Yeni Üyelik
4.
Bölüm

4. Bölüm

@leeseaa

Tanrılar, ruhlar veya beni dinleyen kim varsa… “Lütfen yardım edin!” Bunca yıl sonra onlara seslendiğim için yolumu aydınlatmak yerine karanlığa boğmayı tercih etmiş olmalılardı çünkü olan buydu, önümü göremiyordum.

Koşuyordum, kaçıyordum ama nereye kadar kaçabilirdim ki?

On dokuz yaşında olabilirdim ama bedenim yetmiş yaşındaki bir adamınki gibi çalışmaya başlamıştı. Bu kadar çabuk yorulmamalıydım, ben iyi bir koşucuydum. Belki de sorumlusu bacaklarıma dolanan kabarık eteğimdi. Üzerime aldığım post da olabilirdi. Ağırlık yapıyordu.

Tanrılar aşkına, bu postu geceleri giymemiz kimin fikriydi ki?

Üzerime kuzular üşüşmüş gibi hissediyordum. Kabarık ve pamuk gibi olan post kesinlikle kendi paramla alabileceğimden daha görkemliydi ama leş gibi kokuyordu. Elbette göz boyayan ve vay canına dedirtecek bir şey değildi. Boğazıma sincap taksam, bu daha gösterişli olurdu çünkü şimdi pamuklar tarafından boğuluyordum. Üşümemi bile engellemiyordu. Titreme sebebim soğuk değildi aslında, hareketlerim ve başıma gelecekleri düşünmekti.

Koşarken bir taşa takıldım. Yüzüstü yere yapıştım. Omuzlarımdaki beyaz bulutlarım kahverengiye boyanırken çamurların içinde üç tur yuvarlandım. Ayağım burkuldu, ellerime bir şeyler battı ve daha önemlisi, ağzımdan içeri pis su girdi.

Öğürdüm. “İğrenç.”

Çamurun içinden kalkamadım, ellerim kayıp duruyordu. Sarı buklelerim gözümün önündeydi ve uçlarından çamur damlıyordu. Kıvırcık saçlarım -eğer ölmezsem- asla açılmayacak kadar düğüm olmuştu. Tam toparlanmıştım ki diğer taraftan gelen sesleri duydum. Birkaç adam tıpkı benim gibi nefes nefese kalmıştı ama sebebi hızlı koşmaları değildi, alkole boğulan bedenleriydi.

Göğsümü çamurdan kaldırdım, ellerimin üzerine durdum. Çamur yüzümden akıyordu, gözlerime giriyordu. Arkamdalardı. Beş kişi, belki ikisi yorulup kovalamaktan vazgeçmişti.

İyice yaklaştılar. Kalkıp devam etsem bile birisi saçımı tutup beni kendisine çekerdi, lanet olası bacakları çok uzundu.

Vazgeçmedim. Kalkmaya çalışırken avuçlarım kaydı, bir daha kapaklandım. Suratımı çamura gömüp çığlık atacağım sırada pislik içindeki iki çizme suratımın önüne sakince adım attı.

Kahverengiye boyanan suratımı santim santim kaldırdım. Onlardan birisi sandım ama hayır, bu kıyafeti tanımıyordum. İlk önce uzun bacaklarını gördüm. Sonra heybetli, iri, savaşçılara yakışacak derecede sert ama asla hantal görünmeden gövdesi… Siyah kınlı kılıcının üzerine elini koymuştu. Azıcık daha kafamı kaldırdım ve yağmurdan ıslanan siyah saçları enteresan gözlerinin üzerine düşen herifi gördüm.

Evet, onu tanımıyordum.

Ama fena bir şeydi.

Kaşını kaldırıp başını yana eğdi. Eşkıya mıydı? Beni kovalayan eşeklerden de olabilirdi. Veya bir katil, tecavüzcü, yamyam, herhangi bir şey…

Peşimden koşanlar da öyleydi.

Adam bana fareymişim gibi bakıyordu. Şöyle bir süzdü, yüzü değişti. Omuzlarımı örten beyaz pamuklara -artık beyaz değillerdi- baktıktan sonra bacaklarımın tepesine çıkan eteğe göz değdirdi. En son saçlarımda durdu. Kesinlikle tepemden çıkan antenleri andırıyorlardı. “Çikolataya veya boka bulanmış bir kuzuya benziyorsun.” Çenesi hızlıca birbirine vurdu. Şaşırmış gibiydi. “Kuzu mu dedim ben?”

Fırladım.

O sırada çamurun öteki tarafına o beş beden ilişti.

“Kocacığım!” Hiç tanımadığım adam bana gözlerini kocaman açıp bakarken çamurlu halde kollarımı kaldırdım. Topuklularımdan dolayı ayağım tekrar kayıyordu, son anda toparladım. Bu adamın yanına geçerken ona sarılacak gibi görünüyordum, aslında planım buydu ama bakışından ötürü son anda vazgeçtim. Hemen yanına yöneldim ve muhtemelen beni ikiye yarabilecek uzun parmaklarından birisini canımmış gibi tuttum. Serçe parmağı avucumun içindeydi ve koparacakmış gibi tutuyordum.

Adam bana aval aval bakıyordu.

Karşımdakiler de öyle.

“Yalvarıyorum yardım et.” dedim dudaklarımı pek kıpırdatmadan. “Ve lütfen sapık olma. Her türlü sapıklarla uğraşıyorum zaten.”

“Kafan mı güzel?”

“Henüz değil.” Ona sokuldum. Devasa bir şeydi. Kılıcı tutuşundan bile can almaya meyilli olduğu belliydi. Ayrıca deli gibi görünmüyordu ama hangi deli, deli gibi görünüyordu ki? Koluna girdim. “Her yerde seni arıyordum hayatım!”

Bu yaptığım sonum olabilirdi.

Aslına bakılırsa Ruhsuz Kasaba’da on dokuz yaşımı görmem bile mucizeydi.

Karşımızdaki beş kişi hareketlenince yanımdaki devin ilgisi oraya kaydı. O beş kişi benim kocamı aramadığımı gayet iyi biliyordu çünkü yarım saat önce onlara bira dolduruyordum. Eşim beni bekliyor dememe rağmen rahat bırakmamışlardı ve şimdi buradaydık.

Bir tanesi öne çıktı.

“Kolumu bırak.” dedi dev.

Daha sıkı tuttum. Hatta tırnaklarımı geçiriyordum. “Bana yardım edersen sana ömür boyu bedava içki veririm.”

“İçki falan istemiyorum. Bırak beni.” Ona yapışan kertenkeleymişim de beni itekleyecekmiş gibi görünüyordu.

Kolunu çekmeye çalışması sergilediğim oyuna hiç uymuyordu. “Lütfen.” dedim ona yapay bir halde gülümserken. “Yalvarmamı istersen yalvarırım ama şu an buna vakit yok. Kurtar beni.”

Göz göze geldik. Tanrılar aşkına, bu gözler de neydi? Menekşe rengi. O kadar insanla tanışmış olmama rağmen gördüğüm en güzel gözlerin gümüşe kaçan mavi olduğuna inanırdım. Meğer değilmiş.

Esmer teni, siyah saçlarıyla çok güzel bir tezat oluşturuyordu.

Ayrıca göz devirecek gibi duruyordu.

“Hiçbir eş, karısının öylesine bir tavernada çalışmasına müsaade etmez. Buraya gel ve o adamı bırak.”

Karşımızdakiler konuşuyordu ama o adam hâlâ bana bakıyordu. “Ne yaptın Kuzu?”

Onları görmezden mi geliyorduk? Plan bu muydu? Pekâlâ. Öyle yapabilirdim.

“Kıçımı elledi, yapmamasını söyledim. Bir daha elledi ve ben de tepsiyi suratına geçirip koşmaya başladım. Tavernada çalışıyorum.”

Adamın dudakları kahkaha atacakmış gibi açıldı, sonra birbirine bastırıp engelledi. “Şu adamın suratına tepsi mi geçirdin?” İnanmadı çünkü o adam da en az onun kadar uzun ve yapılıydı. Ama geçirmiştim. O sırada oturuyordu ve neredeyse yüz yüzeydik. O devasa tepsiyi burnuna yediğinde çıkardığı ses muhteşemdi.

“Saçlarındaki tavuk kalıntılarını hâlâ görebilirsin… kocacığım. Karının kıçını ellediklerini söylüyorum. Acaba gitsek mi?”

“Şu saçmalığı kes!” Adam bağırdığında bu kez kafalarımız ona döndü.

Sanırım deli gibi görünen bendim. En azından bu adam beni deli sanıyor olmalıydı. Lakin onun da pek bir farkı yoktu, ifadesinde gitmeyi dilediğini göremiyordum. Daha çok… eğleniyor gibiydi.

Adamalardan birisi yaklaşmak için bir adım attığında sevgili kocam kabzayı daha sıkı kavradı. Bakışlar kılıcına kaydı. Kılıçtan anlamazdım ama güzel bir şeye benziyordu. Bu fakir herife uyan bir tarzı yoktu.

“Kızı bırak.”

Karımın kıçını mı elledin?” O kadar saçma bir şekilde telaffuz etti ki daha önce karım kelimesini kullanmadığı çok belliydi. Ağzına çok yabancı kalmıştı.

Karşımızdaki adam da fark etti. “O senin karın değil. Şu an karşısına çıktın. Bela istemiyorsan onu bırak. Kızla birlikte tavernaya döneceğim. Ona dokunmayacağım.”

“Henüz…” Arkadan bir yerden mırıltı geldi.

Kocama daha çok sokuldum.

Kocam gülüyordu.

“Elbette.” demesini beklememiştim. Elimi bıraktı. Avucunu sırtıma koyup beni iteklediğinde sendeledim ve yere yapışmamak için kollarımla daireler çizdim. Son anda çamura düşmekten kurtuldum.

Elbette mi!

Adam beni yakalamak için bir adım daha atarken sahtekâr kocam bir daha konuştu. “Ama onu alırsan sana söz veriyorum, beşinizi de parçalara ayıracak ve hepinizin uzuvlarını farklı ağaçlara bağlayacağım. Domuzlar veya kurtlar sizin parçalanan bedenlerinizle ziyafet çekerken ben şu kızın tavernasında bedava biramı içeceğim.” Bana gelen adam da tıpkı benim gibi nefes almayı bırakarak başını ona çevirdi.

Kocam deliydi.

Ayrıca blöf yapıyor gibi konuşmuyordu.

Haydi ama… beş kişiyi doğrayamazdı.

Yoksa doğrar mıydı?

Ben inanıp inanmamakta güçlük çektim ama bu eşkıyalar göz korkutmaya çalıştığını düşündü. Saçımdan yakalamak isteyen adam kahkaha koydu. “Beşe bir.”

“Daha kötüleriyle karşılaştım.” dedi. Kıpırdamıyordu ama sesi yanımdaymış gibi çıkıyordu. “Denemek istersen tam olarak burada duruyorum. Ama ağaçtan sallandıracağımı söylediğim kısımda çok ciddi olduğumu anlasan iyi edersin. Hem de seni öldürmeden kollarını kesmeye başlayacağım.”

Ne kılıcını çekti ne de fevri bir harekette bulundu. Bakışı ve sesi korkutmaya yetti.

Bekledi. Ofladı. “Tamam, sonuncuyu ellerimle parçalayacağım.” Ah, tanrılar… bu manyağın tekiydi. Beni tutmak için elini kaldıran adam bu kez hafifçe geri gitti. “On saniye sonra ilk ağaca seni asacağım. Dokuz, sekiz…” Durdu. “Hâlâ karşımda duruyorsun pislik. Yedi, altı…” Beş dediğinde yanıma doğru bir adım atıp mesafemizi kapadı, aynı zamanda kılıcını hafifçe çekti. Kılıç karanlıkta bile parlıyordu ve kan lekeleri olduğu barizdi. “Kaçacak mısın? Kaçmamanı rica edeceğim. Günlerdir canım çok sıkılıyor.” Gözünü kıstı, sanki bir şey dinliyordu.

Kuş mu cıvıldıyordu? Ben duymuyordum.

“Bir kere daha düşündüm de… kaçman hoşuma giderdi.”

İşte bu adım kelle kesmeye yönelikti. Önüme geçti, kılıcı yarıya çekene kadar beş adam cesaretlerinin son kırıntısını kaybetti -bir kişiyle karşı karşıya olsalar bile- kaçmayı uygun gördüler.

Alnımdaki çamurlu teri elimin tersiyle sildim. İçimdeki çılgın ses kaç! diye bağırıyordu.

Adamlar gidene kadar ağzım açık arkalarından baktım, sonra ay ışığının altında yürüyen ölüm gibi görünen herife yutkunarak baktım. “Peki, teşekkür ederim. Görüşürüz!” Tam arkamı dönmüştüm ki koca parmakları bileğimi yakaladı. “Seni pis canavar! Onlardan birisi olduğunu bilmeliydim. İyi niyetli değildin. Bırak beni domuz!” Çırpınışlarım yavru serçeninki kadar çaresizdi, adam beni sadece tutuyordu.

Bıraktığında kıçımın üzerine düştüm.

Aşağıdan ona baktım, tepeme dikildi. “Sen ne tür bir manyaksın? Sevgili sahtekâr karıcığım, yeni tanıştığın ve az önceki tehditlerini dinlerken gerçek olduğunu fark ettiğin, psikopat olduğunu düşündüğün bir adama domuz dememelisin.”

Sözlerini takip edemedim. “Hastalıklı düşüncelerin yok mu?”

“Tabii ki var ama sanırım düşündüğünden farklı.”

“İffet düşmanı bir adam mısın?”

“Hayır.”

“Yamyam mısın? Bu sıralar duyulan bir olay.”

“Soğuk kışta, yiyecek hiçbir şeyim yoksa yaşayan herhangi bir şeyi yaşamak için tüketebilirim. Buna hayatta kalmak denir.”

“Ölmeyi tercih ederim.”

Yarım ağız güldü. “Güven bana… etmezsin.” İçimden canavar çıkacağına ve yaşamak için öldüreceğime emin gibi konuşuyordu. Gözlerindeki o kıvılcımı görebiliyordum. Sanki insanların açlıkla delirmesi onu eğlendirecekti. İçlerindeki farklılığı görmeye can atar bir hali vardı.

“Duygusuz bir katil olduğunu düşünüyorum.”

“Haklı olabilirsin ama kendimi yoracak havada değilim.” Pisliğin içindeki oturuşumu iyice inceledi. Kaşını havaya kaldırdı, değerlendirme yapıyor gibiydi. “Kuzu,” Parmaklarını çenesinde gezdirdi. “Aslında riske atmamak çok daha mantıklı olurdu.” Benimle konuştuğunu hiç sanmıyordum.

Sapık olmayabilirdi ama kesin deliydi.

Bir dizini kırıp önüme çöktüğünde geri geri sürüklenmeye hazırdım. “Bana soğuk bira verecek misin? Az önce söz verdin. Eğer iyi bir içkiyle tavlamaya çalışacaksan seni güvenle tavernana götüreceğim.”

“İçkimiz eşek sidiğiyle yarışır ve hiç soğuk değil. Ama ağırdır. Ben evime gidiyorum. Taverna buradan dümdüz on beş dakika yürürsen karşına çıkacak. Beni Marissa yolladı de, bir bardak içkiyi hemen ikram ederler.”

Dudağının kenarı hafif kıvrıldı. “Hayatının bedeli bir bira mı yani? Çok ucuz.”

İşte şimdi korkabilirdim çünkü sesi hiç hoş değildi. “Ne istiyorsun?”

“Bir yatak. Sıcak duş. On iki saatlik uyku. Yemek. Tercihen et.”

“Harika. Bunları bulmakta ve keyfini çıkarmakta sana bol şans diliyorum.” Tekrar gitmeye yeltendim ama omzumdan bastırıp beni geri oturttu. Gözüm seğirdi. “Buralı değilsin.” Başını iki yana salladı. “Ve bir evin yok.” Tekrar. “Bunları sana verecek birisi de yok.” Şimdi bakışı değişmişti.

“Aslında var. Tam karşımda, bokun içinde oturuyor.”

Çevreme bakındım. “Burada benden başka kimse yok.”

“Düzeltiyorum, bokun içinde oturan ve yemek vermediği takdirde lezzetli bir şeye dönüşecek birisi bana istediklerimi verecek.”

Başımı azıcık geriye attım. Hemen ondan uzaklaşasım gelmişti. “Ah, tanrılar… yoksa Çakal’a mı tapıyorsun?” dediğimde kaşı kalktı. “Yamyam olmadığını söyledin ve hatırladığım kadarıyla o korkunç Çakal’a tapan herkes bir zamanlar birbirini yemişti. Bu saçmalığın içinden çıktıysan beni hemen öldür, sonra ye.”

“Saçmalık dediğin Çakal mı?”

“Tüm ruhlar, sersem.”

Öylesine şaşırmıştı ki hemen konuşamadı. “Ruhlara inanmıyor musun?”

Neredeyse kahkaha atacaktım. Neredeyse. Çünkü manyak olabilirdi, kendimi tutuyordum. “Ruhlar saçmalıktır. Aynen, yılan yeryüzüne indi ve dereleri, çayları yarattı. Tepemdeki ay kurdun ve güneş de tilkinin gözü, Çakal da onları dengede tutuyor. Söylesene, kurt doğduğunda ona tapan insanlar geceleri uluyor mu? Muhteşem saçma.”

“Yani ruhlar gerçek değil?”

“Tabii ki değiller.” Yavaşça ayağa kalktım. “Bir zamanlar gerçek olsalar bile artık değiller.” Var oldukları su götürmez gerçekti. Şimdi neredeydiler? Yoklardı. Bence hepsi kaybolmuştu veya buharlaşmıştı. “Ama ciddiyim, Çakal’a tapan o manyaklardan birisiysen…” Belindeki kılıcı gösterdim. “Beni şuracıkta öldür.”

Şimdi ben ayaktaydım, o dizini kırmış bekliyordu ve demin durduğum yere bakıyordu. Azıcık gülümsedi, hemen yok etti. “Çakal’a tapmadığıma garanti veriyorum. Kurt ve Tilki de…” Elini salladı. “En az Çakal kadar saçma.” Tam mesafeyi açtığımız için sevinirken azıcık eğildi ve koca cüsseyle üzerime çökmüş izlenimi yarattı. Ellerini arkasında birleştirdi. Yüzüme bakıyordu. “Ama canım benim, onlara ayrı ayrı hitap etmemen gerektiğini biliyor olmalısın. Üçü birdir.”

(Kurt: “Dördü birdir.”)

“Benim için önemli değiller.”

Tebessümünde dişleri göründü. “Bir şeye inanacak olsaydın, herhangi bir ruha… bu hangisi olurdu?”

“Koca bir karga. Muhtemelen tepemden uçarken tuvaleti gelirdi ve aşağı bıraktığı koca bok tam kafama inerdi. Sen nerede olduğunu biliyor musun?”

Başını iki yana hayır der gibi salladı.

“Ruhsuz Kasaba. İsmimizle pek övünmeyiz ama burada ruhların adı ancak saçmalamak için geçer. İğrenç bir yer, eşkıyalarla dolu.” Onu süzdüm. “Uğramana şaşırmamak gerekir.”

Gözleri kısıldı. “Bana evini göster.”

“Olmaz.”

“Ya bana evini gösterip önüme yemek koyarsın ya da birden Çakal’a tapmaya başlar ve seni kamp ateşinin üzerine oturturum.” Blöftü.

Evet, öyleydi. Onu tanımıyordum ama bakışlarından okunuyordu. İnsanları okumakta iyiydim.

“Yapmazsın.”

“Belki yapmam ama o beş herife seni teslim etmekten onur duyarım. Belki seni satarım ha? Aldığım ufak bir çeyreklik, iyi bir biranın yanında kızarmış sulu biftek de getirir. Seçim senin.”

Dalga mı geçiyordu, ciddi miydi? Tamam, insanları okumakta iyi değilmişim. Çünkü ya arkama bakmadan koşmam gerekiyordu ya da gülmem. İkisini de yapamadım.

“Adın ne?” diye sordum. Tanıyor muydum? Buralı değildi ama kılıcına bakılırsa asker bile olabilirdi.

“Sana ne?”

Otuz yaşında bir çocuktu. Yani, otuz gibi görünüyordu.

Onunla savaştım. Sadece gözlerimi kullanarak meydan okudum ama kazanan o oldu. Kahretsin! Onu evime götürmeyi istemiyordum. Gece beni boğabilirdi, daha kötü şeyler de yapabilirdi. Gerçi bir çığlığıma tüm sokağı toplardım. Umurlarında olur muydu? Kesinlikle olmazdı. Birisi kollarımı koparıp kasabanın balkonlarından sarkıtsa kimse dönüp bakmazdı.

Yıllardır kimse evime gelmemişti. Gelecek arkadaşım yoktu, orası ayrı.

“Beni öldürmeyeceğine dair söz ver.”

“Sözüme inanacak mısın?”

“Onursuz musun? Ben insanların sözlerine inanırım. Bu yüzden gözlerime bak ve bana yanlış yapmayacağına, yıkanıp, uyuyup, yiyip gideceğine söz ver.”

“Eğer sana her söz verene inanıyorsan, tam bir aptalsındır. Bunca yıl yaşamana şaşırdım doğrusu.”

“Senden özellikle söz istedim, inanmayı seçiyorum çünkü hayatımı belli ölçüde kurtardın.” Pek isteyerek yapmamıştı ama… “beni öldürsen arkamdan kimse ağlamayacak. O yüzden acele et.” Ciddiydim. İlk defa.

O kadar uzun süre baktı ki tenimi titretti. Cidden, gözleri çok güzeldi. “Söz veriyorum. Sana zarar vermeyeceğim.”

Vazgeçirebilir miydim? Kuzenimi görmesini hiç istemiyordum. “Evimde yemek yok.”

“Bul o zaman.”

“Yatak… bir tane var ve o da dolu. Yer hiç rahat değildir.”

“Yerde yat. Yatağını ben alacağım.”

“Ateş sınırlı, yıkanacaksan duş almayı uzun süre beklersin.”

“Zamandan bol neyim var?”

Kahrolası!

Kafamda bir şeyler ararken o beklemekten sıkıldı. Elbisenin göğsüne parmaklarını sokup beni kendisine çektiğinde ona doğru resmen uçtum. Burun buruna kaldık. Sıcak nefesi üzerime düştü. Biraz daha kaldırırsa ayaklarım yerden kesilecekti ve çamura bulanan memelerime nasırlı parmaklarının değmesi onu tekmelemek istememe sebep oluyordu. Fakat o, bunu fark etmemiş gibi yüzümü inceliyordu.

Aşağıdan yukarı, yukarıdan aşağı… Neydim ben? Bir bok böceği mi?

“Bahanelerini sıralamaya devam edecek misin? İnsan derisinin çok sıcak tuttuğunu duymuştum ve şansa bak, deri nasıl yüzülür biliyorum.”

Gözüm karardı.

“B-ben… Ş-şey… aslında,”

“Kelimeleri kullan.”

Kafamı salladım.

Duyamıyormuş gibi kulağını ağzıma yaklaştırdı, hâlâ beni aynı şekilde tutuyordu. “Ne dedin Kuzu? Anlayamıyorum ve hiç sabırlı bir adam değilim.”

“Ta-taverna!” Bağırdığımda beni bıraktı. Topuklarıma geri inerken kafamı onun göğsüne çarptım. Neydi bu herif? Kaya mı? Alnımı ovuştururken başımı geri attım. “Tavernada sana yemek yedireceğim.”

“Sonra evine gideceğiz, bir gün misafirin olacağım, bana çok iyi bakacaksın ve karşılığında seni öldürmeyeceğim.”

“Ve hayatımı kurtarmanın borcu kapanacak.”

“Nasıl bakıldığıma göre o iş değişir.” O borç iki gün boyunca kapanmazsa kuzenimi ona yemek diye bırakır ve tavernada uyurdum. “Marissa,” Adımı söyleyince çamurları didiklemeyi bıraktım. “Anlaştık mı?”

“Anlaştık…” Adını söyleyip söylemediğini düşündüm ama demin sana ne demişti. “Seni tanıyorum değil mi? Aranan katillerden birisi olduğuna kalıbımı basarım.” O katillerin suratlarını incelemezdim bile çünkü Ruhsuz Kasaba’ya hep uğrarlardı, ben de korkmamak için o listelere asla bakmazdım çünkü onlardan birisine manyak olduğunu bile bile içki götüremezdim.

Dev savaşçı beni izledi, inceledi.

(Tilki: “Adımızı biliyor mu?”)

(Kurt: “Sanmıyorum.”)

Ağzını açıp kapadı, adını bir türlü söylemedi. Hafızasını mı kaybetmişti acaba?

“Rha.” deyiverdi, sonra gözünü kısıp bekledi.

Bende beyninde ufak sorunlar vardı. “Tamam, Rha. Bana söz verdin, zarar vermek yok.” Çamurun içinde döndüm. “Taverna şu tarafta.”

Onu tavernaya götürürsem en azından Adele yanımda birisinin olduğunu görür ve sabaha benden haber alamazsa evime bakması için Eren’i yollayabilirdi.

Bu herif hâlâ tepki almayı bekliyormuş gibi izliyordu. Sonunda peşime takılmaya karar verdi.

Yan yana yürüyorduk. Bu yüzden kılıcını tuttuğunda dört parmağının dördünde de farklı semboller olduğunu fark ettim. Dövme gibi duruyordu. Hiçbir üst sınıf veya kıdemli asker, dövme yaptıramazdı. Kıtanın bu tarafında kural buydu ama Rha kıtanın bu kısmına ait gibi de görünmüyordu.

“Aptalca bir şey düşünmüyorsun, değil mi Kuzu?” Kılıcına bakıyorum sandı. “Çünkü tavsiye etmem.”

Titreyerek başımı salladım. Hem korkutucuydu hem de benimle eğleniyormuş, aslında zarar vermeye niyeti yokmuş gibi görünüyordu.

“Güzel.” Önüne döndü. “Acele etsen iyi olur. O bifteği hemen istiyorum.”

Loading...
0%