@leeseaa
|
Bir sonraki limana varmamız bir gece sürdü. Bu ada daha sessizdi ama aynı zamanda daha gösterişliydi. Kendimi dünyayı geziyormuşum gibi hissediyordum, keşke gerçekten öyle yapıyor olsaydık. İşin aslı, ne yaptığımıza dair en ufak fikrim yoktu. Gemide geçen yirmi dört saate rağmen Rha ile aramızdaki buzdan duvar erişememişti, aksine kalınlaşmıştı. Konuşmuyorduk ama davranışlarında değişim sezmiyordum. Yine kapıları benim için açık tutuyordu, kamaraya gelen yemeği ilk önce bana veriyordu. İlk önce benim yıkanmama müsaade ediyordu, kalabalığa girdiğimizde elini göremeyeceğim bir yerde tutuyor ama kimsenin bana değmesine izin vermiyordu. Limanda uzun bir yürüyüşten sonra kavrulmaya başlamıştım. Neden aylak aylak gezdiğimizi sorduğumda Rha’nın tek yaptığı bana bakmak olmuştu. Konuşmadan yürümek, dilimi kıpırdatmadan bir günü doldurmak, gerçekten çok sıkıcıydı. Bu ada diğerlerinden farklıydı. Limana yakın yerler tamamen dolu ve cafcaflıyken arkalara açıldıkça ağaçlar büyüyordu, orman kendisini her yere yayıyordu. Ana adada olmamamıza rağmen burada kale olduğunu sanmıştım. Ama Rha konuşmayı tercih edip bana onun da aslında tapınaklardan biri olduğunu söyledi. Öğrendiğim kadarıyla tapınağın sadece ilk bölümü kullanıma açıktı. Karnım guruldamaya başladı. “Ne yiyeceğiz?” “Ahtapot.” Tek kelime. “Daha önce ahtapot yemedim.” “Adada yediğin eriştenin içinde vardı.” “Öyle mi?” Rha sahil yolunun üzerindeki bir yeri işaret etti. Sadece ahtapot almakla kalmadık, farklı ve balıklı hamur işlerini de elimize tutuşturduk. Yürüdükçe, saat geçtikçe fark ediyordum ki burası farklı bir evrene benziyordu. Daha fazlası var mıydı? Belki de gemiden bir daha indiğimizde kendimi yıldızların üzerinde bulacaktım? Tabii bu en iyi ihtimaldi ve benim başıma asla en iyi ihtimal gelmezdi. Kumların üzerine oturup yemeğimizin yarısını yedik. Ben konuşmadıkça konuşmuyor, sormadıkça ağzını açmıyordu. Elimdeki böreği sitem eder gibi aramıza bıraktım. “Bu durumda sessiz kalması gereken bendim aslında.” dediğimde bana bakıp kaşını kaldırdı. “İçine ruh tıkılacak olan ve dünyayı gezmeye gönülsüz olan benim ya hani?” Hafif bir sırıtış gördüm. “Neden bana açıklama yapmıyorsun?” “Sen bana açık oldun mu da benden aynısını bekliyorsun Kuzu?” Kaşlarım çatıldı. Dünden bahsediyordu. Bana açık olmazsan sana açık olmayacağım demişti. Bu sözünü tutuyordu. Midem düğümlendi. Hâlâ açtım ama an itibariyle ağzıma bir lokma koyamazdım. Denizin dalgalarına doğru baktım, çıkan sesten de anlaşılacağı üzere sular üst üste biniyordu. Ona bakamıyordum. “Bir adamın dilini kestiğini gördüm.” “O kadarını anladım.” “O günü hatırlıyor musun?” O da elindekileri bıraktı. “Hayır.” dedi. “Yaptığım her şeyi hatırlıyorum ama hangisinden bahsettiğini bilmiyorum çünkü bu, bir kere yaptığım bir şey değildi.” İtirafı karşısında ağzım açık kaldı. Karşı karşıya oturuyorduk. İkimiz de bağdaş kurmuştuk, birbirimizi izliyorduk. Yırtmacın açıkta bıraktığı bacağıma kumlar vuruyordu, rüzgarla üzerime yapışıyorlardı. Şiddetli esintiyle Rha’nın saçları dalgalandı. “Saçlarımın uzun olduğunu, topladığımı söyledin. Bu yüzden hangi zamanı gördüğünü biliyorum. Daha Çakal, Kurt ve Tilki’yle tanışmadan öncesi, çok çok uzun bir zaman öncesi.” Bundan çok normal bir şeymiş gibi bahsediyordu. Ürkmeli miydim? Hayır, sanki bu yaşananı bir başkası yaşamış gibi anlatıyordu. “Onu öldürdün. İşkence ettin.” Rha hafif gerildi. (Çakal: “Bence onu susturmalısın. Bizce.”) “Birçok kişiye.” dedi duygusuzca. Hissizliği beni zıvanadan çıkarıyordu. Nasıl bu kadar duygusuz olabilirdi? Onu tanıdığım müddette, bana bu kadar soğuk görünmemişti. “Hatırladım biliyor musun? Birkaç parçayı daha birleştirebildim. Adamın bir kızı olduğunu gördüm. Başta kızına yardım edeceğini düşünen bir adamın kızını öldürmeye gittin. Ee, yaptın mı peki?” Hızlıca başını salladı. “Öldürdüm. Tıpkı ona söz verdiğim gibi, hızlıca.” “Adam kızını yaşatacağına inanıyordu!” “İki yüzyıl önce ölmüş bir kız için bağırıyorsun. Ha, ama merak ediyorsan Kuzu, eğer ben oraya geç gitmiş olsaydım o kıza yirmi kişi çoktan tecavüz etmiş olurdu. Uzuvlarını keserlerdi. Her şeyi yaparlardı ve en son ölüme terk ederlerdi. Acılı ve pis bir ölüm.” Kanım çekildi. “O adam konuştuğunda kızı ölecekti, konuşmazsa yine ölecekti. Kaçışı yoktu. Ona iyilik yaptım, eğer yaşasaydı bana borçlu olurdu.” “Kızı kaçırabilirdin. Kızı güvenli bir yere…” “İyilik tükürdüğümü mü sanıyorsun?” dedi lafımı kesip. “Elimdeki en iyi seçeneği değerlendirmek zorunda değilim ama herife acıdım. Yıllar sonra acıma duygusunu bana hissettirebildiği için yardımcı olayım dedim. Bir saniye içinde öldü, hiçbir şey hissetmedi.” “Tebrikler? Alkışlanması gerektiğine inanan psikopatlar gibi konuşuyorsun.” “Aslına bakarsan öyle. Aslına bakarsan… alkışı hak etmiştim çünkü kafamın yerinde olduğu nadir zamanlardan birisiydi.” Kafasının yerinde olduğu mu? Yanındaki suya uzanıp lıkır lıkır içti. “Kendine engel olamıyorsun Kuzu. Muhtemelen görmeye devam edeceksin ve dün gördüğün görüntü, çocuk masalı gibi kalacak. Çünkü sen en eskiyi görüyorsun. Ruhlardan öncesini merak ettiğin için, beni merak ettiğin için. Tanrılara dua et de en eskiyi görmeye devam et.” Ne demekti bu? Daha sonrasında ne olmuştu ki? Sıcakladım. Güneşten ve nemden ötürü değil, saklamak istediğim bir şeyi gözümün tam içine baka baka aksamadan söylemesinden. Bu konuşmayı böylesine soğukkanlı biçimde nasıl yürüttüğüme şaşırdım. “Bunları izlemek istemiyorum.” “Ama göreceksin çünkü merak ediyorsun. Unutma, bunların hepsi çok eski.” Kollarımı kavuşturdum. “Sen paralı asker değildin, kiralık katildin.” İnkar etmedi ama düzeltti. “Bir zamanlar paralı askerdim.” Parmağıyla yakınlaşmamı işaret etti. “Akrep’in topraklarını duydun mu Marissa?” Ruhlara inanmayan eski Marissa kahkaha atardı ama ne duyduğunu bilen ben ancak yutkunabildim. “Orası bizim kıtamızda değil. Orası… delilerle dolu.” “Hımm, tam olarak doğru değil. O bölgeye adım atan herkes yavaş yavaş aklını oynatıyor çünkü Akrep’in indiği bölgelerin her bir zerresi zehirli. Ne kadar kalırsan o kadar delirirsin.” “Sen kaldın mı?” Orası hayaller alemi bile demedim, nedense inanasım gelmişti. Omuz silkti. “Pek hatırlamıyorum doğrusu.” “Orası hakkında hikayeler var. Ben birkaçını duydum. Idyl bana gece duyduğu hikayeleri sabah görüştüğümüzde anlatırdı ve o bölgeden bahsettiğini hatırlıyorum. Gemiler bile yakınına yaklaşmıyormuş. Oraya adım atanlar, tekrar dışarı çıkamıyormuş. Krallıkların eski kitaplarında da yazıyor. Sadece birkaç kişi dönmüştü ve…” “Kim?” Hatırlamak için kendimi zorladım. “Üç kişi. İkisi hakkında bilgi yok, diğerine Cellat diyorlardı. Yazan buydu. Aklını yitiren bir adam, duyduklarımın doğru olma ihtimali yok.” Beni aşağıdan yukarı süzdü. Gülmeye kendimi zorladım. “Yani beni kandırıyorsun. Oraya uğramış ve geri dönmüş olamazsın. Orası… Girdap’tan beter olmalı.” Başını yana yatırdı. “Hatırlamadığımı söyledim.” Bileğinde yazan hatırla dövmesi her geçen saniye anlamını yitiriyordu. Belki de unuttukları için onu oraya işletmişti? “Ee, o adam hakkında ne duydun?” Boşluğa daldım. “Yakın bir zaman değildi. Ne bileyim, tarih bir sürü kişiyi yazıya döker. Genellikle başarılardan bahseder. Okuyan birisi değilim, ancak ilgimi çekerse dinlerim. İstisna insanlardan birisi Cellat olmalı, yoksa o kadar bilgim olmazdı.” Hâlâ yanıt bekliyordu. Suratına baktım ve “Korkunç.” dedim. “Dilim varmıyor, duyduğum an unutmayı seçtim çünkü o sıralar evde sakat kuzeniyle kalan küçük bir kızdım. Yalnızdım yani. Akrep topraklarıyla ilgili söylenenler çok çok eski. Artık topraklar arınmış bile olabilir.” Rha müthiş bir rahatlıkla “Ne kadar eski hikayeler bunlar?” diye sordu. Dudak büzdüm. “Yaklaşık…” Durdum. “İki yüzyıl kadar.” O an onunla gözlerimiz buluştu. O an Rha bana ruh devretmiş gibi değil de, benim ruhumu çekmiş gibi hissettim. Parmaklarıma yayılan hareketi kesmek için tırnaklarımı avucuma geçirdim. “Sen…” “Ben?” Boğazım yanmaya başladı. “O üç kişiden birisi miydin? Geri dönenlerden.” Beni duymazdan geldi, canı ne isterse onu söyledi. “İkisi geri dönmedi çünkü bir tanesi, o ikisinin onu öldüreceğine inandı. Akrep halüsinasyon da gördürür Kuzu. O kişi toprağın gücüne yenik düştü ve oracıkta o iki insanı ellişer parçaya ayırmazsa, tekrar doğabileceklerine ve onu öldüreceklerine inandı. Ne kadar aptalca değil mi?” Hayır… “Idyl ondan bahsederken bana bizim kıtamıza da uğradığını söylemişti. Kaleye gizlice giren adam Cellat’tı.” Yüzyıllık bir olaydan bahsediyordum. Tarihe baktığımızda, kalenin içine giren sayılı suikastçılardan birisiydi Cellat. “Nereden anlamışlar Cellat olduğunu?” “Çünkü…” Aklımda iğrenç görüntüler oluştu. “Birisini öldürmüş, başka kimseye zarar vermemiş. Kayıt altında tutulmuş çünkü öldürdüğü kişi kralın konseyindenmiş. Kellesini avuçlarına bırakmış. Bu yüzden onun kim olduğunu anlamışlar. Öldürüş biçiminden dolayı.” “Akrep’ten sonra aklını toparlayamamış olmalı.” dedi Rha. “Vahşice. Bir insan, normal mideyle bunu yapamaz.” Terliyordum. Ellerim kumun içineydi, bacaklarım fırlamaya hazırdı. “Muhtemelen kimi öldürdüğünü bilmiyordu. İhtiyacı olan, ücreti öğrenmekti. İki yüzyıl önce, para bulmak hiç kolay değildi. Zehirli aklını meşgul edecek bir şeye ihtiyacı olmalı. Bir emir gibi. Tek bir hedef gibi. İsim gibi. Şunu öldür deniliyor ve öldürüyor olmalı.” Bir parça börek ısırdı. “Bilgin olsun diye diyorum… Cellat ona Shetaria’da verilen bir lakaptı. Adadan kurtulduktan sonra almadı.” “Shetaria?” Başını salladı. “Sen nerede doğmuştun?” “Shetaria.” Gözlerim avuçlarıma kaydı. Ona bakamıyordum. “Yılların unutturamadığı birkaç isimden birisi ha?” “Hmm, bence unutulmuştur.” Boğazımı temizledim. “Peki Akrep’in zehrinden nasıl kurtuluyorsun?” Cevap vermediği için başımı geri kaldırmak zorunda kaldım. Hayır. O kafayı yemiş birisine hiç benzemiyordu. “Kurtulamıyorsun.” dedi. “Hatta öyle bir noktaya ulaşıyor ki, yaptıklarından keyif alıyorsun. Zehir seni tatmin ediyor. Uyuşturucu gibi.” Ellerini temizledi. Belinden hafifçe eğilene kadar azıcık gerilediğimi fark bile etmemiştim. “Kaçma.” “Kaçmıyorum.” dedim oraya buraya bakarken. “Akrep’in zehri günün belli bir saati kandaki akışını durduruyor. O sırada o kişi kendisine geliyor olmalı.” Rha’nın bakışları değişti. Gerçeklikten çok uzak bir şekilde tebessüm etti. “Düşünsene Marissa. Katliam yaratmışsın çünkü işinde çok iyisin, seni durduracak birisi bile yok. Kimse karşında duramıyor. Sonra zehir doruğa ulaşıyor. Sen parçaladıkça adrenalinle yayılıyor. Deliriyorsun, çıldırıyorsun. Ve birden tüm etkisi geçiyor. Bir bakmışsın ki, ellerin kan içinde. Her yerde… parçalar var. Ne yaptığını bile bilmiyorsun, hatırlamıyorsun.” Kalbim deli gibi atıyordu. “Cellat’ın o lakabı zehirlenmeden önce almasının bir sebebi olmalı.” dedim sönük bir sesle. “Bence de olmalı. Bir ihtimal, zaten kiralık katildi ve zehirli topraklarda birisini aramaya gitti. Zaten öldürüyordu, zehirlenince işler çığırından çıkmıştır.” “Na-nasıl…” Konuşamıyordum. “Nasıl etkisi geçiyor? Geçmediğini söyledin ama mutlaka bir yolu olmalı.” Geçmiş işte. Karşımda oturuyorsun. Uzun uzun beni izledi. “Ruhun yarattığı etkiyi ancak başka bir ruh kırabilir. Zamanla.” Zamanla… Benim dinlemek istemediğim, tarihin tozlu ve kanlı sayfalarına iki cümleyle de olsa adını geçiren Cellat… Gözümün içine bakıyordu. “O zamanlarda yaşadığımı unutma Kuzu. Bu yüzden ne gördüğünü sorup duruyorum. Bu yüzden bakmandan hoşlanmıyorum. Bu yüzden irdelemeni istemiyorum. Kim bilir, belki de onunla karşılaşmışımdır ve sen de yanlışlıkla o manzaralara denk gelirsin?” Tek yaptığım başımı sallamak oldu. Dilim uyuştu, hiçbir şey diyemez oldum. Beni inceledi. Söylediği her şeyi aklımda tartmamı ve görebileceklerimin görüntüsünü hayal etmenin yüzümde yarattığı değişime şahit oldu. Ürperdim. “Yemeğin bittiyse tapınağa doğru gitmemiz gerekiyor.” Cevabımı beklemeyip ayağa kalktığında hâlâ oturduğu yere bakıyordum. Elini uzattı, parmaklarını haydi der gibi salladı. Güneşe doğru boynumu kaldırdım, elini tutmadım. “Tamamen geçmiştir, değil mi?” Rha’nın derin nefesiyle göğsü şişti. “Zehir etkisini yitirdiğinde, yaptığın her şey teker teker aklına oturur. Tekrar yaşıyorsun gibi.” Başını yana eğdi. “Sana yaptığım hiçbir şeyi unutmadığımı söylemiştim değil mi? Hani sormuştun ya…” Tanrılar… Elini tutup ayağa kalktım. Kumları işaret etti. “Çöplerini al Marissa.” Geri dönerken yan yana yürüyorduk. İkimiz de sessizdik. “Bir şeye parmak basacağım,” dedi önüne bakarken. “Akrep’in zehri hakkında bilgi edindiğim yıllarda… saçlarımı çoktan kesmiştim.” Benim gördüğüm daha eskiydi. Kendi iradesiyle yaptığı şeylerdi onlar. Yola çıktık. “Öldürmek hiçbir zaman hafiflemez diyorlardı.” diye mırıldandım. “Yalan söylemişler.” dedi karşılık olarak. “O kadar çok can alırsan, o kadar sıradan gelecek. Yoluna çıkan bir engeli ittirmek kadar basit. Kimin canını aldığını bile unutacağın kadar normal.” Bana yan bir bakış attı. “Tabii ben yanılıyor da olabilirim.” “Kimse o kadar kalpsiz olamaz.” O ifadede bir sürü anı gizliydi. “Ne yaşadığına göre değişir. Eminim ki bazı insanlar da sana bu cümleyi kurardı.” “Neden kursunlar ki?” “Ağlamayan bir kız. Her duygusunu içinde yaşayabiliyor, dışarıya asla belli etmiyor. İnsanlar gördüğüne inanır ve sen, duygusuz görünüyorsun. Halbuki beş dakika vakit geçirseler, bu yaptığının daha kötü olduğuna kanaat getirirler.” Haklı olabilirdi. Haklıydı. Keşke cevap verebilseydim. Sadece bir saat önce bunu söylemiş olsaydı kendimi savunmaya geçirmiş olurdum ama yapamıyordum. Aklımdaki unutulmuş hikayeleri bulmaya çabalıyordum. Cellat’la yürüyordum. Cellat. Daha kötüsü, artık Rha. İki yüzyıl öncesinden kalan birisinin adını bilmem için iki neden olabilirdi; dünyaya muhteşem bir katkı sağlamış olacaktı ki bilecektim veya öyle şeyler yapmış olacaktı ki insanlar yapılan dehşeti unutmayacaktı. Düşün. Düşün. Düşün. Tarihler aklımda oynuyordu. Yanılmıyorsam, ruhlarla buluşmasından sonra da şanını devam ettirmiş olmalıydı. Zaten bunu kastetmişti de. Ruhlar hemen o deliliği kıramamıştı, hayır. Üç kardeşle birlikte, aynı rolü oynamayı sürdürmüştü. İçinde Çakal, Kurt ve Tilki’yi taşıyan Cellat… “Neden yüzünde acıyan bir ifade taşıyorsun?” Beni izlediğini bile bilmiyordum. “İstememiştir. O topraklara adım atmayı yani.” Kendi kendisine gülümsedi. “Sakın bunu yapma.” dedi. “Hiçbir fikrin yok.” “Neye dair?” Bana yaklaştığında gevşemek yerine kasıldım. “Kapalı kutuda büyüyen bir çocuk düşün. Pespembe bir dünyada yaşayan birisi. Orada büyüyen o çocuğu Akrep’in yanına atarsan Marissa, zehirden asla etkilenmezdi.” dedi. “Zehir canlandıracak hiçbir duygu bulamazdı.” Kendisini suçlar gibi konuşuyordu. Ama minicik zevkin o tohumlarını da hâlâ taşıyordu. “Cellat… orada ne kadar kalmıştır?” Yürüyüşü sert bir hal aldı. Önüne bakarken çenesi kasıldı. “Haftalarca.” O haftalar zihnindeydi. Halimi fark edince mesafeyi tekrar korudu ve soğuk ses takındı. “Dürüst olacağımı söyledim. Olabildiğince dürüstüm.” “Ne diyeceğimi bilemiyorum.” “Hiçbir şey demene gerek yok.” dedi tapınağa dönerken. “Suratın yeterince belli ediyor.” Hayır, yanlış anlıyordu. Dinlemeyi isteyeceğim şeyler değillerdi elbet ama… ben Cellat’la yürüdüğümü hiç sanmıyordum. |
0% |