@leeseaa
|
Adam uzun saçlarını ensesinde toplamıştı. Ön tutamları yanaklarına dalgalarla düşüyordu. Duruşu, yürüyüşü, her şeyi tanıdıktı. Oda karanlıktı, ufacık pencereden giren ışık sandalyeye bağlı kişinin suratındaki kanları parlatıyor, göze batmasına sebep oluyordu. Odada sadece iki kişi vardı. Ölmek için yalvaran bakışlara sahip o adam ve… Rha. Rha elindeki hilal bıçağı çevirdi, sandalyede oturan, gözlerinin içinden bile kan çıkan adama doğru eğildi. Adamın kulakları kesilmişti. Parmaklarının ucundan akan kanlar tırnaklarının çekildiğine işaretti. Çıplak bacaklarındaki deriler yüzülmüştü. Yaşayan bir ölüden ibaretti. Onun aksine Rha oldukça canlı görünüyordu. Adamın karşısına eğildi. “Dilini neden kesmediklerini biliyor musun? Çünkü seni öldürmeyecekler. Konuşacağını umuyorlar, bu yüzden dilini koparmadılar. Peki bu ne anlama geliyor?” dedi başını yana eğip. “Bu acıyı çekmeye devam edeceksin. Konuşmadıkça sürecek, konuşursan bitecek. Dilin yerinde olduğu müddetçe, kâbusun bitmeyecek.” Adam titriyordu. Altına pislemişti, sandalyeden sıvıları akıyordu. Aylardır işkence gören bir surattı. Aklını kaybetmek üzereydi ya da son kırıntıları çoktan vermişti. Sağlam gözü delilere yakışacak kadar dönüyordu. Adam titremekten başka bir şey yapmadı. Tek kelime edemiyordu. Rha bıçağı tuttuğu elini dizine yasladı. “Derini tamamen yüzecekler. Belki de seni bir kafese kapatacak ve kargaların seni yemesini izleyecekler. Diğer gözünü de çıkarmamı istemiyorsan acele etsen iyi olur. Zamanım daralıyor.” Birbirine vuran dişlerin sesi duvarlardan geri sekiyordu. “Shetaria’nın muhteşem kalesinde, sadece bir bölüm uzmanlara ayrılmıştır. En onurlu olanı bile konuşturacak işkenceleri düşünmesi için kral özellikle onları tutar, besler, barındırır, zekalarını konuşturmalarını bekler. Tüm fikirlerin üzerinde denenmesini mi istiyorsun?” Adam ondan korkuyordu. Adam, Rha onun diğer gözünü de çıkarmasın diye başını çevirmeye çalışıyordu. Bunu o mu yapmıştı? Belki bir kısmını… ama eli kesin değmişti. Rha vazgeçerek nefesini üfledi. “Öyle olsun.” Tekrar doğrulurken adam sandalyeyi kıracak şiddetle sallanıyordu. “Dur. Cellat, dur.” Rha arkası dönük bekledi. Adam kendisini öne attı, bağlı elleri onu tuttu. Sağlam gözünü açıp ona yalvararak baktı. “Kızım… onu öldürürler. Bir kızım var. Bana ne yaptıkları umurumda değil.” Rha bunca zaman sonra adamdan bir şeyler duyduğuna şaşırdı. Çenesini kaldırdı. “Kızın nerede?” Adam ağlamaya başladı, başını iki yana salladı. “Bana onunla işkence çektirme.” Rha onun çürüyen bacaklarına gözlerini indirdi. Çenesi gerildi, midesi bulanmış gibi görünüyordu ama adamın bedeni onu etkilemiyordu, sesine katlanamıyordu. “Onlara istediğini ver. İki gün sonra geri geleceğim. Seni ben öldüreceğim.” Adam yutkundu. “Ölmeden önce bana kızının nerede olduğunu söyle.” “Yalvarırım…” “Kızının yaşadıklarını yaşamadığına emin olacağım.” Rha arkasını döndü, kapıya bir kere vurdu. Onu dışarı çıkarmak için birisi kapıya doğru yürüyordu. “İki gün bekle. Son sözün, kızının yerini bulmam için olsun.” Aradan iki gün geçti. Adam istedikleri bilgilerin hepsini vermişti. Daha beter bir haldeydi. Diğer gözünü de kaybetmişti ama dili hâlâ yerindeydi. Birkaç parmağı kopmuştu. Artık acıyı hissetmiyordu. Rha iplerden kurtulan ve dizlerinin üzerine ölmeyi beklerken çöken adamın karşısına geçti. Bu kez daha geniş bir odadaydılar. İzleyicileri vardı. Rha o adamla birlikte karşılarındaydı. Adamın kellesini koparmak için bekliyordu. Yanına geçerken fısıldadı. “Kızın nerede?” Adamın yerdeki avuçları kan izi bırakıyordu. “Sarı Ova’da. Lütfen… ona kaçması için yardım et.” Rha kılıcını çıkardı. Duygusuzdu, sesi karakterinin buzdan yansımasıydı. “Sana kızının acı çekmeyeceğini söylemiştim. Onu diğerlerinden önce bulacağım.” “N-ne?” “Acısız ölecek. Söz veriyorum.” İzleyen adamlardan birisi bağırdı. “Dilini kes, Cellat. Konuşmamasının bedelini ödesin.” Dediğini yaptı. Adamın çığlıkları her yeri doldurdu. Rha duygusuzdu. Onun acısını hissetmiyordu. İnsan bile değildi. Kılıcını kaldırdı ve adamın kellesini aldı. Sanki acele etmişti. Sanki canını hemen almayı dilemişti. Ölü adamı arkasında bıraktı. Ona atılan keseyi yakaladı. “Bu kalan yarısı.” Rha başını onaylar gibi salladı. Geçip gitmeden önce bir adama yaklaştı. “Sarı Ova’ya gidecek olan ticaret gemisi ne zaman kalkıyor?” Soruyu yönelttiği kişi bunu niçin sorduğunu merak etti ama Rha ona dik dik bakmayı sürdürünce hemen cevap verdi. “Bu gece.” Sonra dönüp gitti. Güneşle birlikte uyandım. Hızlıca doğrulmak için elimi yanıma koydum, Rha’ya denk geldim. Derin soluklar çekerek uyanmak bir şey gördüğümü doğruluyordu. Hatırlamıyordum. Rha gözlerini açtı. Onu uyandırmıştım. Daha o sormadan başımı iki yana sallayarak açıkladım. “Hatırlamıyorum, yemin ederim.” Ne görürsem göreyim ona söylememi istemişti. Son yaşananlardan sonra saklamak adetim olmayacaktı. Karnından güç alıp doğruldu. Gözlerine doğru düşen saçlarını elini geçirerek düzeltti. Bana şüpheyle bakıyordu. Tilki’nin gözleriyle aynı renk turuncu parlama onun gözlerinden geçti. “Bir şey hatırlıyorsun. Ufak bir şey. Nedir o?” Kahretsin. Ağzım açılıp kapandı. Saçlarına bakıyordum. “Saçların daha uzundu. Ensenden topuz yapmıştın. Sadece bu.” Gözlerindeki parlaklık yerini karanlığa bıraktı. Kaşları çatıldı, örtüyü tutan parmakları yumruk halini aldı. “Başka?” “Bu kadar.” Uyarıyla ekledi. “Eğer bana yalan söylüyorsan Marissa…” “Gerçekten bu kadar.” Bir şeyler daha gördüğümü sandı. Üstelemek istedi. Sanki… bilmemi istemiyordu. Rahatsız olmuştu. Boğazıma yapıştığı günkünden bile tehditkâr görünüyordu. Anlamadığım bir sebepten dolayı soluğum kesilmişti. Sanki birisi yine boğazımı sıkıyordu. Elimi oraya götürüp ovuşturdum. “Neden gördüm bilmiyorum, nasıl yaptığımı bilmiyorum. Saçların hariç hiçbir şey hatırlamıyorum. Ben…” Durdum. Kesilen bir dil… Başımı usul usul ona çevirdim. Ellerine baktım. Sonra acımasız bir adama yakışacak o yüze… Hatırlamıyordum! Sadece koparılan o dili hatırlıyordum. Kimin yaptığı bile aklımda oynamıyordu. Ama onun saçını gördüysem, muhtemelen o yapmıştı. Koparılan bir dil… Hiçbir şey çaktırmak istemedim ama panikle kendimi geri attım. Yataktan az kalsın düşüyordum. Topallayarak ayağa kalktım ve pencereye yaklaştım. “Bu kadardı.” Sesimden yalan akıyordu. Ben bir yalancıyım diye bağırıyordu. Rha kaşlarını çattı. “Söylemek için son şansın.” Pervaza parmaklarımı geçirdim. Görünmez olmak veya duvarın içinden geçip gitmeyi diliyordum. “Marissa.” Terlemeye başladım. Duvara sırtımı yasladım. “Kabul etmezsem bana ne yapacaksın?” Daha önceki konuşmamıza olan inancım akıp gitmişti. “Onları taşımak istemezsem, bana ne yapacaksın?” Rha yerinden kalkmıyordu. Diğer ruhların gözlerinin yansımasını da taşımıyordu. “Hiçbir şey.” “Yalan söylüyorsun.” “Ne gördün?” “Bana ne yapacaksın!” “Lanet olsun, sana hiçbir şey yapmayacağım!” Örtüyü ittirdi, vücudunu gözler önüne serdi ve yaklaşmama kuralını bozup dibimde bitti. Saçlarımın tepesine yumruğunu yasladı. “Açıklamak ister misin Kuzu? Madem bir şey görmedin, benden neden kaçtığını çok merak ediyorum doğrusu.” “Kaçmamı gerektirecek şeyler görebilirim yani?” dedim şu endişeye rağmen. Aptal ağzım durmuyordu. “Savaşlarda çok şey olur, çok şey yaşanır.” “Bir savaş görmediğimden neredeyse eminim.” Duvarın pütürlü yüzeyi omzumu çiziyordu. “Hatırlamıyorum ama uyanınca ne yaşadığımı biliyorum. Gördüğümden hoşlanmadım, gördüğüm kalbimi sızlattı ve boğazıma ateşten bir demir yerleştirdi. Midem bulanıyor. Hatırlamadığım halde üzerimde etki bıraktığı bir gerçek. Geçen sefer de böyle oldu.” “Geçen sefer?” dedi kaşını kaldırıp. Siktir. “Evimde kaldığın gün.” “Ne oldu?” Bilmiyordum. Tek bildiğim bacaklarımın uyuştuğuydu. Yine nefes alamaz olduğumdu ama o zaman korkuyla ciğerlerim büzüşmemişti. Tenindeki bir noktaya kenetli kalmayı kestim, cesurca çenemi kaldırdım. “Bu şekilde hissetmemi sağlayacak şeyler yaptın mı? Midemi bulandıracak ve beni senden kaçmaya zorlayacak şeyler.” “Elbette.” Dürüstlüğüne karşı çığlık atmak istedim. “Marissa, bana bak.” Şu lafı duymaktan da ayrıca tiksiniyordum. Parmağını kıvırıp çeneme yasladı. “İçindeki herhangi bir ses şu an benden kaçman gerektiğini söylüyor mu?” Ağzımı araladım ama yanıtlamadan önce ekleme yaptı. “Bizden değil. Benden.” “Hayır.” “Ne hoş. O sese güvensen iyi olur.” Beni bıraktığında duvardan ayrıldım. Arkasını dönüp gömleğini almaya gitti. “Yoksa?” “Lanet kız, seni tehdit etmiyorum. Bunu yapıyormuşum gibi konuşmayı kesmezsen bu kez gerçekten tehdit edeceğim.” “Dilimi mi kesersin?” Gömleği aldı ve öylece durdu. Doğruydu. Aklımdaki ufacık görüntü doğruydu. Olduğu yerde duruyor olsa bile benden yüzlerce metre uzaklaşmıştı. Suratıma baktı ama beni görmedi. Anılar zihnine hücum etti. “Ruhsuz Kasaba’da kaç katille oturdun?” Beni bu şekilde vuramazdı. “Hiçbiriyle oturmadım ama hizmet ettim. Mecburdum.” “Hiçbir şeye mecbur değilsin.” “Bu onların yaptıklarını onayladığım anlamına gelmez.” Üzerine gömleğini geçirip hızla bana yürüdü. Burun delikleri nefesini verirken genişledi. “Adil bir dünyada değilsin. Yaşamak için öldürmek gerekiyorsa öldüreceksin. Keşke farklı olsaydı demedim, bunu asla dilemedim. Neden biliyor musun? Çünkü bu düzende her zaman tepede ben olacağım.” “İğrenç ve bencil bir düşünce.” Gülümsedi. “Canın yanmadan can yakabiliyor olsaydın, sen de böyle düşünürdün Kuzu.” “Beni tanımıyorsun.” “Hah şunu bileydin!” Eğildi. Dudaklarıma çok yakındı. “Sen de beni tanımıyorsun ve bu düşüncelerimin şimdiki sözlerim mi, yoksa iki yüzyıl önceki düşüncelerim mi olduğunu bilmiyorsun. Yargılamamanı öneririm. Sonuçta senin görüşlerin bile sonuçları sebebe bağlayacak kadar uzun değil. Ve gördüğün, ben değildim.” “Kimdi öyleyse?” Ağzını adını söyleyecekmiş gibi açtı. Kendi adını. Gerçek adını. Ama bir harf bile duyamadım. “Çıkıyoruz. Binmemiz gereken bir gemi var.” Bambaşka bir yere konuyu çekti. Elimi kaldırıp onu durdurdum. Nasıl mı? Tam göğsündeki ize avucumu yaslayarak. Bilerek yapmamıştım. “Gördüğüm şeyi hatırlasaydım, Ruhsuz Kasaba’yla birlikte yanmayı tercih eder miydim?” Rha ona dokunduğum an hareketsiz kaldı. Elini kaldırdı, uzun parmaklarıyla ince bileğimi kavradı. “Benim doğduğum kıtada, benim doğduğum sınırlarda, iki yüzyıl önce dünyaya gelseydin Marissa, bana bu soruyu sorduğun için kendi dilini kendin keserdin.” “İki yüzyıl… neler yaptığını, neler yaşadığını hatırlıyor musun ki?” “Her bir dakikasını. Öfkemi yansıttığım her bir dakikayı ve yıllar geçtikçe bundan keyif almanın beni nasıl delirttiğini veya delirdiğim için keyif aldığımı. Hangisini yaşadığımı bilmiyorum ama hepsini hatırlıyorum.” Elimi indirdi. Bir adım geriye kaydım. (Çakal: “Korktu.”) (Kurt: “Bizden değil.”) (Tilki: “Bizden öncesinden korktu. Bizden öncesi yok!”) (Çakal: “O zaman bizden daha çok korkacak.”) (Kurt: “Ona anlatmayı bırak. Bizi bedenine kabul ettiğinde, bunları bir daha görmemesini sağlayacağım.”) Rha bir şey diyecekmiş gibi yaklaştı. “Yanımda kaldıkça görürsün. Yanımda kaldıkça öğrenirsin. Sana yalan söylemeyeceğim ama tüm dürüstlüğümle anlatmayacağım.” Bu bile dürüstlük örneğiydi aslında. (Kurt: “Yanlış yapıyoruz. O, on dokuz yaşındaki bir insan. Geçen yüzyılları kaldıracak aklı yok. Sözünü geri al!”) Gözlerimle gördüm. Onlarla konuştuğunu yüzünden anladım. Başta mimiklerini saklıyordu ama artık yapmıyordu. “Hayır.” İlk kelimeyi bana demedi. “Sözüme inanıp inanmamak tamamen sana kalmış. Gözlerinde bile görüyorum, benden kaçışın bile sahte çünkü zarar vereceğime inanmıyorsun.” Peki senden kaçmalı mıyım? Bana ihtiyacın olduğu halde, senden kaçmalı mıyım? Soramadım. Kılıcını alıp yatak odasından çıktı. Beni burada öylece bıraktı. O gidince zihnimde fazla sesler oluşmaya başladı. Başım döndü. Dünyam ikiye bölündü. Gözlerim açık bir şekilde gördüm. Gözleri… alev çukuruydu. Sırtındaki hayvan kafatası terinden ötürü parlıyordu, sırtından aşağı damla damla ter akıyordu. Üstü çıplaktı, kire bulanmıştı. Siyah bir yere yaslanmıştı, onun izini taşıyordu. Rha yere düştü. Ellerini ıslak otların içine yasladı. Acı çekiyor gibi kıvrandı. Kalbini sökmek ister gibi parmaklarını tenine bastırdı. Başını ağrıya karşı koymak istercesine sağa sola sallarken dumanlar onu örttü. Artık taca benzeyen boynuzlar, başının üzerindeydi. Bir silüetti, sahip olduğu ruhlar gibi, net değildi. O boynuzlara uzansam, elim içinden geçip giderdi. “Tekrar olmaz. Tekrar olmaz.” Kendi kendisine konuşuyordu. Sonra haykırdı. Ormanın diğer tarafından adım sesleri yükseliyordu. Bir kişiye aittiler. Genç bir adam, üzerinde deriden kıyafetleri ve tuttuğu kılıcıyla, Rha’nın önünde durdu. Yüzü gördükleriyle bembeyaz oldu, dehşete düştü. “R-Rha?” “Hata ettim.” dedi, gözlerini acıyla yumdu. “Beni zincirlemen gerek.” “Ama…” “Beni hemen zincirlemen gerekiyor Lark!” Lark kılıcını yere fırlattı. Ona telaşla koştu, kollarından tuttu. Rha’yı kaldıramıyordu, ağır geliyordu. “Ne olduğunu bana söyleyecek misin?” “Patlıyorum.” dedi hırlama gibi. “Bunu görmek istemezsin. Fazla geliyor, çok fazla… taşıyamıyorum.” Zar zor ayağa kalktı. “Bana bir iyilik yap Lark… zincirleri kırdığımı duyarsan, ben gelmeden önce kendini öldür.” Odadaydım. Aynı yerde duruyor, aynı noktaya bakıyordum. Görüşüm geri geldi, bunun başıma nasıl geldiğini bile anlamadım. “Marissa.” Rha kapıyı açtı. Anlamsız bir ifadeyle baktı. “Çıkmak zorundayız. On dakikadır bekliyorum.” On dakika mı? Cevap veremiyordum. (Tilki: “Bir şey daha gördü. Şu duruma el atsak iyi olacak.”) (Kurt: “Ne gördü?”) (Çakal: “Belli ki dilini ısırıp koparmasına sebep olan bir şey gördü. Baksana, hareket etmiyor. Donmuş gibi.”) “Marissa, gemi.” Rha parmaklarını şıklattı. Tanrılara şükürler olsun, bu kez bir şey gördüğümü anlamamıştı. Fakat gözlerim dolu doluydu. Hiçbir duygu bunu yapamazken, neden olmuştu anlamıyordum ve Rha bunu görüyordu. On dakika önce soramadığım soruyu sordum. “Senden kaçmalı mıyım?” Eşikte bekledi. Derin nefesi aramızdaki mesafeyi eritti. “Kaçman gerekirse, ben sana söylerim.” Ne demekti bu? “Rha, lütfen…” Bir adımla içeri girdi. “Bana açık olmazsan, sana açık olmayacağım.” Sormalı mıydım? Kesinlikle sormamalıydım. Ama o haklıydı, fevri çıkışlarda bulunacağını artık sanmıyordum. “Kendine zarar verdiğin oldu mu?” Sadece bu kelimelerle bile bir şeyler gördüğümü anlayabilirdi. Zaten çoktan anlamış olmasaydı. “Kardeşlerden birisini neden bana vermek istiyorsun? Bir anlığına bile olsa, bunu yapmayı istiyorsun ama onlardan vazgeçemiyorsun da.” Yumruğunu sıktı. Başını aşağı hafifçe eğip salladı. “Parçaları birleştir.” Ne gördüğümü didiklemedi, anlaması imkansızdı. “Ruhları bile tanımayan bir kızdan hayal edemeyeceği şeyleri bilmesini umma. Elimde birleştirebileceğim parçalar yok! Bana bir şey ver.” “Sana inanıyorum.” Omuzlarım düştü. “Keşke ben de kendime inansam. Keşke bana neden inandığını bilsem.” Gözlerimin içine baktı. Odanın diğer ucunda olmasına rağmen yakındı. “Varsayalım ki… onlardan birini misafir ettin.” dedi ciddiyetle. “Onu zorlanmadan içinde tutabileceğini biliyorum, buna inanıyorum. Dışarı atmayacaksın, anında bana geri dönmeyecekler, beni o noktaya getirmeyeceksin.” Patlama noktası. “Birleştirebildin mi?” “Aklını kaçırmana sebep oluyorlar.” “Onlar değil. Onlar buna sebep olmak istemiyorlar.” Gözlerini yumdu. “Ben çözüm yoluna ulaşana kadar Mari, arada sırada beni dizginlemen gerekecek.” “Varsayalım ki kabul ettim. Ya yapamazsam? Bedenim Girdap’ın ruhunu kaldırmazsa ne olacak?” “Yaparsın.” “Ya olmazsa!” Uzun uzun baktı. Aklımdan kötü bir sürü şey geçtiğini düşündü. Mesela beni öldüreceğine inanabilirdim. Ya da bilmediğim topraklarda arkasında bırakacağını, bir sürü şeye inanabilirdim. Ama inanmıyordum. Patlama noktası nedir onu merak ediyordum, endişem buydu. “Uzaklaşmanı istediğimde benden uzaklaş. Olabildiğince uzak dur. Sorun kalmayacak.” “Rha…” “Bana bir şey sorma. Gemiye gidiyoruz. Acele et.” |
0% |