gövdesi aynıydı lakin dört tane bacak eklenmişti. Ayrıca, kanatları var gibi duruyordu. “Böyle bir şey değil o.” Onay almak için kafamı kaldırdım. Rha benimle göz teması kurmuyordu ama sırıtıyordu. Bir dakika… o, biliyor muydu? İçinde üç tanesi yaşıyordu ama diğer ruhlardan haberdar mıydı? “Çakal’ın da boynuzları olmaz, değil mi Kuzu?” diye mırıldandı. Duraksadım. Beni tekrar çekti. “Sen sormadan söyleyeyim, bilmiyorum. Hem de hiçbir fikrim yok. Denizatı, Boğa, Yılan… ciddiyim, sen ne biliyorsan o kadarına hakimim. Fakat sen fazla cahil kalmışsın, muhtemelen çok daha fazlasına hakimimdir ama ne demek istediğimi anlıyorsun.” Anlıyordum. Bana aptal diyordu. “Salak.” Yarım ağız mırıldandım, laf ederken diğer tarafa bakmaya başladım. (Tilki: “Salak dedi. Zekamıza laf etti.”) Rha gülmeye başladı. “İlk önce tapınağa, daha sonra ne yapacağımıza bakarız. Belki ada halkını tanırsın?” Kolumu bırakıp omzumu tuttu ve beni kalabalığın içine sürükledi. ** Tapınak kaleye yakındı. Yol daraldıkça kalabalıklaşmıştı. Herkes içeri girmeye çalışıyor, gemilerle gelen turistler diğer ruha hürmet sunmak ve tapınağını görmek istiyordu. Rha kalabalığın içine dalmadan önce omuzlarımdan beni çevirdi ve diğer tarafa yöneldi. Taşların çevresinden dolaşıp öbür kapıdan geçtik. Kapıda duran insanlar vardı, nöbetçilerdi. Rha’yı tanıyor olmalıydılar çünkü geçerken tek kelime etmemişlerdi. Baykuş’un tapınağına hiç mi hiç benzemiyordu. Orası korkutucu ve yalnız bir havaya sahipti. Burası ise… yaz güneşi gibiydi. Tapınağın kirişleri bile el işlemesiydi. Her yerde Denizatı’nın figürleri vardı. Delirmediysem kulelerden birisinin sağ tarafından aşağı durmadan su aktığını gördüğümü söyleyebilirdim. “İçme suyu. Temizdir. Gelenler için. Sıcak havada insanlar çok susar.” dedi Rha nereye baktığımı görüp. “Diğer kapıdan girseydik Denizatı’nın insanlara benzeyen çizimleriyle karşılaşırdın.” “Çakal gibi mi?” Memnunca mırıldandı. “Çakal gibi.” Bizim yürüdüğümüz yol tapınağın karşılama kısmını açısına almıyordu. Bu yüzden sadece kuleleri ve kubbenin tepesini inceleyebilmiştim. Parlak merdivenlerden devam ettik. Dışarıdaki kalabalığı görmüştüm ama bizim bulunduğumuz koridorda bir kişi bile yoktu. Rha haklıydı, bu kısma kimseyi almıyor olmalıydılar. Rha gördüğümüz ilk kişiyi durdurdu. “Lark’ı arıyorum.” Kadın yüzünü gizleyen tülden peçe takıyordu ama gözlerini seçebiliyordum. Kadın Rha’yı aşağıdan yukarı süzdü, sonra geldiğimiz yöne baktı. “Beni takip edin.” Yanımızdan geçip gitti, diğer koridora yöneldi. Kafamı kaldırıp Rha’ya baktım. Kadın kapalı olduğu kadar açıktı, tülden elbise her yerini meydanda bırakıyordu. Rha çenesiyle işaret verince önüne düştüm. Kadın bizden uzaktaydı. “Yoksa yine mi aynı şeyi yaşayacağım?” Kıkırdadığını işittim. “Asla.” Kadın perdenin arkasına geçip bizim için açık tuttu. Rha’dan önce hareketlendim ve gördüğüm manzaranın karşısında donakaldım. Rha bana az kalsın çarpıyordu. “Denizatı aşkına, bu da ne böyle?” Herkes… çıplaktı. Kadın arkamızda durmayı kesip kıvrılarak önüme doğru yürüdü. “Devam edelim.” Lanet olsun, lanet olsun! Mabet fahişelerinin arasında yürüyordum ve burası, Ruhsuz Kasaba’dan çok daha kötüydü. Altının içinde sevişmeye benziyordu. Ruhsuz Kasaba’da, çalıştığım yerde, Idyl’i bir kere bile çırılçıplak görmemiştim, her zaman eteği örtülü olurdu ve her ne yapıyorsa kumaşların arkasına gizlenirdi. Ayrıca bizim odalarımız vardı! Ama şu an oda falan yoktu. Kısımlara ayrılmış koca bir salondu burası. Gruplara ayrılmışlardı ve her bir bölümü ince bir perde örtüyordu. Bir saniye içinde gördüklerime kafa yoracak olursam, her perdenin arkasında bir adam vardı. Ve bir sürü kadın. Kırmızı tonu hakimdi. Mumlar yerlerdeydi, kısımları ayırmak için özenle dizilmişlerdi. İçerisi ter ve tuz değil, leylak kokuyordu. Rha beni dürtene kadar yürümemiştim. Bir dakika… Mabet fahişeleri, ruhların ve tanrıların huzurunda kalırlardı. Hizmet edenleri onurlandırırlardı. Bunu yapmak onlar için de onurdu. Bir teşekkürdü. Rha bir savaşçı olduğunu söylememiş miydi? Böyle yerlere geliyor muydu? “Kuzu, yürüsen iyi olur.” Koca parmakları askımın üzerine yaslandı. Kendime bir söz verdim. Tıpkı tavernadaki gibi yap, çevrene bakınma, önüne ve işine odaklan. Lakin burada işim yoktu, sipariş verecek olan insanları aramıyordum. Önümüzdeki kadının kalçalarına odaklanmaya çalışıyordum, kıvırarak yürümesi işime yaradı ama bir yere kadar. Perdelerin arasından geçtikçe kafamı çevirmeden yapamadım. İlk önce soluma baktım. Bir adamın koltuğa oturduğunu tülün arkasından bulanık bir şekilde görüyordum. Peçeli kadın dizine tutunuyordu, üzerine sürüngen gibi tırmanıyordu ve ağzı… Gözlerim yerinden çıkmadan önce önüme suratıma vurmuşlar gibi döndüm. Boğazımı temizledim. “Burası bekleme salonu mu? Emin misin? Benim burada olmam doğru mu?” “Değil.” dedi. Gözlerini önünde tutabilmesine hayran kalmıştım. “Kadınların buraya girmesine izin verilmiyor ama sen istisnasın.” “Acaba olmasa mıydım?” Rha beni duymazdan geldi. Tanrılara şükürler olsun ki kadın karşılaştığımız ilk kapının önünde durdu. Açıp içeriyi gösterdi. “Lütfen burada bekleyin. Lark’ı çağıracağım.” Cevap vermemizi beklemeden gözden kayboldu. Rha yanımdan yürüdü ve kırmızı duvarları olan, tüylü yastıklarla çevrili odanın en ortasındaki koca koltuğa oturdu. Kılıcını koltuğun koluna yasladı, aşağı kayıp rahat bir pozisyon aldı ve iri gözlerini bana çevirirken parmağını dudağında gezdiriyordu. “Neredeyse dört duvarın arasında büyüdüğüne inanacağım.” dedi incelerken. Nerede çalıştığımı gözleriyle görmüştü ve tanışmamız, beni kovalayan adamlar yüzündendi. “Mabet fahişelerini duymuştun, birinde yer aldığın için şanslısın aslında. Merakın giderilmiş oldu.” “Pek meraklı değildim.” Rha’ya yan döndüm. Yaptığım tek şey kadifeyi andıran duvarı incelemekti. Rha sessiz kaldı. Gözlerinin üzerimde olduğunu biliyordum, hatta beni pürdikkat inceleyen sadece o olmayabilirdi. “Daha önce böyle bir şey yaşamadın.” dedi zihninden düşünmeyi kesip. “Efendim?” Elini çenesinden çekti, başını yana eğdi. “Bakire olduğunu biliyorum zaten, seni sunağa kendim götürdüm. Bundan bahsetmiyorum. Herhangi bir yakınlaşmadan bahsediyorum. Genelevden bozma bir tavernada çalışmana rağmen kimseye dokunmamışsın. Ufak dokunuşlar.” Bu söylediğine neden gücendim aklım almıyordu ama açık bir ağızla, alnımın köşesinden akan terle onunla yüzleştim. “Elbette yakınlaştım!” Sanırım o dudakların bir saniye birbirine değmesini yakınlıktan saymıyordu. “Burada olmak hoşuna gitmiyor.” “Hoşuma gitmemesi mi? Hayır ben… Özel hayatın çizgileri olduğuna inanan tiplerdenim.” “Yaşadığın yerde özel kelimesi kullanılmıyordu.” “Bu beni o düşünceyi benimsemek zorunda bırakmaz. Sadece birkaç gün yolculuk edersen Baykuş Kenti’ne varırsın ve orası tamamen kapalı düşünce tarzına sahip.” Uyduruk kelimelerimi dinlemedi bile. “Yabancı hissediyorsun.” Bunları fark etmesi için içinde Tilki’nin olmasına gerek yoktu. Davranışımdan bile anlayabilirdi. Ama eğer sadece yabancı olduğumu düşünüyorsa… “Ve meraklı.” Lanet olasıca! Perdelerin arkasına bakmamak için dişimi kırarken kendime engel olamamıştım. İzlemek istediğim yoktu ama neler olduğunu da merak etmiştim. Ne diyeceğimi bilmeden ağzımı araladım, aynı zamanda kapı açıldı. İçeri üç kadın aynı anda girince iki adım geriledim, onlara yol vermek zorunda kaldım. Peçeli kadınlar, göğüsleri açıkta, altlarında benimkinden daha cesur yırtmacı olan tülden etekler… Sıra halinde önümden geçtiler, bir tanesi uzun uzun bana baktı. Muhtemelen gözkapaklarım titriyordu. En öndeki kadının hareketlerini takip ettim. Rha’nın bile yüzünde alışılmadık bir ifade vardı, içeri birilerinin girmesini beklememişti. Öndeki kadın Rha’nın dizine koyduğu elini tutup kaldırdı ve bacağının üzerine oturdu. Diğeri öbür bacağının önüne çöktü. Üçüncü olan arkasına geçti ve avuçlarını açarak omuzlarına koydu, göğsüne doğru yol aldı. Memeleri… ona değdi değecekti. Orada öylece dikiliyordum. Ağzım bir karış açık halde… Rha üzerinde üç kişi yokmuş gibi kafasını kaldırdı ve benimle buluştu. Kadının üzerinde olduğunu, diğerinin bacağından kasığına doğru okşamaya başladığını, öbürünün omuzlarına masaj yaptığını fark etmiyordu. Ama benimle göz göze gelince… “Kalk.” Krallara yakışacak emir dolu bir ses. Onu ilk defa şaşırmış görüyordum. Bu yüzden kadınlar içeri girince tepki vermemişti. Ayrıca… ilgiyle süzmedi. Üçü de sorgulamadı, tek kelime etmediler. Sadece ayağa kalktılar ve geldikleri yöne sırasıyla dönüp kapının önünde durdular. “Dışarı.” İçeride olmaması gereken bir fazlalıktım. Başparmağımla onların çıktığı yeri işaret ettim. “Ben aslında… çıkabilirim.” “Sen burada kalıyorsun. Gözümün önünde, bu odada, benimle birlikte.” Parmaklarını alnının iki yanına koydu. Halimi fark edince belki bana biraz acıdı. Ne yapılacağını bilmediğim, bilmediğim için panik geçireceğim o noktadaydım. “Tapınağın sunduklarından faydalanmak isteseydim seni zaten içeri sokmazdım Marissa.” Yavaş yavaş ona döndüm. Şimdi kendimi açık arttırmaya çıkan değerli bir şeymiş gibi hissediyordum çünkü öyle bakıyordu. “Bu tip yerlere karşı mısın? Karşı olan çok kişi var.” “Hayır,” dedi kesin bir sesle. “ama ilgilenmiyorum. Mabetlere olan ilgim, yaklaşık yüz elli yıl önce bitti.” “Denizatı’nın tapınağına sadece ona hizmet eden askerlerin alındığını sanıyordum. Senin bir ruha bağlı olduğunu sanmam. Nasıl içeri giriyordun ki?” Hafifçe tebessüm etti, beni azıcık aşağıladı. “Ben ruhun ta kendisiyim ya Marissa.” “İyi de…” Yine de hizmet edilen ruh değildi. Fakat hepsi ona öyleymiş gibi davranıyordu. Düşüncelerimde haklı olmalıydım, rahipler birisine hizmet ediyordu ama diğerlerine de saygı duyuyorlardı. Bu yüzden Rha’yı içeri çağırıyor olmalılardı. İyi bir yemek, uyku ve… her neyse. “Anladım.” İki dakika daha geçmeden kapı açıldı. Bu kez içeri üzerinde cübbesi olan, beyaz saçları uzamış, kambur yürüyen bir adam girdi. “Rha, seni bugün göreceğimi ummamıştım.” Onu… tanıyor muydu? Sandalyeden hışımla kalktı, adamın üzerine fevri şekilde yürüdü. Yakasından yakaladığında kambur adamın canı yanmış olmalıydı. “Hey, ne yapıyorsun?” Ses benden çıktı. Adam yetmişli yaşların ortasında olmalıydı. Rha beni duymadı ama cübbeli adamın gözleri bana döndü. “Ah, birisiyle gelmişsin.” “Gevezelik yapma Lark, bana borcunu öde.” Lark bu muydu cidden? Tapınağın içinden birisi? Başını geri atıp güldü. “Hep böyleydin, aceleci. Sana iyilik yapıyorum, gelene kadar rahat ettirmeye çalışıyorum ama sen kızları geri yolluyorsun. Eğer yalnız olmadığını bilseydim, onları hiç yollamazdım. Bu yüzden mi sinirlendin? Tanrılar aşkına, onlar sadece ruhlara yakınlaşmak istiyor. Sen o ruhların ta kendisisin.” Çok garip şeyler oluyordu. Lark yirmi yaşındaymış gibi konuşuyordu. Rha ona tanıdık ama gerçek olmayan öfkeyle bakıyordu. Onlar… “En son seni kaç yıl önce gördüm hatırlamıyorum bile! Beni niye bu kadar bekletiyorsun?” Evet, eskiden tanışıyorlardı. Rha, onu bırakınca Lark geriye sendeledi. Öksürdü. “Seni karşımda görmek hâlâ sinir bozucu. Her seferinde ne kadar yaşlandığımı bana hatırlatıyorsun.” “Çeneni kapa da borcunu öde.” Lark bir şeyler geveledi. Cübbeyi düzeltmek için kıpırdadığında aslında o kadar da ince olmadığını fark ettim. Bir zamanlar kaslı vücuda sahip olabilirdi, tıpkı Rha gibi. Huzursuzca kıpırdanınca kendimi hatırlatmış oldum. “Hanımefendinin içeride ne işi var? Yoksa tapınağa yerleşmeye mi karar verdi?” Yerleşmek? Ah, hayır. Rha ona arkasını dönmüştü, duyduklarıyla yine hızlı hareket etti, Lark’ın üzerine adım atmayı kesmedi. Lark geri geri kaçıyordu. Rha parmağını kaldırdı. “Aklından bile geçirme. Şuradan çıkana kadar herhangi birisi Marissa’ya elini sürerse biricik Denizatı’nın kıçına o parmakları sokarım.” Lark ürktüğünü belli ederek sırıttı. “Sakin ol, sadece sordum.” “Lark!” Rha bağırdığında zemin ayaklarımın altından kaymış gibi hissettim. Gözleri anlık olarak kırmızı parladı. Lark ellerini kaldırdı. “Tamam, tamam! Tanrılar aşkına, seni niye beklettim ve onları yolladım sanıyorsun? Bunu almak için!” Elini iç cebine soktu, ufak deri keseyi Rha’ya attı. Daha havadayken kesenin içindekiler çınlamıştı. Rha keseyi açıp içinden bir tane altın çıkarıp baktı, sonra kendi cebine yerleştirdi. “Yarısı.” “Elbette yarısı. Kalanını da halledeceğiz.” Neler oluyordu? Lark bu kez bir anahtar çıkardı. “Sizi gördüğüme sevindiğimi söylemeliyim. Al, bu geceyi misafir evinde geçir. Hannah’ın yerine git, seni burada tapınağın içindekiler hariç kimse tanımıyor ve öyle kalmasını tercih ederim. Benim yolladığımı söyle, iyi bir içki için. Ve mümkünse, kalan parayı almak için bir yıl bekle.” Rha bana işaret verince paytak adımlarla yanına gittim. “Borcun kapandı.” “Ha?” Yaşlı adamın suratı beyazladı. “Kapandı mı? Ama henüz yarısını verdim.” “Kapandı dedim. Daha ne dememi istiyorsun? Son günlerini iyi yaşamaya bak Lark, kadınlarla haşır neşir olma, kalbin dayanmayacak.” Beni ilerletmeye başladığında omzumun üzerinden Lark’a bakmadan duramadım. Başını aşağı eğmişti, içten bir şekilde gülümsüyordu. Burayı terk etmeden önce Rha’ya başını eğdi. Gözleri ışıldıyordu. “Seni gördüğüme sevindim Rha.” Bekledi. “Seni gördüğüme daha çok sevindim.” Rha ona kısık sesle küfretti ama öfkeli değildi. Bir zamanlar samimi iki kişinin birbirine laf etmesi gibiydi. “Bir daha görüşmeyelim.” “Ah, lütfen görüşmeyelim. Sonra kendimi yine yirmi yaşında gibi hissediyorum. Eklemlerim buna dayanmıyor.” Tapınaktan çıktık. Duyduklarımı anlamaya çalıştığım için aklım çok meşguldü, bu kez perdelere bakmamak için kendimi zorlamamıştım bile. “O…” “Eski.” dedi. “Umarım yakında ölür, yaşlanmaktan hiç hoşlanmıyor olmalı. Kaderin cilvesi, herif hâlâ yaşıyor.” “Onu tanıyorsun. Yani… seni tanıyor. Sen dedi. Siz demedi.” “Ben iki yüz yıldır buradayım Marissa, beni kimse tanımıyor. Tanıyan herkes ölü. Bana borcu vardı, benim de ona borcum vardı. Ben borcumu ödedim, o ödeyemedi.” “Borcu yarı yarıya kapatacak birisine benzemiyorsun. Daha çok, gramı gramına alırsın gibi hissediyorum.” Dudağı hafifçe kıvrıldı. “Doğru.” Ama yapmamıştı. Demek ki sözde borçtu, Rha alması gereken bir şey olduğuna inanmıyordu. Acaba aralarında ne geçmişti? Tapınaktan bir daha buraya dönmemek üzere çıktığımızı umuyordum. Yanımda bir değil tam olarak üç -dört- ruh vardı ama yine de bir ruha en yakın alanda bulunmak garip hissettiriyordu. Ne de olsa bunca yıl boyunca onların artık olmadığını, hiçbirine inanmadığımı söylemiştim. Rha’yı Baykuş’un alanında, taht benzeri yerde otururken görünce bile aklım inanmayı reddetmişti. Çakal onun yanına geçtiğinde rüya sanmıştım. Ta ki Çakal ciddi anlamda bana dokunana kadar. Kalabalığın arasına geri karıştık. Az önce olanlardan bahsetmek hiç içimden gelmiyordu. Neden midemde hâlâ uçuşan kelebekler vardı? Rha ve Lark’ın arasında ne geçtiğini merak edeceğime o odada olmasaydım neler olurdu, Rha ne yapardı onu merak ediyordum ve bu midemi bulandırıyordu. Hava kararana kadar sıcaktan bayılmak üzereydim. Güneş batarken yerini bunaltıcı sıcağa bırakmıştı. Nemden nefes alamaz haldeydim. Rha adayı görmek isteyeceğimi düşünmüştü ve yürüyerek vakit öldürmenin iyi bir seçenek olduğuna karar vermişti. Keşke adayı gözlerim kararmadan görebilseydim, son ana kadar iyi idare etmiştim. Sonra satıcının haklı olduğuna emin oldum. Elimde olsa çıplak dolaşırdım, hatta derimi bile fazlalık gibi geldiği için yolabilirdim. Rha önünden geçtiğimiz tek katlı evi işaret edip oranın Lark’a ait olduğunu söyledi, bu da bana bu adaya daha önce geldiğine dair kesin sonucu sağladı. Evin hemen bir sokak arkasında içki içip vakit geçireceğimiz yer vardı ama ben içki içmeyi kesinlikle düşünmüyordum. Karnım da toktu. Sokaktaki satıcılardan daha önce hiç tatmadığım deniz mahsullü erişte almıştım. İçeri girmeden önce Rha beni durdurdu. “Çalıştığın yeri düşün.” dedi sakince. “Şimdi onu binle çarp.” Yutkundum. “Adanın gece hayatına hoş geldin Kuzu.” İçeri girdik. Bu adamın haksız olduğu bir konu yok muydu acaba? Kendimi Girdap’a adım atıyor gibi hissettim. “Bu kadar kalabalık olmasını beklememiştim.” “Henüz kalabalık olamaz çünkü gece yarısı olmadı. İnsanlar hâlâ sahilin tadını çıkarıyordur.” Tam yürüyeceğim sırada koluma parmaklarını doladı. Menekşe gözlerini bana yaklaştırdı. “Bana bir iyilik yap ve sakın yanımdan ayrılma.” “Yanından ayrıldığıma denk geldin mi de uyarma ihtiyacı duyuyorsun?” “Ben söyleyeyim de.” Ve dünyam allak bullak oldu. Göreceğim ilk şeyin bembeyaz bir göt olmasını asla beklememiştim. Bir adam, hemen kapının önünde, pantolonunu dizlerine kadar indirmişti, masaya çıkmıştı ve önündeki kalabalığa aletini sallıyordu. Aynı zamanda uluyordu. Kalabalık onu alkışlıyordu. Onu veya takımlarını, bilemiyordum. “Sana dedim.” Rha arkamdan eğilip mırıldandı, yüzünde hain bir sırıtış vardı. Bileğimden yakaladı, beni kendisini sallayan adamın durduğu masanın yanından geçirdi. Yanaklarımı kemiriyordum ama sonunda dayanamayıp patlama gibi güldüm. Gıcırdayan tekerlek sesini andırıyordum. Rha neye güldüğümü görmeye çalıştı. Artık arkamda kalan adamı ve tezahürat yapan kalabalığı işaret ettim. “Neyi alkışlıyorlar?” diye bağırdım, sesimi zar zor duydu. “Alkışlamak için sebebe ihtiyaçları var gibi mi görünüyor? Üç kere zıplasan seni de alkışlarlar, o kadar sarhoşlar.” Burası çok büyüktü büyük olmasına ama o kadar kalabalıktı ki insanlar üst üste binmişti. Ada hakkında öğrendiğim bir şey varsa o da yirmi dört saat ayakta olduğuydu. Ayrıca edepsizlerdi. Ruhsuz Kasaba’da onaylanacak kadar çılgın edepsizlikten bahsediyordum. Benim tavernamdaki gibi herkes birbirinin üzerine çıkmıştı, kadınlar çevrede geziyordu lakin birleşmelere şahit olmuyordum. Fakat herkes elleşiyor, öpüşüyor, kahkahalarla dans ediyordu ki bu, burası için fazla düzgün kalıyordu. İçerideki insanların birçoğu turistti. Aynı tip masalar ortalığa öylesine atılmış gibiydi veya kargaşadan dolayı masaları yerinden oynatmışlardı. Oturacak yer görebilmek için çevreme bakındım. Sağdan sola kafamı çeviremeden Rha bileğimi yakaladı. Sürekli beni tutup götürüyordu, elleri sürekli tenimin üzerindeydi. Ortalarda boş bir sandalye buldu, ilk olarak kendisi oturdu, sonra bileğimden hızlıca çekip beni bacağına yerleştirdi. Tek bacağının üzerindeydim, benim bacaklarım onunkilerin arasında kalmıştı. “Rha,” Önündeki kalabalığa baktı. “Ne düşünüyorsun?” Kaşlarım tepeye fırladı. Kucağında olmamla alakalı mı ne düşünüyordum? Mide suyum ağzıma geliyordu. Göz göze gelince ne saçmalıyorsun der gibi başımı salladım, hafif sırıttı. “Ada hakkında ne düşünüyorsun dedim Kuzu.” “Burası Ruhsuz Kasaba’yı hatırlatıyor ama herkes daha… şen şakrak. Beni burada mı oturtacaksın?” Omuz silkti. “Ayakta durmayı mı tercih edersin? Sandalye göremiyorum, sarhoşları yerinden kaldırmaya uğraşamam. Baksana, içeride yürüyecek yer yok.” Keşke haklı olmasaydı. Rha yanımızdan geçen kadına elini kaldırıp sesini duyurmak için eğilince göğsü omzuma değdi. “İki tane.” İki tane ne? “Ben içki içmem.” “Bugün içiyorsun. Artık çalışmıyorsun. Bu tip yerler içki içmek için vardır.” O böyle söyleyince yüzümü günlerdir sakladığım keder sardı. Beni alıp götürdüğünden beri çaktırmamıştım lakin ortam ve kahkahalar bana kendi kasabamı hatırlatıyordu. Ben servis yaparken Eren beni sarhoş adamlardan kurtarmak için gözüne kestiriyordu, Adele kovup kovmayacağı birisi var mı diye soruyordu… “Ölümden etkilenmediğini düşünmeye başlamıştım.” diye mırıldandı Rha. Bana çok dikkatli bakıyordu, yüzümdeki değişime anbean şahit oldu. “Etkilenmemek mi? Aklını mı kaçırdın? Elbette etkileniyorum. Ruhun bedenden çıkışını izlemeyi sevmediğim gibi yakınımdaki kişileri kaybetmeye korkuyorum. Eh, artık yakınımda birisi kalmadı.” Hepsi ölmüştü. “Ama diğerlerinden farklı düşünüyorum.” “Ne gibi?” dedi görünür bir merakla. “Arkalarından ağlayıp günlerce kendimi yerden yere atmayacağım. Bunu sana daha önce de söyledim. Ne yaşıyorsam kalbimde yaşıyorum ve sonsuza kadar yaşayacağım, hep özleyeceğim ama ben ölüme ve terk edilmeye kendimi daha çocukken alıştırdım.” Elbette onun yanındayken zırlamamam ve Eren ile Adele’in adını hiç ağzıma almamış olmam onları bir günde unuttuğumu düşündürtmüştü. Ama işin aslı, tam tersi olmasıydı. İnsanlar üzüldüğünde kendisini tutamazdı. Duygularla boğuşurken hayatlarına devam edemezlerdi lakin benim duygularım farklı işliyordu, aklımda kendimi kontrol edebiliyordum. Masanın yanına insanlar ilişti. İki kadın kıkır kıkır konuşuyordu. Sırtıma dokunacak kadar yakın durdukları için Rha kolunu sırtımın arkasına kaydırdı, beni biraz daha kendisine çekti. Üzerinde kayınca yanaklarıma kıvılcımlar yerleşti. Tanrılar… parlıyor muydum? O her gün birisiyle böyle yakın oturuyor gibi davranıyordu, ben yapamıyordum. “Bana birkaç şey verebilir misin?” diye sordum. “Ne gibi?” Kalın sesi kulağımın hemen dibindeydi. Önümüze bırakılan içkilerle duraksadı ama içmeye yeltenmedi. “Ne bilmek istiyorsun?” “Tapınakları bilmek istiyorum. Sizin de… tapınağınız var mı?” Sorduğum soru hoşuna gitmiş olmalıydı çünkü gülümsemişti. Belki de siz dediğim için bunu yapıyordu. İçkisini alırken gömleği koluma sürttü. “Var. Kimi bölgelerde üç kardeşin tek bir tapınağı vardır, kimisinde hepsi ayrıdır.” “Kendi tapınağına adım atmak nasıl bir his?” “Bunu yaptığımı mı sanıyorsun? Ah, hayır. İnsanların karşısına geçip içimde kardeşleri taşıyorum, onları yaşatıyorum demedim, asla demeyeceğim. Kim kendisine tapınılmasını ister.” “Herkes?” dedim hayretle. “Ben değil.” İçkisinden koca bir yudum aldı. “Genellikle.” Pekâlâ… Belimden dönüp diğer bardağa uzandım. Aynı büyüklükte bir yudum almayı denedim ama içtiğim şey ağzıma alev yemişim gibi oturunca öksürmeden edemedim. “Tanrılar!” diye bağırırken bileğimin tersiyle ağzımı siliyordum. “Bu şeyi nasıl içiyorsun?” “Böyle.” Bir yudum daha aldı. “Sizin sidiğiniz çok daha kötüydü.” Rahat edemediğim için bacak bacak üstüne attım. Rha’nın kolu arkamdaydı. Bana pek dokunmuyordu ama arkamda destek görevi görüyordu. İçkiyi koymak için uzandığımda girişte bacaklarını kırıp kalçasını sallayan adamın inik pantolonuyla denk geldim. Artık sallanmıyordu ama giyinmeyi de düşünmüyordu. Başımı öyle hızlı çevirdim ki küt diye ses çıktı. Rha ufak bir kahkaha attı. “Bunu nasıl beceriyorsun?” “Neyi?” “Genelevde çalışıp her şeye uzak kalmayı. Yemin ediyorum seni sunağa götürürken bana yalan söylediğini sandım. Kurban etmeye uygun olmadığını düşündüm.” Hakaret mi ediyordu? Ayrıca beni doğrayacaklarından artık bahsetmese iyi olurdu. Kaşlarım hızlıca çatıldı. “İlk olarak çalıştığım yer genelev değildi! İkinci olarak ben orada bir bebekten farksızdım. Adele ile çok küçük yaşta tanıştım ve gözünde asla büyümedim. Bana dokunduklarında çocuğuna dokunuyorlar gibi tepki veriyordu, bunun için ona minnettarım çünkü ben bunu yapamam. Hele ki Tristan’dan sonra…” Beni durdurdu. “Yoksa sana…” Kelimeleri bulamadı. “Onu öldürmedin. Onu öldürmeyeceğini söyledin. Hem de… Bir dakika, onu öldürmeyecek kadar yufka yürekli olamazsın.” Tamamen yanlış anladı. “Hayır.” dedim elimi sallayıp. “Sadece ufak işkenceler. Ama sonuçta benden büyük ve benden güçlü bir erkeğin elinden çıkma bir şeydi. Ben o kırbacı o şekilde vuramazdım. O yapabiliyordu. Fiziksel dengesizlik.” Umursamaz görünmeye uğraşıyordum. “Beni karşı cinsten soğutmakla kalmadı, herkesten soğuttu. Daha sonra tekrar açılmaya başladım.” İşin garibi, neden bunları anlatıyordum bilmiyordum. Gerçekten umursamadığını düşündüğüm için olabilirdi. “Hemcinslerimle daha çok konuşurdum.” “Ya Eren?” dedi. Yine aynı yara yüreğime saplandı. “Eren farklıydı.” Dalgınlaştım. “Eren’le tanıştığımda bana dokunmuyordu bile. Beni kaldırmak mı istiyordu? O kadar nazik tutardı ki hissetmezdim. Temas etmemeye özen gösterirdi ama önemli olan bu değildi, sözleri düşünceliydi. Hissettirebiliyordu da. Bilmiyorum, belki de içten içe onun iyi olduğuna inanmıştım.” Kısmen Rha da öyleydi. Aynı zamanda tam tersi de olabiliyordu. Mesela, görüşümü ona anlatmadığımda parmaklarını boğazıma sarmıştı. Sinirlendiğini hissettiğimde her yeri yıkacak gibi görünüyordu. Lakin bunların bir patlama gibi göründüğünün de farkındaydım, amacı asla yıkım değildi. Daha çok… kendisini tutamıyor gibi görünüyordu. Bir de farklı tarafı vardı. Adada yürürken omuzumu tutması, o tutuşun karınca yürüyüşünden farksız olması gibi. Oturduğumuz masanın diğer ucunda birileri sevişmeye başlayınca boğazımı temizledim. Rha’nın yaptığını yapamıyordum, ikimiz varmışız gibi davranamıyordum. “Diyelim ki…” Başımı ona kaldırıp sesimi olabildiğinde alçak tuttum. “Çakal’ı kabul ettim. Varsayımsal olarak konuşuyorum tabii.” “Tabii.” “Kafamda sürekli bir ses duyar mıydım?” “Hayır. Şu an onları duyduğumu sanıyorsan yanılıyorsun.” “Peki beni değiştirir mi? Karakter olarak. Sonuçta içimde gerçek Çakal’la yaşayacağım. Birkaç dakikalığına olsa bile aklı aklıma karışacak.” “Benim bile onlarla bütünleşmem yıllarımı aldı.” Eli yırtmaçtan dolayı açılan bacağıma yaklaştı. “Ama varsayalım ki… kabul ettin. Ne olacağını söyleyeyim. Sen ondan cevap istersen cevap verir. Bazen istemesen de verir çünkü o Çakal. Ve sana garanti veriyorum… bir yerden sonra o farkı hissedersin.” “Hani beni değiştirmezdi?” “Karakter olarak değiştirmez dedim. Çakal’ı kabul ettiğinde seni fiziksel olarak güçlendirmeyeceğini söylemedim.” Bu çatlak herif neyden söz ediyordu? “Hemen olmaz ama ruhun gücünü kendine nasıl bağlayacağını çözersen işler değişir. Reflekslerin, yumruğunun gücü, her şeyin değişir. Büyük bir fark olmaz, yine kendin olursun ama oldukça seçilebilir bir değişim olur.” Tekrar içti, sıradan sohbetine devam etti. “Varsayalım ki bunu yapmayı onayladın, ne olacağını düşünüyorsun? Bir tanesini hep seninle bırakacağımı mı? Bunu yapamam, onlar olmadan ben eksik kalacağım. Yapacağım şey belki de haftada bir gün uyurken kafamı boşaltmak için ruhu senin bedenine devretmek olur. Ya da gündüz. Gidişata göre bakacağız tabii.” “Varsayıyoruz.” “Evet, öyle. İşin aslı, sana bunu asla sormamalıydım.” “Öyle mi?” Başını salladı. “Niye sordun o zaman? Kâhinden farklı olduğumu söyleyip duruyorsun.” “Bir sebebi o. Ama asıl sebebi…” Çok içten bakıyordu. “Bence üstesinden gelebilirsin. İçine kaç ruh tıkarlarsa tıksınlar, halledebilecek kapasiten olduğunu düşünüyorum.” Tam o sırada birisi masamıza karşı taraftan çıldırmış boğa gibi çarptı. İçkilerimiz elimizde olduğu için üzerime bir şey dökülmedi ama masa belime çarptı. Rha olmasaydı çoktan yere yapışmıştım. Masa devrilmedi, sadece düşecekmiş gibi sarsıldı ve yerine geri oturdu. O sırada avucumu Rha’nın göğsüne yasladım. Elimin altında kalbi hızlı hızlı atıyordu, benim aksime masanın altında kalacağım korkusuyla milim kıpırdamamıştı. İçkisini usulca masaya bıraktı ve göğsündeki elimi tuttu. Gözlerime bakarak elini daha aşağı çekti. Üzerinden ittirmedi, hayır. Özellikle oradan çekti. “Sadece sarhoş.” Ardından yanımızdaki masaya bir kadın oturdu, hemen karşıma, bacaklarını açtı ve adamı davet etti. Şimdi karşımda çığlıklar atıyorlardı. Onlara şöyle bir baktım. Yanaklarım pembeleşti, sıcaklık git gide artıyordu. Rha bana doğru eğildi. “Sana bir soru soracağım.” dedi. Nefesi çektiğim ter kokulu havayı bastırıyordu. İri ve güçlü vücudu resmen beni örtmüştü. Gözlerindeki eşsiz rengi çok yakından görüyordum. İrisindeki ufak, daha koyuya kaçan noktayı bile görebiliyordum ve bu kadar dibine girmesem asla görülmezdi. “Benden korkuyor musun Kuzu?” Ciğerlerimdeki hava boşalıverdi. Yutkunduğumu duydu. “Evet.” Gayet dürüsttüm. Hayır dersem yalanımı sezerdi. Hiçbir tepki vermedi, mimik bile oynatmadı. “Ama ne kadar?” diye sordu. “Ruhları taşımadan önce bile insanlar benden korkardı. Dozunu bilmek istiyorum.” Kendisi -gerçek kendisi- hakkında verdiği az bilgiden biriydi. “Benden başka herkes yeteri kadar olmadığını söylerdi.” Elim hâlâ koyduğu yerdeydi. Ona bakarken tavernanın gürültüsü yumuşamaya başladı. Kulaklarıma hemen yandan gelen şiddetli ritmik sesler doluyordu. Cevabım hoşuna gitmiş gibi dudakları ilk önce yavaşça, minicik, kıvrıldı. “Muhtemelen içinde onları taşımasaydın da aynısını hissederdim.” Gerçekten üç kardeşle alakası yoktu. Onun duymak istediği de buydu. “Sorun saçma. İnsanlar korktukları kişilerin bacağına yerleşmez, onlarla hiç konuşmaz veya aynı ortamda nefes almaz.” “İnsanlar korkudan her şeyi yapar. Hatta korktukları kişinin yanında daha rahat olmaya çaba bile verirler. Belli etmemek için veya savunma geliştirmek için. Yani saçma değildi.” Göz temasını bozmak istemiyordum, bu benim için apaçık meydan okumaydı. Fakat dayanamadım. Bir metre önümdeki kadının açık bacaklarına gözlerim kaydı. Adamın hareketini izledim. Hayvani görünüyordu, bir kadının önünde olduğunun farkında bile değildi. Hem alkolden hem de şehvetten kendinden geçmişti. “Doğruymuş. Bu tamamen merak.” Mırıltısı kafamda yılan gibi dolaştı. Hemen yüzümü ona kaldırdım. Lanet olsun, görmüştü. “Evet mi, hayır mı?” Gergince “Neyden bahsettiğini bilmiyorum.” dedim. Biraz daha yaklaştı. Şimdi burnu burnuma dokunacak kadar yakındı. “Evet mi, hayır mı?” Bir daha sordu. “Buradaki kimseye dokunmana izin vermeyeceğim. Bakışlarını okuyorum Marissa. Sana bir iyilik yapacağım ve bunu o bir dakikaya sıkışıp kalmış şekilde bırakacağım. Üçüncü kez soruyorum. Şu ana mahsus o merakını gidermek istiyor musun, yoksa bakmakla yetinecek ve hayal mi kuracaksın? Onun hissettiğinin ufacık bir kısmını tatmak istiyorsan bana şimdi söyle çünkü bulunduğumuz ortama nefes almak kadar basit kaçacak.” Ölüyordum. Gerçek anlamda. Utançtan ağzımın içine kusacaktım, heyecandan onun üzerine kusabilirdim. “Anlamadım.” Kulağıma fısıldadı. “Seni öpmekten bahsediyorum Kuzu.” Tanrılar… bana ne sorduğunun farkında mıydı? Yemin ediyorum bana acımıştı. Karşımda yaşanan heyecanın ufacık bir parçasına bile tanık olmamıştım, işin kötüsü her gün gördüğüm bir şeydi ama gördüklerim, benim kasabamda olanlar, şu bir metre önümdeki kadının yaşadığı etkiyi vermemişti. Bu kadın kendisini tutamıyordu. Merak ettiğim cinsellik veya öpücükler değildi. Şu kadın nasıl oluyor da öyle heyecanlanıyordu onu merak ediyordum. Beğeniyle gelen bir şey olmalıydı. “Bir öpücük bu etkiyi yaratmaz.” dedim sessizce. “Yaratır mı?” “Sorunun cevabını veremem.” Orada gizlenen şu an veremem kelimeleri vardı. Çevreme bakmaya ihtiyaç duymadım, yoğun duyguların içinde oturduğumuzun farkındaydım. Onaylamadım, kelime kullanmadım. Tek yaptığım dudaklarına gözlerimin bir anlığına inmesiydi. Ardından, dudaklarım sıcak bir şekilde istila edildi. Ufacık bir dokunuş. Hatta kendimce cesaret saydığım, birkaç kişiye verdiğim o öpücüklerden bile daha minik bir dokunuştu. Çakal’ı mı öpüyordum? Kurt’u mu, Tilki’yi mi, onu mu? Yoksa dördünü birden mi? Geri kaçmadım ama yaklaşmadım da. Öncesi cesaretlerime kıyasla çok daha çekingendim, bu doğruydu. Asla kıpırdamadığım da gerçekti. Fakat sonra Rha’nın elini boynumun yanında hissettim. Dudaklarımı kendi kontrolüne aldı. Ağzımı aralamaya beni zorladı ve öpüşü değişti. Şahit olduğum çekimsel savaşa benzemiyordu, çok nazikti. Beni deniyordu. Bahsettiği gibi korku insanı korkutanın üzerinde bile oturtabilirdi ama onu öptüremezdi. Dilini ağzımın içinde hissettiğimde gözlerim kapalı olmasına rağmen dünyanın döndüğünü hissettim. Hâlâ yumuşaktı, hâlâ denemeye yönelikti ama yakınlığı birden artmıştı. Şimdi onu her şekilde hissediyordum. Özel alanıma bayrak dikmişti. Gömleğini tutan parmaklarımı sıktım, kumaş elimin altında buruştu. Sesler git gide kesilmeye başladı ve an itibariyle sadece dudaklarımızdan çıkan sesi duyuyordum. Kumaşın üzerinden tırnaklarımı ona istemeden geçirdiğimde Rha beni denemeyi kesti. Tamamen. Her şekilde. Onun kim -ne- olduğu aklımdan siliniyordu. Bir elini enseme doğru çıkardı ve başımı olduğum yere çivilemişler gibi sabit tuttu. Saçlarım parmaklarının arasına hapsolmuştu. Eli belime kaydı, ağzımı tamamen açmamı sağladı. Öpüşmenin şiddeti saniye saniye değişirken belimdeki eli aşağıya iniyordu. Yırtmacın açıkta bıraktığı tenime avucu yaslandı ve dizime kadar okşadı. İşte o zaman onun kim olduğunu unuttum. Bacağımdan gelen uyuşukluk parmaklarıma kadar vurgun yarattı. Sırtımdan dikleştim, gömleği sıkmayı kesip elimi yakasına doğru çıkardım. Kendimi tamamen ona bırakmıştım. Hem de bu noktaya gelmeyeceğini bilerek, gelirse kaçacağımdan emin bir şekilde başladığım halde dokunmadan edemedim. Kalbim ağzımda atmaya başladı. Öpücük vahşi bir hal alınca onun sıradan öpücüğünün bu olduğunun farkına vardım. Eli tekrar yukarı kaydı, bir kere daha okşadı. Tamamen kendimden geçtim. O kadın ne yaşıyorsa yaşıyordum, bundan emindim. Hem de sadece dudaklarını kullanarak bunu yapabilmişti. Bu ses benden mi çıkmıştı? Ağzının içine inlediğime inanasım gelmiyordu. Bir yangın, bacaklarımın arasına oturmuştu. Üzerinde kıpırdanmama sebep oluyordu. Rha beni duyunca kalçama kadar çıkan parmaklarıyla beni sıktı. Üzerime daha çok eğildi. Beni kapadı. Saç diplerimi acıttı. Lanet olsun, ona dokunmak istedim. Adını ve şanını görmezden geldim. Parmaklarımı yavaş yavaş yukarı kaydırdım. Gömleğinin açık yakasından tenine ulaştım ve sonra saçlarının içine parmaklarımı gömdüm. Bilerek mi yapıyordum? Hayır. Tamamen içgüdüseldi. Dudaklarımı kanatacak raddeye gelmeden önce durdu. Konuşurken dudakları dudaklarıma dokunuyordu. “Seni sadece öperek doruğa ulaştırabileceğimi düşünüyorum.” Ölmem gerekiyordu fakat yaşıyor gibi hissediyordum. Saçlarımı sımsıkı tutmayı bir an bıraktı. Sonra tekrar yumruğunu sıktı ve kulağıma ağzını kaydırdı. “Sorunun cevabını aldın mı?” Başımı aşağı yukarı salladım çünkü bu öpücük aynı etkiyi yaratmış olmalıydı. “Güzel, çünkü ben de bilmiyordum.” Bu kez beni bıraktı. Uzaklaştı, saçlarımdan elini çıkardı ve asıl önemlisi bacağıma dokunmayı kesti. Güçbela yumuşacık dalgalı saçlarını bıraktım. Nefes alabiliyor muydum? Sanırım. Hemen masaya döndüm. Bardağı iki elimle kavradım, beni kusmaya yaklaştıran üç yudumu arka arkaya mideye yolladım. Sessiz iki dakika geçti. Artık içeride olanlar ilgimi çekmiyordu, hiç kimseye bakmıyordum. Kalbim çok hızlı atıyordu, bu sıcak ortam bana hiç yardımcı olmuyordu. Onu öptüm. O da beni öptü. Bacağına tekrar düzgünce oturdum. Birbirimize kısa süre baktık. Sessizleşmişti. “İçkin bittiyse buradan çıkalım.” Başımı sallamakla yetindim. Hızlıca dışarı çıktık. Hava serin değildi ama en azından temizdi. Koca bir nefes çekip Rha’nın yol göstermesini bekledim. Yüce tanrılar, ben ne yapmıştım böyle? Tamam, sakin ol. Hiçbir şey olmamış gibi davranacaktım, zaten elimde başka seçenek yoktu. Meraklı bakışlarımı yakalamıştı, bunca yıldır kaçırdığımı göstermişti, aceleyle -tutkuyla- öpmüştü ve geçmişte kalmıştı. Evet, bunu yapabilirdim. Çakal’ı, Tilki’yi, Kurt’u ve onu öptüğümü hemen şimdi unutmuştum. Rha konuk evinin sokağına dönerken bir adım yanından takip ettim. Anahtarı çıkarıp içeri girdi. Birkaç mumu onunla birlikte yaktım, etraf iyice aydınlandı. Salona adım atmıştık, kullanılmadığı için her yer tozlanmıştı. Koltukların arkasındaki kapı direkt olarak yatak odasına açılıyordu. Rha kapının orada durdu. “Adanın bir diğer özelliği, burada duşlar var. Tuzdan arınmak için borular her yere döşendi. Su daima ılıktır. Yıkanacaksan acele et.” Hemen gösterdiği kısma ilerledim. Yatak odasından açılan diğer kapıydı. Kıyafetlerimi çıkarıp suyun altına girdim ve… Huzur. Su tepemden aşağı akarken gün boyu üzerimde katman yaratan pis sıcaklığın etkisinden kurtuldum. Onu öptüm. Saçlarımı temizleyebileceğim bir şey yoktu ama temiz su da yeterliydi. Buklelerimi parmaklarımla açıp suyunu sıktıktan sonra kıyafetlerimi geri giydim. Onu öptüm. Odaya geri döndüğümde Rha’yı pencerenin önünde buldum. Unut şunu! Ayakkabılarından kurtulmuştu, kılıcı köşedeydi. Saçlarımdan damlayan suların bluzumu ıslatmasına baktıktan sonra yanımdan geçip gitti. Suyun sesini duydum, kendimi yatağa bıraktım. Kısa süre sonra su sesi kesildi ama Rha dışarı çıkmadı. Yatağın kenarında yatıp uyumak için onun gelmesini bekliyordum. Tavanı izliyordum, yanıma yatmasından önce uyuyor numarası yapmaya hazırdım. Kapıyı açtı ama dışarı çıkmadı ve ben de merak ettim. Azıcık doğrulunca banyoyu görebiliyordum. Eşiğin kenarından sadece elini gördüm. Aynanın önündeydi. Kendine mi bakıyordu? Parmakları harici görüş alanımda değildi, aynanın kenarını tutuyordu. (Tilki: “Girdap’ın güçlerinden korkmuyor. Biz onu korkutmuyoruz. Alışmadığı görüntüleriz, bu yüzden korktuğuna inanıyor, aslında çekiniyor.”) (Çakal: “Uygun olduğunu biliyordum!”) (Tilki: “Bizi asla bırakamasın. Bu sayede, yolumuzu bulana kadar onun aklında olabiliriz. Kaçmayacağından emin ol. Onu kendine bağla, bağımlı et. O zaman bize asla hayır diyemez.”) (Kurt: “Buna ihtiyacı yok.”) Gözlerimi kısıp bakmaya devam ettim. Rha aynanın köşesini sıkıyordu sanki. (Kurt: “Uğraşmamıza gerek yok. Zaten bizimle olmak istiyor. Yaşamı görüyor.”) Bir adım attığını duydum. (Kurt: “Damon,”) Sonra durdu. (Kurt: “Daha önce bir kadını öptüğüne şahit olmadım. Merak çift taraflı mı çalışıyor?”) “Siktir git.” Sanırım kendi kendisine konuşuyordu. Cidden, kendi kendisine. Dışarı çıkmak üzereyken kendimi yatağa geri attım. Lanet olsun, çıkan sesten dolayı uyumadığımı anlamıştı. Yatağın diğer tarafına oturdu, gıcırtılar ağırlığıyla odayı doldurdu. Ona baktım. Elinde gömleğini tutuyordu. Başını hafifçe öne eğince geniş sırtı gerilmişti. Bakışlarım esmer tenine doğru kayınca… Hassiktir. Numara yapmak aklımdan tamamen çıktı. Dirseğimin üzerinde doğruldum, ne yaptığımın bile farkında değildim. Gemide bile yan yana uyumuştuk ve o gömleğini asla çıkarmazdı. Sırtının tam ortasında hayvan başına benzeyen kemikten bir şekil vardı. Kurt, Tilki, Çakal, hangisiydi bilmiyordum. Onun kafatasıydı ve tepesine doğru boynuzlar yükseliyordu. Boynuzlar dumanların içinde kalmış gibiydi, omuzlarının arkasına kadar uzanıyordu. Karanlıktı, ürkünçtü. Bu kadar yakından bakmasam, onun kafatası olduğunu bile anlamazdım. O kadar karman çormandı. O boynuzların arasında bir şekil vardı. Dört köşeliydi, tepesi ensesine doğruydu. İçinde yazılar vardı ve biraz düşündüğümde, bana Çakal’ın küpesini anımsatmıştı. Sırtına böyle bakmamın sebebi şekiller değildi. Her yeri… kesiklerle kaplıydı. Teninin her zerresi beyaza kaçan ufak çizgilerden oluşuyordu. Kimisi daha belirgin ve daha derindi. Kılıç yaralarıydı, çizilmişti, ok yemişti. Yatağın diğer tarafından pürdikkat onu izlediğimi biliyordu. Gömleğini giyecekmiş gibi kaldırdı. Kumaş parçasına bakarken derin bir nefes çekti. Ardından onu diğer tarafa fırlattı. Ayağa kalkınca dirseğimden güç alıp aşağı kaydım. İzlediğimi biliyordu ama böyle basılmak istemiyordum. Kemeri pantolonundan sallanıyordu. Ucunu tutup pantolondan çıkardı. Sonra bana yan döndü ve… Yapamadım. Numara yapamadım. Nefesim boğazıma takıldı, bir daha soluklanamadım. Rha’nın gözleri benim bakışlarımda kalırken ben sadece göğsüne bakıyordum. Karadeliğe benziyordu. Hayır, zehirlenen bir et parçasını andırıyordu. Göğsünde kocaman bir yarık vardı. İyileşmişti, kapanmıştı ama öldürücü hamle olduğu belliydi. Yarığın her yerinden siyah kılcal damarlar yayılıyordu ve birkaç santim uzuyor, sonra kayboluyordu. Estetik hiçbir tarafı yoktu. Korkunçtu. İnce gömleğinin üzerinden ona dokunmuştum ve elime pürüzlü yüzey bile gelmemişti, görüntüden ibaretti. Oraya dokunmama müsaade etmemişti. “Bitti mi?” deyince kafamı yavaş yavaş ona kaldırdım. Öyle baktığım için utandım, tekrar eğdim. Şekilli karın kasları heykelleri andırıyordu. Her nefesinde daha da belirli oluyorlardı. Kasıklarına uzanan o şekilli kaslarında bile yaraların izleri mevcuttu. Evet, yıkılmayacak vücuda sahipti ama her yeri mahvolmuştu. Artık sadece ince izleri taşıyordu. Tanrılar aşkına, bu adam ruhlardan önce ne yapıyordu? Çünkü o ruhlar içindeyken kimse ona böyle zarar veremezdi. Yatağa sırtüstü yattım. Ellerimi karnımda birleştirdim. Rha geç de olsa diğer köşeye oturdu ve kendisini benim gibi bıraktı. Aldığımız nefes harici hiç ses yoktu. Dışarıdan giren ay ışığı ve yan tarafımızdaki mumlar harici renk yoktu. Soracağımı düşünüyordu. Herkes sorardı. O nasıl oldu? O yarayı alıp nasıl hayatta kaldın? Sormayacaktım. Bunca zaman gömleğini bile çıkarmamıştı, demek ki kendisi bile görmek istemiyordu. Nasıl bir acı verdiğini tahmin bile edemiyordum. Belki de o anlatırdı. Belki daha sonra sorardım. “Bileğinde bir yazı var. Rengi bile diğerlerinden daha farklı. Sebebi ne?” Cevap gelmedi. “Hatırla yazıyor.” Onca şeyin içinden gözüme çarpan oydu elbet. “Çünkü o gerçek bir dövme.” dedi. “Bu yüzden solgun duruyor.” Uykuya dalmadan önce yumuşak bir sesle öğrenmek istediğim şeylerden birisini tekrar sordum, şansımı denedim. “Onlardan önce ne yapıyordun?” Sessizlik… Karanlığa dalmadan önce mırıltısını duydum. “Paralı asker.” Ah… bu yaraları açıklıyordu. (Kurt: “Katil.”) (Tilki: “Cellat.”) (Çakal: “Deli.”) Rha iç geçirdi. (Kurt: “Eski. Artık değil.”) Gözlerim kapandı, son dediğini anlayamadım. “Muhtemelen beni tanıyorsun Kuzu.” |
0% |