@leeseaa
|
Damon Shetaria’nın yükselen savaşçısı, çamurların içinde göğsündeki derin yaraya yumruğunu bastırarak ilerlemeye çalışıyordu. Kaçıyordu ama nereye kadar kaçabileceğini bilmiyordu. Gözü pekti, yığılmaz, yenilmez ve acımasızdı. Ruhları ayırt etmezdi, onları bedenden ayırmak için yoluna çıkmaları yeterdi. Yaşı, dini, ırkı asla görmezdi. Bu yüzden ona Cellat lakabını vermişlerdi. Adını diyarlara duyuran paralı asker, görevini her zaman tamamlamasıyla ünlüydü. Fakat bu kez, canı görevinden üstün gelmişti. Gözlerine giren teri görüşünü kısıtlıyordu. Soğuk sularla ıslandığını hissediyordu. Topallayarak karanlık çalıların içinde geziyor, peşindeki askerlerden kaçmaya çalıyordu. Başaramayacağını biliyordu. Fakat içgüdüleri öne geçmişti, ona koşmasını söylüyordu. Koşamıyordu. Kaval kemiğinden içeri giren dal parçasını çıkarmaya vakti yoktu. Göğsünü yarıp geçen kılıç darbesine karşın hâlâ ayaktaydı. Kolları, bacakları, yüzü, saçları… her yeri kendi kanına bulanmıştı. Avucunu azıcık kaldırdığında parmaklarının arasından kendi kanı kalın iplik gibi aşağı dökülmeye başladı. Küfür savurdu, tekrar yaraya bastırdı. Kılıcının ucu toprağı süpürüyordu. Kolundan bir parçaya dönüşen çeliğin bir değnek görevi göreceğine asla inanmazdı. Sesleri duydu. Dönüp arkasına bakmadı. Aldığı şiddetli nefesleri dudaklarının arasından veriyordu. Ağzında biriken tükürükler bile ona ağırlık yapıyordu. Her saniye canından olduğunu biliyordu. Ormanın içinde izini kaybettirememişti. Bu derin yaralarla saatlerdir yürümeyi başardığı için şaşkındı. Ölümden korkmuyordu, hatta ölmeyi diliyordu lakin ona çığlık atan içgüdüleri karşısında kendi dili bile tutulmuştu. Yaşamayı istediğini bilmiyordu. Parmaklarındaki güç yavaşça kaybolduğunda kılıcı yere düştü. Tüm enerjisini yürümeye vermeliydi lakin ay ışığında bile parıldayacak kandan ipuçlarını arkasında bırakıyordu. Teni karıncalanıyordu, elleri uyuşuyordu ama düşündüğünün aksine bayılmaya yaklaşmıyordu. Kan kaybından ve acıdan sesler duyduğuna inanmaya başladı. Aklı onunla oyun mu oynuyordu? “Daha derine. En derine. İlerle. İlerle. Durma!” Gözlerini sımsıkı kapadı. Bu ses hiç tanıdık değildi. Kafasının içindeki böcekler onu ilerlemeye itiyordu. Ses kahkaha atmak üzere olan bir canavarınkine benziyordu. Ona ilerle ve durma deyip duruyordu. Sonra ses değişti. Aynı hiddette ama bir başkasına ait gibiydi. “Aranan bulunamazsa birbirlerine düşecekler. Bekle. Bırak birbirlerini yesinler. İzleyelim, bölünmelerini bekleyelim! Onlarla oyun oynayalım.” Bu ses daha heyecanlıydı. Onu takip eden iki gözü andırıyordu. Nerede olduğunu asla belli etmiyordu. Düşmanlarını kurnazlıkla kandıracak, hilekâr oynayacaktı. Bu ses öyle bir sesti. Damon delirdiğine inandı. Savaşçı son nefeslerini çekerken orman yolu eğimli bir hal aldı. Gözleri zaten görmüyordu ve o kadar karanlıktı ki sonunda ne olduğunu bilmiyordu. Eğimli yolun tepesinde durdu. Arkasından gelebilecek oka hazırlandı veya kılıç darbesiyle karşılaşacaktı. Emin olduğu tek şey, savaşmadan ölmeyeceğiydi. O karanlık, bir adım ötesindeydi. “Bazen cesaret, aptallıktan doğar. Köre adım atmak, ölümü de getirebilir yaşamı da. Bir adım, bir karar.” Bu ses netti, toktu, emindi. Güven aşılıyor gibi çıksa bile arkasındaki hayvani tutkuyu ve kan kokusunu damakta bırakıyordu. Gülen, kurnaz çıkan ve sonunda emir niteliği taşıyan seslerin aklındaki oyundan ibaret olduğuna neredeyse emindi. Üç farklı ton duyduğuna ve hepsinin başka bir şey istediğinden şüphe duymuyordu ama üçünün tek noktası, aşağı atlaması gerektiğini söylemesiydi. Ormandaki insanlar, hafif konuşmalarla ona yaklaştığını belli etti. Yükselen savaşçı göğsüne koyduğu avucunu uzağa çekti ve parmaklarının arasından akan kana baktı. Ya ölecekti ya ölecekti, başka şansı yoktu. Ama onları yoracaktı. Gerekirse bir saat daha yürümeye onları zorlardı. Nefesini çekti ve kendisini göremediği noktaya bıraktı. Adımını toplayamadı. Eğim o kadar fazlaydı, toprak o kadar ıslanmıştı ki yere düştü. Saniyelerce yuvarlandı ama saatler gibi hissetti. Sanki dünyanın kenarından düşüyor ve boşlukta yol alıyordu. Bedeni bir kayaya çarptığında göğsündeki yara tamamen açıldı. Kanlar, yattığı yere bulandı. Savaşçı kollarındaki son güçle kendisini ittirdi ve sırtüstü düştü. Gökyüzünü gördü. Yıldızlar her yere dağılmış tozlar gibiydi ve ay en ortalarında duruyor, hepsini kontrol ediyordu. O sırada tepesinde uçan üç kuş olmalıydı. Hayır, onlar kuş değildi. Siyah dumanları arkasında yol gibi bırakan ve birbirlerinden asla uzaklaşmayan ışıktan kürelere benziyordu. Savaşçının gözleri yavaşça kapanırken, bedeni artık çektiği acıyı kaldıramamaya başladı. Göğsünden başlayan sızı onu uyuşturuyor, bacağındaki dal parçası onu inletiyordu. Küreler adamın yüzüne doğru yaklaştı. “Emin misin?” “Bize uygun.” “O bir insandan çok daha azı. Çoktan ölmüş, sadece bedeni direniyor. Yaşama tutunmak isteyen son parçası onu bize getirdi.” Küreler tam suratının önündeydi. Sesler ise aklının içindeydi. “İstiyor.” “Hiçbir insan istemez!” “O istiyor… ruhu bizi çağırıyor!” “Bedeni dört ruh taşıyacak kadar güçlü. Zihni de öyle.” Bir küre iyice yaklaştığında kapalı gözlerinin arkasından kara ışığını hissediyordu. Aklındaki ses kurt gibi hırlıyordu. “Söyle insan, istiyor musun?” Ses neyi isteyip istemediğinin detayını bile vermedi. Sadece sordu, savaşçı hem soruyu hem de cevabı kalbinde biliyordu. Sesini çoktan kaybetmişti. Başını görünmeyecek kadar oynatması yetti. “Biz, tekiz.” Ortak düşman, ortak sevgi, ortak intikam, ortak yaşam. Dört ruh, tek son. Üç küre yaşamın son saniyesindeki insanın göğsüne aynı anda hücum ettiğinde ağaçların içini acı ve ihtiras dolu çığlık doldurdu. Menekşe rengi gözler, hızlıca açıldı. Artık o sesler her yerdeydi. Çakal güldü. “Öldürelim! Yiyelim. Yok edelim!” Kurt sızlandı. “Bekle de gelsinler.” Tilki gözünü yummak istedi. “Çok aceleci…” “Ver bana. Kontrolü ver! Senin için öldüreceğim. Seninle öldüreceğim. Gözler senin gözlerin, beden senin bedenin. Arkadan izliyorum. Sadece bir dakikalığına yanına oturmama izin ver ve izle Damon!” Artık adını biliyordu. Artık her şeyi biliyorlardı. Tüm geçmişini gördüler, Damon onların hislerine kucak açmaktan başka çare bulamadı. Onların ruhlarının en derinlerinde saklanan kıvılcımları bile kendi içinde buldu. Çakal ona bağırıyordu. Onun sabırsızlığı, kendi sabırsızlığıyla bütünleşti. “Ver!” Verdi. Menekşe gözlerde girdaplar dolandı. Tilki gibi düşündü, kurt gibi izledi, çakal kadar acıktı. Aşağıya yuvarlanan ve Damon’ın ölüp ölmediğini kontrol etmek için gelen barbar çoktan arkasındaydı. Savaşçının bedeni, düşüncelerinden daha hızlıydı. Döndü, ona kılıç geçirmek için elini kaldıran adamı boğazından yakaladı ve hiç yorulmadan tepeye dikti. Adam, boğuluyor gibi ses çıkardığında Damon’ın gözleri bu kez kendiliğinden parladı. Turuncu bir ışık geçti. Sonra kırmızı. En son sarı. Çakal onun hemen yanından izliyordu. Aklındaki ön koltuğa Damon ile birlikte oturmuştu. Azıcık sıkması adamın boynunu kırmaya yetti. Ne göğsünde ne de bacağında ufak bir acı kaldı. Hepsi yaşadığı patlamayla iyileşti ama beden, hâlâ insan bedeniydi. “Gördün mü? Sana öldüreceğimizi söyledim.” Üç savaşçı daha göründüğünde Damon kafasını yana yatırdı ve onların koşuşunu izledi. “Bizim bedenimiz.” dedi Kurt. “Bizim aklımız.” dedi Tilki. “Yaşat bizi.” Zihnindeki her boşluk kapanmaya başladı. Savaşçı onları ruhları ruhuna karıştığı için tanıdı. Her özellikleriyle, her zehirli düşünceleriyle birleşti. Damon artık karınca gibi gördüğü askerlere bakarken tebessüm etti. “Biz tekiz.” |
0% |