Yeni Üyelik
6.
Bölüm

6. Bölüm

@leeseaa

Biraları doldurmak için depoya inince Eren arkamdan geldi. Fıçıların arasına eğildiğimde arkamdan eğildi. Kimse olmamasına rağmen mırıldandı. “Dün gece ne yaptın?”

“Aynı.”

O sırada kapı açılıp kapandı. Adım seslerinden bile kim olduğunu anlayabiliyordum. “Demek buradasınız. Eren’in dediğine göre mesaiye geç kalma sebebin bir adammış.” Adele ona gözlerimi devirdiğimi görmedi.

Hızlıca doğruldum, Eren kaçamak bir adımla geri gitti.

“Alakası bile yok.” Gerçekten yoktu. Sabah uyandığımda Rha gitmişti. Evimdeki tek fark kuzenimin bacaklarının üzerinde o bıçağı bulmamdı.

Öldür onu deme şekli ne kadar da masumane deyip ağlamak istemiştim.

“Ben hep geç kalırım.”

“Bunu marifetmiş gibi söylemen hoşuma mı gitmeli?” dedi Adele azarlar biçimde. Fıçıların arasında ilerledi. “Niçin bana bir adamın seni rahatsız ettiğini söylemedin?” Her zaman aksiyon alırdı ama bu kez rahatsız eden Rha değildi. Beni dışarıya kadar kovalayan beş herifti. Harekete geçen Rha’ydı.

Pekala, zorla kurtarmıştı ama sonuçta yapmıştı. Karşılığını alarak elbette.

“Kimse beni rahatsız etmedi.” İçkileri kucakladım. Adele’in yanından geçerken kaşlarımı kaldırıp bilmiş şekilde baktım. “Eğer öyle bir şey olursa, koşacağım yeri biliyorum.”

Yukarı çıktığımda kulağıma gürültü kirliliğinden başka bir şey gelmedi, burnum ekşimiş ter kokusuyla bir dakika boyunca sızladı. Sese, kokuya ve görüntülere çoktan alışmıştım ama temiz havayı -deponun tozlu havası bile temiz sayılırdı- içime çektiğimde buraya geri dönmek işkenceden farksızdı.

Tezgahın arkasına geçtim. Bardakları kenara götürmeleri için bırakırken önümdeki uzun sandalye çekildi, gölge üstüme düştü.

Başımı kaldırmama fırsat bulamadan üzerime bir şey fırlatıldı. Çeyreklik döne döne tam yüzümün önüne geldi. Burnuma çarpmadan önce yakaladım, bir çeyreklik yüzünden geriye düşüyordum.

İlk önce Rha’nın gözlerine, sonra elimdeki şeye baktım. “Bu… altın.”

“Bir bira istiyorum.”

Dehşete düştüm. Sağımı solumu kontrol etmek zorunda kaldım çünkü elimdeki şey için adam öldürürlerdi. Kıpırdayamıyordum. Altının onda ne işi vardı?

“Yetmedi mi? Burası ne kadar da pahalı…” Homurdanırken bir tane daha fırlattı. Göğsümdeki dekolteye çeyreklik çarptı ve korsemin içine memelerimin arasından düştü. Rha oraya bakarken aptalca sırıttı. “Hedeflememiştim ama iyi tutturdum.”

Elimdeki diğer çeyrekliği de göğsüme sıkıştırdım. “Sen manyak mısın? Bunu nereden buldun?”

“Fakirliğim çok mu belli oluyor? Halbuki geldiği yerde daha çok var.” Eğildi, parmağıyla yaklaşmamı işaret etti. “Daha da çok olacak gibi görünüyor. Eğer bana biramı vermezse, bu tavernadaki kıvırcık sarı saçlı kızı kaçıracağım, satacağım ve altın keseme elde ettiğimi atacağım. Birkaç çeyreklik edersin herhalde Kuzu.”

Alaycılığın zirvesine vurduğu sesine hafifçe yansıdı ama hafifçe. Nedense her şakasının altında ciddiyet seziyordum.

Homurdanarak bardaklardan birisini aldım ve önüne sertçe bıraktım. “Gittin sandım.”

“Gitmiştim.” dedi. “Birkaç saatliğine çevreye baktım, sonra susadım. Kasabadaki en iyi sidik burada, başka yerde içki içemem.”

“Altınlarını geri istiyorsan üzgünüm ama vermeyeceğim. Bahşiş olarak alıyorum.” Göğsümü düzelttim. Geri istemedi, sadece azıcık gülümsedi. Sağ tarafını kontrol ederken biradan koca bir yudum aldı. Herhalde onu ben içsem boğulurdum.

Bardakları kurulamaya başladım. Bunu Rha’nın tam önünde yapmak hiç rahatlatıcı değildi. “Kuzenin yaşıyor mu?”

“Ne yaptığını bilmediğimi mi sanıyorsun? Beni onu öldürmeye teşvik etmeye çalıştın.” Bıçağı Tristan’ın bacağında bulmamdan belliydi. “Ben öldürmem.”

“Birisi seni öldürmeye çalışsa bile mi?”

“O zaman işler değişir. Kesinlikle pişmanlık duymam.”

Çok ciddi konuştum ama o kısık bir kahkaha attı. “Pekala, yırtıcı kuzu, dün de yaptığın bu muydu? Merak ediyorum, şu tavernadan birisine karşı koymayı nasıl planlıyorsun?”

“Tam bacaklarımın arasında.”

Ha?”

Tepkisi beklenmedikti. Bardağı silerken belini işaret ettim. “Tam bacaklarımın arasında, tezgaha dayalı bir kılıç var. Kullanmaktan çekinmem.”

İkinci birayı isteyeceğini bildiğim için Eren hepsini götürmeden önce diğerini de önüne yerleştirdim. Rha’nın suratı kırmızıya boyanıyordu. Gülüp patlamamak için dudaklarını birbirine bastırıyordu ama garip bir ses çıkarmıştı. Dayanamadı. Bileğimi iki parmağıyla tuttu, sanki bir böceği tezgahtan kaldırıyor gibi kaldırdı. “Bu kollarla mı? İp gibi bileklerle mi? O kılıcı nasıl kaldıracağını merak ediyorum.”

Elimi ondan kurtardım. “Nasıl dövüşülür biliyorum.”

Daha da yaklaştı. Gözleri, kumarda kazanacağından emin olan bir adamınki gibi ışıl ışıldı. “Yani seni kaçırmaya çalışsam, beni alt edebileceğinden eminsin öyle mi?”

“Denerim.”

“Cesur.” dedi nefesini tıslar gibi çekerek. Kendisini geri attı. “Bir o kadar da aptal.”

(Kurt: “Yaşam ve ölüm arasındaki incecik çizgi… bazen buna şans derler.”)

“Kaldıramayacağın kadar ağır bir kılıçla bir savaşçının karşısına geçersen kellenin vücudundan ayrılması bir saniye sürer. Ama eğer rüzgar senin tarafından esiyorsa Kuzu… ufak bir ayak kayması kelleni korur. Rüzgar her zaman senden yana olmaz.”

Tırnaklarımla tezgahı kazıyordum. “Kendimi savunmayı biliyorum aptal.”

Hakaret etmek istemedim ama ağzımı tutamadım. “Hadi ya.” Çevremizi işaret etti. “Burada nasıl öğrendin? Çünkü ben üzerinde hamlelerini deneyebileceğin hiçbir şey göremiyorum. Yoksa sarhoş adamları mı kastediyorsun? Belki de fahişelerle kılıç kapmaca oynuyorsundur?”

“Küçükken babam bana gösterirdi. Buraya geldiğimde Tristan kendimi nasıl savunacağımı anlattı ve on yaşındayken insan her şeyi can kulağıyla dinliyor.”

“Şu an sakat olan kuzenin mi?” dedi imalı imalı.

“Yıllardır Eren’le çalışıyorum. Bana kendimi nasıl savunacağımı bilmem gerektiğini söyledi, yardımcı oldu. Sonuca varamasam bile nasıl oyalayacağımı biliyorum. Birisi yardıma koşana kadar yaşamak asıl hedefim.”

“Birisinin yardıma koşacağını nereden biliyorsun?”

“Herkes pislik değildir.” Bu kez ben ona anlamlı anlamlı baktım ama ters tepti.

“Doğru, her an birisi seni çamurdan çıkarıp bir saniyede sahte karısı ilan edebilir. Ha bu arada… Ruhsuz Kasaba’da yaşıyorsun. Benden başka yardımsever barındırmadığına emin olduğum kasaba.”

Lanet olsun, haklıydı. Ama ona hiçbir şey ispatlamak zorunda değildim.

“Marissa,” Eren’in arkama geçtiğini görmemiştim. Boşları içeri taşıyordu. Rha’yı gördüğüne şaşırdığı belliydi.

Rha’nın sert ve ordu komutanlığına yakışacak hatları vardı, esmer tenliydi, dolgun dudaklıydı ve kaşında küçük bir kesik vardı. Çocukken kafasını çarpmış bile olabilirdi ama bu onu enteresan şekilde tehlikeli ve çekinmez gösteriyordu. Ayrıca iriydi, uzundu, yapılıydı. Eren’le çok alakasızdı. Eren sıska sayılmazdı ama yılların verdiği kaslara sahip değildi. Yüzü daha inceydi, saçları hafif uzundu ve genellikle ensesinden toplar, birkaç tutamı yüzüne düşerdi. O korkutucu görünmüyordu, temiz duruyordu. Hem de bu tavernada saatlerini harcamasına rağmen temiz. Rha ise sabunun içinde kulaç atsa bile bir yerlerinde kurumuş kan lekeleri bulabileceğime inandıracak bakışlara sahipti.

“Bir sorun mu var?” Yani bu sorusu pek bir anlam kazanmıyordu ama tatlılığına ve düşüncesine her zaman hayran kalacaktım. Ayrıca, tavernada güç bizdeydi. Adele’in bir ıslığına tüm sokak buraya toplanırdı.

“Yok. Şunu sormayı bırakır mısın?”

“Benimle içki iç.” Karşımdan gelen sesle Eren’le aynı anda ona döndük. Rha diğer bardağı bana doğru ittirdi. “Bulabileceğin en pahalı bira.”

Bir biraya bir ona bir de elimdeki bardağa baktım. “Çalışıyorum.”

“Az önce tüm saatlerini satın aldım.”

Eren bana doğru bir adım attı. “Bilmiyorsan diye söylüyorum, Marissa sadece içkilerden sorumludur. Eğer başka bir şey arıyorsan, arkanı dönmeni veya yukarı çıkmanı öneririm.”

“Seks için para vereceğimi mi sanıyorsun? Lütfen… aptal olma.” İlk defa Eren’e baktı. “İyi seksi satın alamazsın.” Sonra beni tekrar buldu. “Konu senden bağımsız Kuzu.”

Şükürler olsun ki öyleydi.

Kaşlarıyla bardağı gösterdi. “İç. Bana bunu borçlusun.”

“Marissa?”

“Beş dakika sonra bardak kurulamaya geri döneceğim Eren. Gece eve seninle döneriz.” Şimdi sessiz ol ve ne diyeceksen yolda söyle demek istedim. Rha ufak bir zafer kazanmış gibi göünüyordu. Bardağı kavradığımı görünce Eren homurdanarak gitti. “Bir sorun var, ben içki içmem.”

“Ben de genellikle hayat kurtarmam ve içkiye servet ödemem ama son birkaç gündür ilklerimi yaşıyorum.” Elini elimin üstüne koydu ve bardağı benimle birlikte kaldırdı. “İç.” Yudumum ufak olsa bile yüzümü ekşitmeden duramadım. Tanrılar… bu gerçekten sidiğe benziyordu ve sidiğin neye benzediğini bile bilmiyordum ama kesin böyleydi. “Bir çeyreklik eder miymiş?”

Öğürmemek için zor duruyordum. “İki bile eder. Tadı çok iyi.” Kusacaktım.

Bardağı geri bırakmaya yeltendiğimde tekrar parmaklarımın üzerine parmaklarını koydu. “İç.” Sesi emir doluydu. Tehdit etmeye gerek duymayan, istediği yapılmazsa neyle karşılaşacağımı tahmin ettiren tondaydı. Yapacağından değildi ama… yine de içtim. Bu kez uzaklaşmama izin verdi. “Şimdi seninle bir oyun oynayacağız Kuzu.”

“Çalışma saatleri…”

“Umurumda değil.” Hoşnut olmayan ses tonuyla lafımı kesti. O kesinlikle bir katildi ve kurbanlarını bu sesle bile öldürebilirdi.

Arkamdan Adele geçerken gözleri bir saniye ona takıldı.

Adele de o bakışı yakaladı, sonra omzunun üzerinden bana baktı. “Niye çalışmıyorsun sen?”

Rha kendinden emin bir edayla kolunu yana attı. “Marissa’nın önümüzdeki yarım saatini satın alıyorum.”

Adele ona kaşını kaldırdı. “Sanırım yanlış anladın. Marissa sadece servis eder ve kızlarımdan yapmak istemediği bir talepte bulunmak…”

“Sadece sohbet. Yarım saat.” Parmağında döndürdüğü diğer çeyrekliği Adele’e fırlatınca Adele buna hazırmış gibi havada yakaladı. “Yeterli mi?”

Adele bir bana bir de çeyrekliğe baktı. “Yarım saat onsuz idare edebilirim. Tezgahın diğer kısmına geçtiğini görmeyeyim Marissa.”

Arkasını dönüp gitti, aralık dudaklarla Rha’ya döndüm. “Tanrılar aşkına, sen manyaksın.”

“İkna edici diyelim.”

“Dün gece bütün gün benimleydin ve şimdi yarım saatim mi kıymetli oldu?”

“Boşa geçen yarım saat. Her dakikana servet ödedim, saçma şekilde değerlendirmeyeceğim.” Bardağı ittirdi. “Benimle içerken oyun oynayacağız. Sırayla ilerliyoruz. Sana soru soracağım, sen bana soracaksın. Cevap vermek istemezsen içeceksin. Ama dikkat et Kuzu…” Elini iç cebine götürdü, gördüğüm en minik şişeyi çıkardı. Bana uzattığı bira bardağına o şişenin içinden birkaç damla damlattı. “Üç yudumdan fazla içmemeni öneririm. Evine sürünerek dönmeni istemem.”

Bardaklara bakarken korkuyla gülümsedim. “Tanımadığım bir adam gözümün önünde içkime beyaz bir şey damlatıyor ve onu içmemi mi bekliyor? Çok şakacısın.”

Gözlerinden eğlenceli bir parıltı geçti. Aynı şekilde kendi bardağına da aynı sayıda damla damlattı. “Özel bir şerbet.” diye fısıldadı, şişeyi cebine geri koydu. “Zihni hızlıca bulandırır. Oynuyoruz. Yalan söylersen bunu anlarım, anlarsam…” Bekledi. “Sen en iyisi yalan söyleme.”

Bana ne gibi şeyler sorabilirdi ki? Hayatım gözler önündeydi, hiçbir sırrım yoktu. Dün görmemesi gerekenleri de görmüştü.

“Ben başlıyorum.” dedi. “Soyadın ne, Marissa?”

Bu mu yani?

“Masiya. Marissa Masiya.” Madem oynuyorduk, o da cevap verecekti ve benim bilmediklerim çok daha fazlaydı. Gizemli olan oydu. “Ruhsuz Kasaba’da ne işin var?”

“Birisiyle görüşmeye gidiyordum. Atım öldü, kasaba yakındı. Bu gece bir at alıp gideceğim. Arkadaşın, o gün ağlıyor muydu?” Başta ne demek istediğini anlamadım. Eren hakkında bahsettiğim rüyayı mı soruyordu?

“Evet. Neden bilmek istiyorsun?”

“Rüyalara ilgim var, eskiden araştırırdım.” Yalan olduğunu sandım ama öyle görünmüyordu. Veya çok iyi bir yalancıydı ama kendi oyununun kuralını bozmazdı değil mi? “Dün gece rüyanda ne gördün?” Demin söylediği onun cevabı mıydı? Kahretsin! Soru hakkımı böyle kullanmak istememiştim.

Renkli gözlerine baktım. Parmaklarım bardağın etrafında sıkılaştı. Kesinlikle söylemeyecektim ve yalan söylersem eminim ki anlayacaktı. Bardağı ağzıma götürüp güçlü bir yudum aldığımda Rha kaşını kaldırdı. Kızarıyordum.

“Asker misin?”

“Bir zamanlar öyleydim. Rüyan seni korkuttu mu?”

“Rüyamdan bahsetmek istemediğim için içtim!”

“İçeriğini sormadım, korkutup korkutmadığını sordum. Çok telaşlı uyanmıştın. Cevap ver ya da iç.”

Yüzüm ekşidi. Ağzımda iğrenç bir tat vardı ve boğazımdan mideme kadar yangın çıkmıştı. İçine attığı şey de neydi böyle? “Rüyamı hatırlamadığımı kaç kere daha söyleyeceğim? Korkutucu bir şey gördüğümü sanmıyorum.” Onu süzdüm. “Dün gece seni evime alıp güvenerek aptallık mı ettim?”

“Ettin.” Hiç beklemedi. Aslında soru hakkımı kullanmak istememiştim. “Ama keyfim yerindeydi, şanslısın. Yaşayan tek akraban Tristan mı?”

“Evet. Senin soyadın ne?” Bardağı hızlıca kaldırdı ve içti.

Pekala… içeceğini hiç düşünmemiştim, belki adına aşinayımdır diye duymak istemiştim. “Var olmayan sesler duydun mu?”

“Bunlar ne biçim sorular!”

“Cevap ver Kuzu. Duydun mu?”

“Belki. Birkaç kere. Kafam çok dalgınken!” Tanrılar, ona ne sorabilirdim ki? Belki kimsenin bilmediği bir şeyi… “Bu hayattaki amacın ne Rha?”

İçti.

“Bana çocukluğundan bahset.”

“Çocukluğum mu?” Ne alakaydı ve neden bilmek istiyordu?

Benim için önemsiz bir soruydu, cevaplamaktan çekinmedim. “Acı dolu olduğunu aptal değilsen anlamışsındır. Pek bir şey hatırlamıyorum. Hayatım müştemilatta geçti, lord iyi bir adamdı. Annem ve babamla çok vakit geçiremezdim, meşgullerdi. Ayrıca çok ilgili ebeveynler değillerdi.” Dinlemeye devam etti. “Bu yüzden beni Tristan’la bırakırlardı. Sonucu biliyorsun.”

“Bir insan neden çocuğuyla ilgilenmez?”

“Bunu onlara sor. Tabii onları bulabilirsen.”

“Neden kaçtılar ve seni buraya bıraktılar?”

“Bilmiyorum.” dedim sinirle ama sinirim ona değildi. “Gitmemiz gerektiğini söylediler. O yaştaki bir çocuğa kimse açıklama yapmıyor.” Soruların sırasını karıştırdım ama üst üste cevap verdiğimden emindim. “Hile yaptın!”

“Ben hilekârım, sıranı takip etseydin.”

Öfkeyle bakışlarım kısıldı. “Seni ne eğlendirir?”

Yüzünün hali değişti. Bir insanı tanımak için eğlencelerini ve acılarını bilmek gerektiğinin farkındaydım ve merak etmiştim çünkü kahkaha atacak birisine hiç benzemiyordu.

“Beni ne mi eğlendirir?”

“Evet.”

(Kurt: “Kan.”)

(Çakal: “Ölüm.”)

(Tilki: “Oyun.”)

“Yaşamak.” Vermesini beklediğim son cevap bile değildi. Hafifçe eğildi. “Yaşamak için şekilden şekle girebilirsin ve her birinden zevk alıyorum. Acı verici ve ne kadar boktan olsa bile sonunda yaşayacağımı biliyorum.”

“Yaşamaya çalışmak.” Olarak düzelttim.

Memnunca gülümsedi. “Öyle de diyebilirsin.”

Başım dönüyordu. Hem de çok fena. Ayrıca midemde yangın başlamıştı, ağzıma doğru alevler fırlayacaktı. Bir yudum daha içersem buradan çıkamayacağıma emindim. O şeyi koklamak bile beni mezara yollayabilirdi.

“Son bir soru ama bu kez bir şey yapmanı isteyeceğim.” Tezgahın üzerinden bileğimi yakaladığında geri kaçmak istedim ama sakin ve yumuşak bir tutuştu. “Çok gezdim, çok öğrendim. İnsanların yapabileceği bir sürü olağandışı şey var. Aklının ne kadar açık olduğuyla alakalı. Şimdi gözlerini kapa Marissa.”

Kapatmadım. Onun gözlerine baktım durdum ama bu teması sürdüreceğime kör olmak istedim.

Rha beni ürkütüyordu.

“Peki.” Boynumu kaldırıp gözlerimi kapadım. Elim hâlâ elinin altındaydı. “Şimdi?”

“Şimdi evini hayal etmeni istiyorum.” Gözkapaklarım titredi, az kalsın açıyordum. “Evinde yürümeni istiyorum. Hayal etmeye devam etmeni, içeride ne olduğunu bana anlatmanı.”

“Hayalimde mi?”

Biraz bekledi. “Evet, hayalinde. Buradaki sesleri sustur ve evinde olduğunu düşün. İçeride ne oluyor Marissa?”

Evimin sıradan halini ona anlatmak için ağzımı nefesimle birlikte araladım ama parmaklarımı sıkınca sustum. Dağınık, toz içindeki evimdi işte. Sürekli aklıma gelen manzaradan farksız olmalıydı. Ama ona anlatamadım. Tavernanın korkunç gürültüsü kesildi. Rahatsız edici koku kayboldu. Evimdeydim. Sessiz, kimsesiz evim…

“Şömine sönmek üzere. Tristan kör ateşe dalmış. Parmaklarını hareket ettirmeye çalışıyor. Her şey bıraktığım gibi, sadece Tristan’ın önündeki kase sehpanın ucuna doğru kaymış. Muhtemelen o ittirdi.” Bekledim, başımı diğer yöne çevirip derin bir nefes aldım. “İçerisi sıcacık ve odun kokuyor. Şöminenin son dakikalarından kaynaklanan ve içeride sinen o odun kokusu… En sevdiğim kokulardan birisi.”

Elimi daha sıkı kavrayınca gözlerimi açtım. Doğrudan bana bakıyordu. Birbirimizi izledikten sonra hafifçe mırıldandı. “Harikasın.” Ama hissederek söylemedi.

Elimi elinden çekingenlikle kurtardım, o da kendisine çekti. “Muhtemelen evim bu haldedir.”

“Her gün bıraktığın gibidir.” dedi. İçkilerimize baktı. Yıldırım yemiş gibi ayağa kalktı. “Kaç saat daha çalışacaksın? Seni eve bırakayım. Güvenli şekilde ulaş, sözümü tamamen tutmuş olurum. Sonra gideceğim.” Elini kılıcının kabzasına koyunca gözlerim oraya kaydı.

Ağzım biraz kurudu. “Ben… daha saatlerce buradayım.”

“Bekleyeceğim.” dedi, o sırada tavernanın kapısı açıldı. Parlaklığını yitiren metal zırhlı üç adam içeri girdiğinde hepimiz o tarafa döndük. Idyl yanlarına koştu, masaya oturduklarında Eren siparişlerini almaya gitti. Idyl’i geri yolladılar. Birisi Eren’e içki siparişi verirken diğerleri çevreyi süzüyordu. Rha onlara bakarken kaşlarını çattı. Aşağıdan yukarı süzdü, çenesinde bir kas seğirdi. “Gerek kalmadı.”

Dediğini net duyamadım. Mırıldanır gibi konuştu. “Efendim?”

İlgisini tekrar bana verdi. “Yok bir şey Kuzu.” Kılıcından elini çekti. Hafifçe tebessüm etti. Saçlarımdan elbiseme kadar incelendim.

(Çakal: “Riske atma. Onu biz öldürelim.”)

(Tilki: “Onu öldürmek istemiyorum. Gözleri, tilkilerin gözlerine benziyor.”)

(Kurt: “Güneş doğmadan ölecek. Henüz görüşleri oluşmamış, kahinler aynı zamanda gerçekleşenleri görmemeli. Bir terslik var. Öldüğünden emin ol ama nasıl olacağını sen seç, Damon.”)

(Tilki: “Krallığın askerleri burada. Kalanları da çevreye dağılmış olmalı. Ruhsuz Kasaba göze hep batıyordu, haritadan silecekler. Kız acı içinde ölebilir. Onu fahişe yapmak için yaşatabilirler. Kızı buradan götürelim.”)

(Çakal: “Onu yaşatmazlar. Ölmesini istiyoruz. Ya öldür ya da öldüğünden emin ol! Nasıl öleceği umurumda değil!”)

Rha başıyla selam verdi. “Bir daha karşılaşacağımızı sanmıyorum Kuzu. Öldüğümüzde, diğer tarafta görüşmek dileğiyle.” Birasından son bir yudum aldı. “Sidik gibi.”

Kılıcını tutarak öbür tarafa döndü. Üç askerin önünden geçerken askerler onu inceledi ama Rha hiçbirine bakmadı.

Gitti.

Başka hiçbir şey demeden gitti.

Loading...
0%