Yeni Üyelik
5.
Bölüm

5. Bölüm

@leeseaa

Tavernanın arkasında ıslak bezlerle temizlenebildiğim kadar temizlendim. Saçlarımdaki çamurdan tam olarak kurtulamadığım için topladım, yüzümü iyice yıkadım. İçerisi hâlâ çok kalabalıktı ama çalışma saatlerim bitmişti. Kimseyi telaşlandırmak istemediğim için Adele’e ne olduğunu anlatmayacaktım. Şansıma, Eren de o da içerideki tantanayla uğraşıyordu.

Eşikten onu gördüm. Koca cüssesiyle tavernaya uyum sağlamıştı ama bir şekilde kendisini belli ediyordu. Rha, buraya uğrayan profilin bir benzeriydi lakin onda bir şey vardı. Göz ucuyla süzsem bile bir anlığına duraksamama sebep olacak bir şey.

Karşısına dikilip bomboş tabağına baktım. İçeri girdiğim an çalışanlardan birisine masaya koca bir biftek yollamalarını söylemiştim. Muhteşem lezzetli değildi ama onun için iş görecekti. Ben çıkana kadar hepsini bitirmiş, birasının son yudumlarını içiyordu.

Kafasını kaldırıp menekşe gözleriyle bana baktı. “Kaçtığımı mı sandın?” dedim karşısına geçerken. Sözümü tutmazsam burayı yakacakmış gibi görünüyordu, halbuki böyle bir tehditte bulunmamıştı. Tavernamız sağlamdı, çalışanlarımız da öyle, dövüşmeyi bilirlerdi.

Neden içimdeki o ses dövüşmek hiçbir işe yaramaz diye bağırıyordu?

Arkasına yaslandı. “Seni bulurdum.”

“Nasıl bulacaktın? Burası çok karışık bir kasaba.” Önündeki sandalyeyi çekip oturdum.

Dudağı bir sürü sır barındıran şekilde hafifçe kıvrıldı ama hemen yok etti. “Av.” Tekrar öne eğildi, parmaklarını çenesinin altında birleştirdi. “İyi bir avcıyım.”

“Oradan bakıldığında hayvan gibi mi görünüyorum?”

“İnsanlar da hayvandır Marissa ve ben çok iyi iz sürerim.” Baştan aşağı süzdü, kaşları hafifçe çatıldı. “Veya izlemek istediğim kişi bir şekilde bana gelir.”

“Bunu nasıl beceriyorsun?”

“Nasıl oynayacağını bilirsen çok kolay.” Kafasının yanını işaret etti. “Kurnaz düşün.”

“Kuralına göre oynamadığını tahmin etmeliydim.”

“Keyfime göre. O an ne istersem o şekilde. Planlı gitmek mi istiyorum? Çıldırmış bir halde avlamak mı? Yoksa avın bana kendi ayaklarıyla gelmesini mi? Her şekilde celladı olacağım.”

Korkmalı mıydım? Evet, korkmuştum. Hem de onlarca tehdide kıkırdayan birisi olarak tüylerimi kaldırmayı başarmıştı. Ama yine o kıkırdamayı gösterdim. Gerçi fazla sahteydi.

Masaların arasında dolaşan ve benim gibi beyaz -bir zamanlar beyaz- elbiseli kadınlara göz gezdirdi. “Bir bira daha içebilirim.”

“Çalışma saatlerim bitti.” diye mırıldandım, ona hizmet etmeyecektim. Evime götürmeyi bekliyordum.

Evime.

Lanet olsun!

Gözünü gözüme diktiğinde iç geçirdim ve sandalyede dönüp birisinden bira getirmesini rica ettim. Garip bakışlara maruz kalsam da baş salladılar lakin işin kötü tarafı, birayı getiren Eren’di. Tepemde dikilirken bir bana bir de karşımdaki adama baktı. Kaşını kaldırdı, benim içmeyeceğimi tahmin ederek birayı ortaya bıraktı.

“Her şey yolunda mı?”

Rha’nın suratına bakıyordum, o da benim suratıma bakıyordu. Gülümsemeye çalışarak “Tabii.” dedim ama çok yapaydı. Eren göz temasını kesmediğimizi fark etti.

“Seni rahatsız mı ediyor?”

Rha kıkırdayacak gibi oldu, ben kaş çattım. Hâlâ bakışıyorduk. “Ne zaman beni rahatsız eden birisinin masasına oturdum?”

“Tehdit hüküm sürer. Adele’i çağırayım mı?”

“Hiç gerek yok. Bu… Beyefendi misafirim.” Beyefendi mi? Tam tersi. “O da zaten birazdan gidecek.”

Rha, Eren’in duyamayacağı şekilde “Seninle.” deyince hiç tanımadığım bir adamın beni sinir krizinin eşiğine getirmesine izin vermedim. Eren bize bir tur daha baktı, iyice garipsedi ama sonra arkasını dönüp gitti. Rha istifini hiç bozmadı. “Senden çok hoşlanıyor.”

Omurgamdan dikleştim. “Ha?”

“Arkadaşın, abayı yakmış.”

“Eren mi?” dedim hayretle. Az kalsın arkasından bakacaktım. Dudaklarımla puf sesi çıkararak gülmeye kendimi zorladım. “Yıllardır buradayız. İkili ilişkiler hakkında pek bir şey bildiğin yok sanırım. O sayılı arkadaşlarımdan birisi ve şunca yıl kimseyle oturmadığım için endişelendi.”

“Öyle diyorsan öyledir Kuzu.”

(Çakal: “Öldür onu! Kâhinin sözleri aklıma geldikçe, bu kızı yemek istiyorum. Yiyelim!”)

Rha arkasına yaslanırken birayı kendisine çekti. “Ne zamandır buradasın?”

“Sohbet etmek mi istiyorsun?”

“Sindirirken zaman öldürüyorum. Suspus oturmamızı mı istersin?”

“Anlaşmamız bu şekilde değildi. Seni besleyeceğim, uyutacağım, bebek gibi bakımını yapacağım ve bırakacağım.”

“Emzirecek misin?” Sorusuna karşı kaşlarım öyle bir tiksintiyle kalktı ki onun da gülesi tuttu.

“Sapık olduğunu biliyordum.”

Kısa bir kahkaha attı. “Sana olmadığımı söyledim.” O sırada yanımızdan Idyl geçti. Kalçasını sallaya sallaya yürüdü ve bir adam onu çağırınca bacağına oturdu. Rha bana çenesini eğip baktı. “Olsaydım, şu an seninle değil, onunla oturuyor olurdum.”

“Idyl çalışıyor.”

“Sen de mi bu şekilde çalışıyorsun Kuzu? O zaman neden seni kovaladılar ki? Mesai saatleri içinde olmadığın için mi?”

Çok soru soruyordu. Çok konuşuyordu.

Ama sesi sorguya çekiyor gibi sertti. Espri yaptığını iddia etse bile öyle bir izlenim vermiyordu.

Sesi… Evet, bir haykırışla tüm orduları hazıra sokacak kadar sertti. Bunu bilerek yaptığını sanmıyordum.

“Ben sadece içki servisi yaparım.” Arkamda ezbere bildiğim tezgahları işaret ettim. “Yerim orası ve masalar arasındadır. Hiç oturmam.”

“Nasıl bir yerde çalıştığına baktın mı hiç?” Her yer fahişelerle doluydu. Ben de biliyordum. Ayrıca çoğu yakın arkadaşımdı. Bazen çekilemeyecek kadar sarhoş oluyorlardı.

“Baktım, yıllardır buradayım. Dokuz yaşımdan beri.” Nedensiz öfkem meydana çıkıyordu. Hayır… sebebi belliydi. Evimi bana kötülüyordu. “Adele tavernanın sahibidir ve bir kere bile istemediğim hiçbir şey yaptırmadı. Burası genelev değil, Rha. Burası sıradan bir taverna. Yolculukların dostu, insanların uğrak yeri ve genellikle orospu çocuklarına hizmet ederiz ama hizmet hizmettir ve onlar sessiz oldukça Adele de sessiz olur.”

“Seni o mu koruyor?”

“Beni korumasına artık ihtiyacım yok ama evet, o koruyordu. Bana iki seçenek sundu ya içki götür ya da biralarıma elini sürme. Eğer biralarımı ve tabaklarımı taşırsan, ben de kimsenin el sürmediğinden emin olacağım dedi. On yıldır dediğini yapıyor.”

“Ruhsuz Kasaba’da olduğumu söyledin. Buranın bir itibarı var, Marissa.”

Adımı çok enteresan telaffuz ediyordu.

“Eğlence ve dinlenme noktası. Kimin neye taptığı, hizmet ettiğini umursamayan bir kasaba. İçeride ruh yok, din yok, krallık ve bağ yok. Herkes aynı derecede kokuşmuş ve bizim işimiz bunun devamını sağlayıp iyi hizmet etmek.” Tabağını gösterdim. “Hizmetini aldın.”

“Henüz tamamlanmadı.” Anlaşılan o birayı bitirene kadar ben burada esirdim. Belki o zamana kadar vazgeçer ve evime adımını atmazdı. “Ruhsuz Kasaba’nın ne olduğunu biliyorum, sadece nerede olduğumu bilmiyordum.” Gittiği yola hangi deli bakmazdı ki? “Bana kendinden bahset.”

“Sana kendimden mi bahsedeyim? Niye bunu yapayım? Bir daha seni görmeyeceğim.”

“Belki de sıradan bir kasabanın sıradan tavernasında çalışan sıradan bir kız ne yapıyor merak ediyorumdur?”

“Eminim benden daha eğlenceli hayatlar görmüşsündür.” Aynı şekilde bakmayı sürdürdüğü için anında pes ettim çünkü o etmeyecekti. “Ne bilmek istiyorsun?”

“Nasıl olur da bir insan Tanrılara dua etmek amaçlı ruhlara seslenmez ve onlara inanmaz? Ruhsuz Kasaba’da bile herkes ruhlara inanıyordur, sadece kapı dışında bırakıyor olmalılar.” Doğruydu. Hepsi inanır ama konuşmazdı. Hatta Eren’in denizatıyla ilgili çılgın fikirleri vardı.

“Buradan sonra Kızıl Şehir başlar. Onlar gibi boğaya tapındığımı mı söylemeliyim?” Kendime güldüm. “Dünya onun boynuzlarının üzerindedir ve boğa her sinirlendiğinde boynuzunun üzerinde dengede duran dünya sarsılır. Depremi yaratır, tsunamiyi, her şeyi… güneş o döndükçe doğar. Tepsi gibi düz dünyamızın köşesinden yuvarlanırsam onu görür müyüm acaba?” Başımı yana eğdim. “Sence boğa hapşırırsa bizi düşürebilir mi?”

Buna gülmeliydi ama o azıcık tebessüm etti.

“Bilmem.”

Boğaya inanıyorsam, Tilki, Kurt ve Çakal gerçek olamazdı çünkü boğaya göre güneş güneşti ama bize ışığı gösteren oydu.

Rha bana yaklaştı. “Ruhlar dalgalardan doğar.”

“Bunu biliyorum.”

“Dalgalar Girdap’ın içindedir ve Girdap’ın üstünde Tanrılar yer alır. Ruhlar onlar için bir araç. Tanrıları besleyen dalgalardan doğan her bir kıvılcım aslında bir ruhtur. Yalan mı yani?”

İnanışlara göre her bir dalgadan bir ruh doğardı, bazen hiç doğmazdı. Boğa bir dalgadan fırlamıştı, Yılan ve diğerleri de öyle. Sadece Çakal, Tilki v e Kurt’un tek bir dalgadan çıktığı söylenirdi ama bu da mümkün olamazdı. Dalga en fazla bir ruh doğururdu.

Kimin neye inanacağı tamamen kişiye ve coğrafyaya kalmıştı. Başka bir yerde doğsaydım, herhangi bir ruha kendimi adayabilirdim.

Lakin ben Ruhsuz Kasaba’da doğmamıştım.

Bu kadarını biliyordum. Yine de hiçbir şeye inanmıyordum.

“Yalan olduğunu söylemedim. Hepsinin insanları andıran bedenleri var, biliyorum. Yılan’ın çizimlerini göreli çok oluyor. Epalon Ormanı’nın her yerine işlenmiş olduğunu söylerler ve bir müşterim bana çaldığı çizimi göstermişti.”

Yılan dev bir kadın olarak görselleştirilmişti. Bacaklarının üzerinden üç yılan uzanıyor ve beline kadar onu sarıyordu. Çıplak memelerinin arasından bir tanesi başını uzatıyordu. Yukarı kaldırdığı elleri yağmuru çağırıyor gibiydi ve avuçları yılanlarla doluydu, aşağı sarkıyordu. O kadın Yılan’dı. Girdap’ın dışında, insan gibi görünebilirdi.

Çoğu şehirde, hangi ruha aitlerse, onların çizimleri bulunurdu çünkü bahsedilene göre bundan yüzyıllar önce hepsi insanların içine karışmıştı ve kendilerini göstermişlerdi.

“Lafımı çarpıtma. Ben ruhlar yok demedim, hepsi gerçek olabilir. Ben bu zırvalıklara inanmıyorum dedim. Boğanın boynuzunun tepesinde olmamıza mesela. Boğulan insanları denizatı taşıdı ve adalara yerleştirdi, öyle mi? Denizatının neye benzediğini biliyorlar mı ki? Bacakları olan ve su üstünde koşan bir ata hiç benzemediğini biliyorum.” Ama ada halkı kendilerini kurtardığına ve onlara denizin bereketini verdiğine inanırdı. “Ben balık bile yemem.”

Son sözüm onu güldürdü.

“Peki ya onların güç bahşettiğine de mi inanmıyorsun?”

Omuz silktim. “Tartışılır. Yüzyıllar önce yapmış olabilirler. İnsanların içine girip onlara dokundularsa bilemem ama şu an… hayır, öyle bir şey yok. Boğulmadan yüzebilen bir insan bile duymadım. Emin ol, öyle bir şey olsaydı Ruhsuz Kasaba’da konuşulur ve arkasından bol bol kahkaha atılırdı.” Sıra bana geldi. Onu gözlemledim. “Peki ya sen, Rha? Neye inandığını bana söylemedin. Nerelisin?”

Nereli olduğunu söylerse inancını çözebilirdim.

“Uzaklardan.” Hiç yardımcı olmuyordu. Birasından koca bir yudum aldı. Sohbetimiz kısalıyordu. “Bu zırvalıklara inanmıyorum.”

“Boğanın tepesinde değiliz yani?”

“Dünya düz bile değil Kuzu.”

İnsanlığın yarısı dünya düz diye geziyordu, diğer yarısı da karşı çıkıyordu. Bunun tartışmaları çok olurdu ama o sanki dışarı fırlamış ve görmüş kadar emin konuşmuştu.

“Boğulmayan insanlar?”

“Bana birkaç dakika ver, hepsinin boğulabileceğini sana ispatlarım.”

“Ateşi yaratanlar?”

Kahkaha attı. “Kimse ateşi kontrol edemez. Ejderha gerçek olsaydı, o da edemezdi.” Demek ki ejderhanın gerçekliğine inanmıyordu.

“Vahşiler?” Kaşını kaldırdı. Ne demek istediğimi anlamadığını sandım. “Geceleri dönüşenler. Kemikleri kırılan ve ağızları çakala benzeyen, kurtları andıran ve tilki gibi düşünenleri kastediyorum. İki bedenliler.”

Hafif hafif eğildi. Gözleri yeşil gözlerimde çok oyalandı. “Saçmalık.” dedi ama bu kez bekleyerek söylemişti.

(Tilki: “Ayaklarımıza kapanılması bize saçmalık gibi gelmiyor. Hâlâ iyi yalan söylüyoruz. Hoşuma gitti.”)

Rha’nın gözlerinde ufak bir parıltı yakaladım. Memnun gibi görünüyordu. Sanırım kendisiyle aynı fikirde olan kimseyle karşılaşmamıştı.

“Duyduğun en saçma inanış bunlar mıydı?” diye sordu.

“Seninki neydi?”

“Biz gezeriz. Neler gördüğümüzü tahmin bile edemezsin Kuzu.”

“Biz mi?” Ben yanında kimseyi görmüyordum.

Dudaklarına kaldırdığı birayı sorumla birlikte içmekten vazgeçti. “Yanlış söyledim. Bir zamanlar tek değildim.” Hızlıca konuştu. “Kartal.” deyiverdi. “Uçabileceğine inanıp kendisini uçurumdan atan insanlar.”

“Saçmalama.”

“Çok ciddiyim. Gidip kendin gör. Her hafta iki ölü veriyorlar.” Beni gülmekten krize sokması gereken sözcükler farklı etki bıraktı. Gözlerimi hafifçe aşağı eğdim, Rha içimi okumuş gibi sorunu buldu. “Bu kasabadan hiç çıkmadın.”

“Biran bitti mi? Uyumak istiyorum ve yatağımı sana vereceğime göre birçok kez kalkacağım. Yer hiç rahat değil. Erkenden yatsam iyi olur.”

“Bitti.” Bardağı ittirdiğinde yarısının hâlâ dolu olduğunu gördüm. Beni beklemeden ayağa kalktı, başıyla toparlanmamı işaret etti.

Sandalyemi ittirirken tezgahın arkasından Eren’le göz göze geldim. Rha’ya huzursuz bir şekilde bakıyordu. Gözlerimiz buluştuğunda ona bir şey yok der gibi başımı eğdim. Şu güne kadar kimseyle birlikte beni görmediği için Rha’nın beni güzelce tehdit ettiğini sanıyor olabilirdi ama bu tip durumlarda doğruca Adele’in yanına giderdim veya ona söylerdim. Kendi başımın çaresine bakmaya gücüm yetmiyorsa yardım almaktan gocunmazdım.

Ayrıca o Eren’di, ondan asla saklamazdım.

Rha önümde demirden yapılmış gibi yürüyordu. Dönüp bana bakmadı. Karşısına kimse çıkmadı çünkü omuz atıp yolunu tıkayanları devirecek gibi ilerliyordu.

Omuzları, duruşu, yürüyüşü… Rahattı ama aynı zamanda olası saldırıya hazırdı. Bana bakmasa bile arkasından ilerlediğimi bildiğini düşünüyordum.

(Kurt: “Kızı öldürelim.”)

(Tilki: “Bu kasabada çok barınamaz. Gözleri ölü olduğu kadar canlı bakıyor. Kalan yılları kısa olmalı.”)

Rha kapıyı geçti, çıkışta beni bekledi. Başını aşağı eğip kıvırcık ve pis saçlarımı izledi. “Şanslısın.” diye mırıldandı. “Bir gün misafirin olacaksam bir gün boyunca hiçbir pislik rahatsız edemeyecek. Sıcak bir yataktan olamam, değil mi? İsteksiz de olsan… bana iyilik yapanları genellikle öldürmem.”

(Kurt: “Tamam… Haklı.”)

“Bir gün boyunca koruman altında mıyım?” Ellerimi göğsümde kavuşturdum. “Ne kadar da şanslıyım ama! On dokuz yıl boyunca burada tek başıma yaşamamışım gibi!”

(Tilki: “Bu kız bir yalancı. O şekilde hayatta kalmış, hile yaparak, yalan söyleyerek. Kızın gözlerindeki parıltıyı görüyoruz.”)

“Sözlerime pişman etme. Yürü Kuzu. Yıkanmak istiyorum ve doymadım. Bana güzel bir atıştırmalık versen iyi olur.”

(Çakal: “Tercihen kuzu.”)

Rha yürümemi işaret etmeden önce kendi kendisine güldü. Kaç kere daha söyleyecektim bilmiyorum ama yüzde yüz deliydi.

Topuğumda dönmeden önce “Kuzenim evde.” dedim dümdüz bir sesle.

İşte şimdi kaşları çatılmıştı. “Yalnız olduğunu ve ölürsen arkandan kimsenin ağlamayacağını söylemiştin.”

“Yalnızım ama ikincisi yalan. Eren ve Adele üzülebilir.” Döndüm ve sokaktan ilerlemeye başladım. “Onunla bir kelime bile konuşma. Kendi haline bırak.”

“Buna biz karar veririz.” Arkamdan bir şeyler mırıldandı ama ne dediğini anlayamadım, tekrar sormadım da. Rha’nın yürüdüğünü hissediyordum, hemen bir adım arkamdan mesafeyi hiç açmadan geliyordu. Kendimi savunmasız hissettim. Deminden beri onunla oturuyor olsam bile arkamdan yürümesi hiç hoşuma gitmedi. Sanki göremediğim gözler peşimden geliyordu, huzursuz ediyordu.

**

Arkamdaki yabani için fazla minik kaçan evime isteksiz girdim. Omuzlarımdaki ceketi çıkarıp koltuğa fırlattım. Bir yabancı arkamda değilmiş gibi hareket ediyordum. Rha eşikteydi. Küçük, minik ve dökülen bir kulübede yaşıyorduk. Köpek kulübesinden biraz daha iyi durumdaydı.

İlk işim şöminedeki alevi harlamak ve odun atmak oldu.

Rha kapının önünden içeriye bir bakış attı. Onu krallar gibi yaşatamayacağım için ne kadar üzgündüm anlatamam. Tek dileğim, yabancının evimden hiçbir şey olmamış gibi gitmesiydi. Sabah uyandığımda bütün bunlar hiç yaşanmamış gibi kalkmayı tercih ederdim.

Elime bulaşan pisliği ellerimi birbirine vurarak temizledim ve bir kova suyu ateşlerin üzerine yerleştirdim. “Arkadaki ufak bahçede küvet var. Birkaç yıl önce Eren vermişti. Orada yıkanabilirsin.” Belli ki ben yıkanamayacaktım, neyse ki tavernada temizlenmiştim.

İçeri girdi. Kapı arkasından kapandı. Bir eli kılıcındaydı, gözleri ise arkamdaydı.

“Bakma ona.” derken Tristan’ın önündeki kâseyi alıp içeri götürdüm. Rha’nın gözleri hâlâ kuzenimdeydi. Bir battaniye alıp Tristan’ın bacaklarının üzerine sertçe bıraktım. Rha sessizdi, o kadar sessizdi ki sinirleniyordum.

“Neyi var?” dedi kuzenimden gözünü çekmeden.

“Yokmuş gibi davran. Ben öyle yapıyorum.”

Tristan başını bile oynatmıyordu. Bomboş gözlerle Rha’ya doğru bakıyordu ama onu gördüğünü bile sanmıyordum. Şöminenin başındaki koltuk ona aitti. Arada sırada kollarını oynatabiliyordu. Yemeğini ben yokken zar zor yiyordu, genellikle yarısını üzerine dökerdi.

“Konuşamıyor.” dedim. “Görüyor ama anladığını sanmıyorum. Anlıyorsa bile gördüklerini açıklayamaması ne üzücü…” Tristan’ın kumral saçlarına bakarken ürperdim. Rha’nın bunu fark etmemesini umdum.

“Bu koltukta öylece oturup ölmeyi bekliyor?”

“Anlaşılan pek şanslı değil, hâlâ yaşıyor. Krallıktan kaçan, şimdi tavernada çalışan hırsız ben çalışma saatlerindeyken buraya gelir, ona bakar. Üzerini değiştirir, altına pislediyse onu yıkar. Bu ona Adele’in ceza verme şekli, beni de dertten kurtarmak istemesi. Evimde çalınabilecek hiçbir şey olmadığı için onun buraya girmesine izin veriyorum.” Tristan’ın üzerindeki battaniyeyi hızlıca düzelttim. Bir bacağı açıkta kaldı ama umursamadım. Elbisenin omuzlarımdaki parçasını çıkarıp koltuğun tepesine attım. “Bakmayı kes.”

“Böyle yaşayacağına ölmeyi tercih eder.” dedi. Eli kılıcındaydı, içeri girdiğinden beri kabzayı tutuyordu. Gözlerini kısmış inceliyordu. “Onu öldürecek cesaretin yok.”

Ağzımı açıp kapadım. Diyecek bir şey bulamadım.

Konuyu saptırdım. “Doymadığını söyledin ama yiyecek hiçbir şeyim yok. Tavernada yer, eve dönerim. Su birazdan ısınır. Kendin taşı, yeterince yorgunum.” Sesimden de anlaşılacağı üzere sinirlenmiştim.

Rha bir an bana baktı, sonra şöminenin üzerinde duran büyük bıçağı gördü. Hemen Tristan’ın tepesindeydi. Üzerine düşmeyi ve canını almayı bekliyor gibi. Ucunda bir damla kurumuş kan lekesi vardı.

O bıçağa baktı, sanki onunla ne yaptığımı anlamıştı.

Sonra menekşe gözleri bana döndü.

Anlaması mümkün değildi ama bana geçmişi görmüş ve biliyormuş gibi geldi. Tristan’ı öldürmeye yeltenmiştim. Hem de bir kere değil, beş kere. Ama hiçbirinde yapamamıştım. Suratına bakarak küfürler savurmuş, ölmediği için ondan nefret ettiğimi söylemiştim. Aldığım karşılık boş bakışlardı.

Arkamdaki kapıyı işaret ettim. Hemen solundan bahçeye çıkılıyordu. “Şurası benim odam. İçeride yatak var. Ben burada uyuyacağım.”

Evde ilk defa bakışları gezindi. Pencerenin önündeki yırtık koltuğu gördü. Orada uyuyacağıma yerde uyumayı tercih ederdim. Yırtık kumaşları her hareket ettiğimde tenime sürtünüyor ve böcekler tepemde geziniyormuş gibi hissettiriyordu.

Rha kılıcını çıkarıp koltuğun yanına yasladı. “Gerek yok. Odanda uyu.”

Yüzüm ekşidi. “Ah, kendi evimde bana acımış gibi bakma. Alt tarafı beni tehdit ettin ve evime zorla geldin. Bir gün yaşayabilirim.”

Ağzından çıkmasını hiç tahmin etmediğim bir şey söyledi. “Onu öldürebilirim.” dediğinde yerimde donakaldım. “Benim için bir şey fark etmeyecek. Bifteğin karşılığı gibi düşün.”

Gözlerim bir an Tristan’a kaydı. Düşünmek istemiyordum, bunu zamanında çok düşünmüştüm. “Yaşasın. Benim için koltuğumdaki bir fazlalıktan ibaret.”

Aynı zamanda benim için hiçbir değeri olmadığını anladı. Kendime de bunu hatırlattım ama yine de öldürmesini istemedim.

Arkamı döndüm. “Sana koltukla iyi keyifler diliyorum. Fikrin değişir de beni öldürmek istersen bunu uyuduğum sırada yap ve arkamdan onu öldürmeyi ihmal etme.” Sanki sıradan bir sohbetteymişim gibi söyledim. Rahatlığım tüyleri ürpertirdi. “Bahçe temiz su varilleriyle dolu. İstediğin kadar kullan. Beni çamurdan çıkarmanın karşılığı gibi düşün.”

Onu orada bırakıp odama girdim. Her zaman yaptığım gibi ilk işim aynanın karşısına geçmek oldu. Tokalarımı çıkardım, sakinleşen saçlarım omuzlarıma döküldü. Daha önce bir yabancıyı bu şekilde eve almış mıydım? Hayır. Rahatsızlık duyuyor muydum? Oldukça ama düşündüğüm kadar değil. Burada değilmiş gibi davranacaktım. O bir gece uyumak istemişti, ben de borcumu ödeyecektim. Zaten farklı amaçları olsa çoktan bunu yapardı.

Elbisemden kurtuldum. Soyunduktan sonra aynanın karşısından hemen çekildim. İp askılı geceliğimi giydim, yorganın altına yerleştim. Rha’nın bahçeye çıktığını duyduktan sonra gözlerimi yumdum, sesleri kafamda yok ettim.

Uykum derin ve tatlıydı. Her zaman deliksiz uyurdum, istisna geceler beni çok zorlardı.

Sanki tek başıma değilmişim gibi yatakta mışıl mışıl saatlerimi sürdürüyordum.

Ta ki kapım gıcırdayana kadar.

Ancak o içeri girdikten sonra bilincim açılmıştı. Uyumadan önce yaktığım mum son dakikalarını kullanıyordu, odaya ufacık ışık sağlıyordu. Pencereden giren ay ışığıyla birleştiğinde, odadaki hareketliği seçebiliyordum.

Sırf yapabildiği için beni öldürmeyi mi seçmişti? Uyurken yapmasını rica etmiştim ama beni uyandırmıştı.

Dirseklerimin üzerinde doğruldum. Ceketini çıkarmıştı, kılıcı üzerinde değildi. Yıkandığı saçlarından belliydi, pislikten tamamen arınmıştı. Üzerindeki bol gömleğin yakalarındaki ipler iyice açılmıştı, pürüzsüz göğsünün bir kısmını ortada bırakıyordu. Rha, yatağımın başında durup bana bakarken oturdum. Geceliğimin askısı omzumdan düştü. Ne ben konuştum ne de o. Saniyelerce birbirimizi izledik.

Bileğimden tutup beni ağırlığım yokmuş gibi kaldırdığında yataktan fırladım. Yatağın ayakucunda beni doğrulttu. Parmaklarını boğazıma sardı, gözleri yüzümde dolaşırken kendisiyle tartışıyordu.

Kafamı duvara yasladım. Nefeslerim göğsümü şişiriyordu, her seferinde göğsüm ona dokunuyordu. Boğazıma sarılan parmaklar yokmuş gibi “Ne yapıyorsun?” diye sordum.

Menekşe gözlerinden aleve yaklaşmış gibi bir parıltı geçti. “Yaşayıp yaşamamanı değerlendiriyorum.” Elinin altında yutkundum. Bakışları boynuma kadar indi, geceliğimin sımsıkı sardığı göğüslerime anlık dokundu ve tekrar suratımı buldu. “Çığlık atıp yardım çağırmanı bekliyorum Kuzu.”

“Hiçbir işe yaramaz.”

“Korktuğunu görmek istiyorum.”

“Arkamda bırakacağım hiçbir şey olmadığı için korkamama gerek yok.” Belki Eren ve Adele… ama onun haricinde, ruhsuzdum.

Beklediği yanıtları alamadığı için kaşları çatıldı. Parmakları bir an tenimde sıkılaştı, nefesim kesildi. Uzun kirpikleri aşağı kapandı, dudaklarıma baktı. Bir saniye sonra, ağzım onun tarafından istila edildi.

Öpüşmek… tavernadaki misafirlerden birkaçına iyi geceler öpücüğü vermek dışında yaşadığım bir deneyim değildi. Onlar küçük ve merakla verilmiş öpücüklerdi. Gördüğüm şeyleri yaşamak istediğimden kaynaklıydı. Meraktı.

Bu çok farklıydı. Hâlâ boğazıma sarınmış bir haldeyken, dudaklarım sanki ona aitmiş gibi çekiştiriyordu. Beni zevkle değil, savaşarak öpüyordu. Ne yapacağımı bilmiyordum, ne yapmam gerektiğinden bihaberdim. Onu ittirmek için omuzlarına koyduğum ellerim çok hafifti, amacına uygun kullanamamıştım. Dudaklarımı uyuşturan ve şişiren his, göğsümden bacaklarıma kadar aktı. Aklım zehirli bir şekilde ele geçirildi, hiç tanımadığım adamın verdiği savaş hoşuma gitti.

Altdudağımı ısırarak geri çekildi. Başımdan geri bastırdı. “Kuzenin içerideyken, tek kelime edemiyorken bunu yapmak istiyor musun? Çünkü sesini duyacağından emin olacağım.” Cevap veremedim. Hızlı hızlı nefes alıyordum. Bana yaklaştı. Dudaklarımın üzerinde konuşurken göğsüm tamamen ona yapıştı. Kolu memelerimin arasında sıcak bir destekti. “Kesinlikle deneyimsizsin. Kimse böyle öpüşmez. On dokuz yaşında, Ruhsuz Kasaba’da… yeni doğan bir kız.”

İnkar etmedim. Bir şeyi değiştireceğinden değildi, asla nazik olmayacağı görüntüsünden belliydi.

“Seni sikmemi istiyor musun? Nasıl olduğunu öğrenmek istiyor musun?” Ancak başımı sallamaya gücüm yetti.

Öpecekmiş gibi yaklaştığında konuşabildim. “Değerlendirmeni yaptın mı?”

Dudaklarımda tebessüm etti. “Hâlâ değerlendiriyoruz.”

Parmakları sıkılığını kaybetti, bu kez dudaklarımızda tek boşluk bırakmadan öptü. Tereddütlüydüm, beş saniye sonra çekingenliğimi kaybettim. Elimi ensesine attım, beni yaslamasına izin verdim.

Avucu eteğimin altında sürüklendi. Bacaklarımın arasındaki yangını kavradığında parmak ucunda kalktım, ağzımdan daha önce duymadığım ses çıktı, bana ait olamazdı ama öyleydi.

Rha çenemden bastırarak vücudumu inceledi. Başını bana kaldırdığında, bu kez o sarı parlamadan emin oldum. “Yarın attığın her adımda beni hatırlayacaksın. Her yürüyüşünde, hissetmeye devam edeceksin.” Eteğimi kaldırdı. Kalçalarımı okşarken gözlerim kapanıyordu, bu yüzden hayal gördüğümü sandım.

Ama gerçekti.

Şu an karşımdaki şey gerçekti.

Mum ve dışarıdan yansıyan ışık, bana o gölgeleri gördüğümü kanıtlıyordu. Hemen arkasında, ona bağlı bir gölge vardı. İnsan silüetine benziyordu. Rha ile aralarında bir bağ vardı, ip gibi uzanıyordu. Bir adım arkasında, oluşamamış bir insana benziyordu. Simsiyahtı, dumandı, karanlıktı.

O dumanın gözlerinin olması gereken yerde, sarı bir ışık gördüm. Hemen ardından aynı bağlantıyla bir gölge daha oluştu. Bu kez turuncu bir ışık. Üçüncü ise, kırmızı bir saydamlıkla belirdi.

Hayal görüyordum.

Rha parmaklarını içine ittiğinde sürtünmeyle bağırdım. Boğazıma nefesi çarptı. “Seninle ne yapacağız Kuzu?” Tırnaklarımı omzuna geçirdim. Gözlerimi yummak, dokunuşu hissetmek istiyordum ama oynak dumanların hayal olup olmadığından emin olmak için gözümü kapatamıyordum.

Bir an kayboldular, buhara dönüştüler. Sonra tekrar oradalardı. Ama ikisi silindi, birisi kaldı.

Sesini duydum.

Havaya karışan, insanları intihara sürükleyecek bir sesti. Genizden, derin, kahkahası delilere ait olacak bir ses…

Öldürmeliyiz. Ne zaman öldürmekten çekindik?” Yaklaştı. Bekledi. “Temiz bir suratı var. Kirletelim.”

“Ne?” diye mırıltı dudaklarımdan çıktı.

“Çakal’la konuşma.” Rha beni öperken söyledi. Dehşetle ona döndüm. “Çakal karşılık almaktan nefret eder.”

Mum eriyip söndü. Karanlığa hapsoldum.

Rha dudaklarıma kapandığında ona daha fazla bakamadım. Zevk acıya dönüştü, acı beni uyardı.

Uyandım.

Birisi boğazımı sıkmış gibi doğruldum. Sağıma soluma bakındım, ter alnımdan aşağı akıyordu. Yalnızdım. Çevremi kontrol ederken mumun yandığını ama sönmeye yüz tuttuğunu gördüm. Elimi boynuma götürdüm, beni zorlayan yeri tuttum ama yangın sadece tenimde değildi, aynı zamanda bacaklarımın arasındaydı.

Rüya görmüştüm.

Ben hiç rüya görmezdim.

Ne gördüğümü hatırlamıyordum. Parça parçaydı. Sadece Rha’dan emindim. Duvar kenarında olduğumdan ve bacaklarımın arasındaki nehre bakılırsa, ellerini üzerime gezdirdiği de yalan değildi.

Rüya görmezdim ama rüyaların böyle hissettirmeyeceğinden de emindim.

Boğulmaya başladığım ve sıcaktan eridiğim için yorganı üzerimden attım.

Hava almam gerekiyordu. Çok sıcaktı. Bunca şey yaşamıştım, aklımı tetikleyebilecek bir sürü şey görmüştüm ama bir kere bile rüya gördüğümü hatırlamıyordum. Şimdi de net değildi, bulanıktı ama aptal kafam tanımadığım bir yabancıya mı kapıyı açmıştı?

Aynaya doğru yürürken yapıştırmaya uğraştığım vazolara takıldım. Karanlıktan nereye bastığımı bile görmüyordum. Vazolar birbirinin üzerine düşüp kırıldı. Aynanın üstüne yapışacağım ve camlara bulanacağım son anda küçük sehpaya ellerimi dayayıp çizilmekten kurtuldum.

Şakır şakır ses odada yankılandı. Vazolarım mahvoldu.

Kendimi kaldırdım. Bir adımla geri gittim. “Siktir. Ah!” Ayağımın altına koca bir seramik saplandı. Seke seke topuğuma uzanıp vazonun kırık parçasını çıkardım.

Tabanım ıslaktı.

Harika.

“Bir bu eksikti!” Saçımı başımı yolacağım sırada kapım şiddetle açıldı.

Rha elinde kandille -kapıyı çalmadan- içeri daldı. Aynadan onunla göz göze geldim. Göğsümü şişirip nefesimi tuttum. Bakışları geceliğimden aşağı inince tabanımdaki acı sona erdi, kafamda patlamalar meydana geldi.

Odam loştu, değil mi?

Ama elinde kandil vardı ve mum gereğinden fazla aydınlatıyordu.

Aynadan onu izledim. Tam bir şey diyeceği sırada gözleri aşağı kaymış ve susmuştu. Omuzlarımdan sırtıma doğru bakışları indi, geceliğimin askılarında oyalandı. Beynim yerine geri oturduğunda hızlıca önümü döndüm.

“Burada ne işin var?”

“Çığlık attın.”

“Kurtarıcı mı olmaya karar verdin?”

“Zaten o duruma çamurdan seni kaldırdığımda düştüm.” Neden kötü bir şeymiş gibi söylemişti? Kafasını geri kaldırdı, kandili de suratına çekti. Birkaç adım attıktan sonra başucuma bıraktı. Ne yapmaya çalıştığımı fark etmişti. “Bilmediğim bir yerde, bilmediğim bir evde… pencerenden içeri giren her kimse salona da uğramak isteyebilirdi, değil mi Kuzu? Ama kimse yok, kendi kendine çığlık atıyorsun.”

Dibimdeydi.

O kadar dibimdeydi ki zaten sıcak olan odam on derece daha yakıcı olmaya başlamıştı.

Sırtım aynaya dönüktü. O da gözlerini aynaya çevirdi. Kürek kemiklerimin üzeri ve arası bakışıyla gıdıklanıyordu. İnceliyordu. Nereye dönersem döneyim görüyordu.

“Ruhsuz Kasaba’nın güvenli olduğunu söylediğinde sana inanmamıştım zaten.” deyiverdi. Sesinde hiçbir duygu yoktu. Omzumdan tuttu, sırtımı kendisine çevirdi. “Ne izi bu?” Şimdi biraz meraklıydı.

Kolunu ittirdim, yanından hızlıca geçtim ve yatağıma arkamı göremeyeceği şekilde oturdum. “Çık git.”

“Ne izi, dedim.”

“Kıtanın kuzeyinde insanlar tütün içer, haberin var mıydı?” diye sorduğumda üstelemeyi bıraktı. “Eh, tütünü tutuşturmak gerekir. Ateşi de söndürmek.”

Sırtımın belirli yerlerinde nokta şeklinde yanık izleri kalmıştı ve asla geçmiyorlardı. Acımıyorlardı elbette ama minik şekilleri hep benimleydi. Sadece o da değildi. Ahırda kullanılan o kırbaçların şaklamalarını hâlâ duyabiliyordum. Hayvanların değil, benim üzerimde kullanıldığını ve yere çöktüğümü asla unutmayacaktım.

“Bu seni ilgilendirmiyor.”

“Meraklı birisiyim.” Çıplak ayağı vazonun bir parçasına çarpınca bakışları yere indi. Şimdi de kanlı adım izlerimi kaşını kaldırıp takip ediyordu. Topuğumda duraksadı. “Kimin marifeti?”

“Benim sakarlığım.”

“Onu sormamıştım.” Kandile uzandı ve bacaklarımın altına bıraktı. Kızıl ışık tenime vuruyordu. “Sadece bir gece buradayım. Her ne kadar umurumda olmasa da sana söz verdim, zarar vermeyeceğim dedim ama zarar görmek için bana ihtiyacın yokmuş. Önümüzdeki birkaç saat yaşamaya çalış, ben de gönül rahatlığıyla ve onurum zedelenmemiş halde siktirip gidebileyim.” Onur derken ağzı kaymıştı, bu kelimeye de pek alışık değildi ama ona bu şekilde söz verdirtmiştim.

Koca cüssesiyle önüme çöküp ayak bileğimi tutunca ellerimden destek alıp geriye kaymaya çalıştım.

“Beni bırak.”

“Küçük bir seramik parçasıyla bile ölecek kadar narin olmalısın. Sana diyorum, birkaç saat yaşamaya çalış ve kıpırdama.” Hâlâ topuğumda olan küçük parçalardan birisini tuttu. Çekerken canım yandı, hafif bir tıslamayla yükseldim. Parçaları ayıklarken konuştu. “Kaç yaşında buraya geldim demiştin?”

“Dokuz.”

“Ruhsuz Kasaba’da tütün içildiğini söylemedin, kuzey dedin.”

“Bu izler burada olmadı.”

“Yanıkları fark etmemiş olabilirim ama sırtı ikiye yaracak kırbaç lekesini yüz metre öteden anlayabilirim.” Parçayı çıkarmadan önce bana bir bakış attı. Gözleri kandilin ışığından dolayı kızıl gibi görünüyordu. “Annen mi, baban mı?” diye sordu.

Canım yandığı için sesim ıkınıyor gibi çıktı. “Kuzenim.”

Durdu.

Sadece birkaç saniye bakıştıktan sonra son sızlayan noktaya elini götürdü. “Sana bir kez daha soracağım… onu öldürmemi ister misin?”

“Ölümü benim yüzümden olmayacak.” İyi niyetli olduğumdan değildi ama vicdan azabı kesin yaşardım ve bununla devam etmek istemiyordum. “Tristan on dört yaşındaydı, ben yedi. Bütün aile iç içe yaşıyorduk. Babası ahırdan sorumluydu, benim babam ise malikanenin bahçesinden. Hepimiz lordun küçük evinde, onlardan uzakta yaşardık çünkü biz sadece işçiydik. Tristan ahıra bayılıyordu. Oyun oynamak istiyordu.” Seramiklerle işi bitmişti ama hâlâ bileğimi tutuyordu. “Kimseye söylemememi söyledi.”

“Sen de öyle yaptın.”

“Yedi yaşındaydım ama aptal değildim. Elbette söylemem gerektiğini biliyordum çünkü bunu her gece yapmaya başlamıştı ama bunu yaparsam her yaramazlığımı ispiyonlayacağını söylemekten çekinmedi. O yaşta beni korkutmuştu, halbuki sıradan bir çocuktum.”

“Ya yanıklar?”

“Beni beklerken tütün kullanırdı. On beş yaşında keşfetmişti ve… tütünü yaktığı o uzun dal parçasını üzerime bastırıp alevini söndürürdü.” Ayağımı kendime çektim. “Bir yıl böyleydi.”

“Ama ona bakıyorsun ve o bu hale gelmiş.”

“Özür diledi.”

“Sen de affettin? Bu kadar kolay bir şekilde?”

“Annem beni Ruhsuz Kasaba’ya kendisi bıraktı. Yanımızda Tristan vardı. Ben dokuzdum, o on altı. Birbirinizi koruyun dedi ama bunların hiçbirinden haberi yoktu. Sırtımı hiç görmemişti çünkü her zaman kendim giyinir ve dışarı çıkardım. Çok işi vardı, bizimle ilgilenemezdi. Tristan, buraya gelmeden bir yıl önce özür diledi ve ne kadar canice bir şey yaptığını fark ettiğinden bahsetti. Elbette onu affetmedim, ondan iğreniyorum. Ama burada benimleydi. Geldiğimiz ilk yıl saldırıya uğradı, kafasını çarptı ve sonra bu hale büründü. Konuşamıyor. İstediği gibi hareket edemiyor. Adele bizi bulduğunda pislik içindeydim. Başta Tristan da tavernada çalışıyordu, ta ki kazaya kadar. Sonra bize burayı buldu, borcunuzu sonra ödersin dedi. Yanından ayırmadı, ona çalışmamı istedi. Yıllar boyunca boş bardakları topladım, ardından bana hangi işi istediğimi sordu.”

Tıpkı ona bahsettiğim gibi. Daha iyi para kazanabilirdim ama kabul etmemiştim. Müşteriler genellikle midemi bulandırırdı.

“Hâlâ ona neden baktığını çözemiyorum.”

“Çünkü bana tecavüz etmeye çalıştılar ve Tristan üzerlerine atladı. On yaşındaydım.” İlk defa suratında belirgin bir duygu yakaladım. Tiksinmişti. “Beni korumak için yapmadı. Muhtemelen benimle işleri bitmeden onu öldüreceklerdi. Başka şansı yoktu ama yine de korudu ve bedeninden oldu.”

“Onları öldürememiş olmalı.”

“O sırada Eren ve abisi yoldan geçiyordu. Ruhsuz Kasaba’daki herkes ruhsuz değildir. Şansıma, o ikisi denk geldi. Tavernadan birbirimize aşinaydık.” Eren’in abisi birkaç yıl önce hastalıktan ölmüştü ama bu detayı vermedim. “Sonra bizi Adele’in yanına götürdüler. Tristan kafasını çarptıktan hemen sonra bu hale gelmedi, yavaş yavaş uyuşmaya başladı ve artık böyle.”

Üsteleyecek ve daha fazla soru soracak birisine benzemiyordu, tahmin ettiğim gibi oldu. Ayağımı bırakıp toparlandı. “Sırtını göstermekten kaçma sebebin nasıl olduğunu anlatmak istememen mi, yoksa görünmesini istememen mi?” diye sorduğunda ne diyeceğimi bilemedim ama o doğru olanı zaten suratımı gördüğü an fark etmişti. “Benim geldiğim yerde yaralar sergilenir.”

“Anlamadım?”

“Her yara, bir derstir. Bir daha kimsenin üzerinde ateş söndürmesine izin vermeyeceğin gibi. Hiç kimse utanmazdı. Gururlanırdı.” Arkasını döndü. Vazolar ayağını yarmayacakmış gibi üzerine basıp kapıya ilerledi ama çıkmadan önce durdu. “Gecenin bir vakti odanı kırıp dökme sebebin beni kontrol etmek miydi?”

Neden bilmiyordum ama böyle düşünmesini istemedim. Başımı sallamaya başladım. “Rüya gördüm. Ben hiç rüya görmem. Panikledim.”

Kaşını kaldırdı. “Herkes rüya görür.”

“Ben değil. Hatırlamıyorum bile. Sadece…” Sadece içinde onun olduğundan emindim. “Her neyse. Çok gerçekçiydi.”

“Ne gördün?”

“Efendim?”

“Ne gördün dedim.” Onu ilk seferde de duymuştum.

“Hatırlamadığımı söyledim.”

Beni baştan aşağı süzdü. Omuzlarımda oyalandıktan sonra gözlerimi buldu. “Hiç mi rüya görmezsin?”

“Sadece bir kere. Eren’i gördüm.” Bekledi, sanırım devamını duymak istiyordu. Aklımda abisinin öldüğünü söylemek yoktu ama… “Abisi hastalandı, onu kaybetti. Akşamında rüya gördüm. Hâlâ hatırlıyorum. Eren o gün hiç ağlamamıştı ama eve gittiğinde kendisini salıyordu. Rüyamda onu evinde görmüştüm. Ben de uyanıp yanına gittim.”

“Ağlıyor muydu?”

“Bu seni ilgilendirmez.” Sesimin tonuyla mesafeyi koydum.

(Tilki: “Bir akla sıkışan dört akıl olarak, hepimizin aynı şeyi düşünmesi çok tatlı.”)

Neredeyse bir dakika boyunca orada durdu. “Yaralanmamaya dikkat et.” dedi ve odadan çıktı.

Loading...
0%