Yeni Üyelik
7.
Bölüm

7. Bölüm

@leeseaa

Tavernadan çıktıktan sonra Eren’le eve yürüyorduk. Benim işim bitmişti ama Eren hâlâ çalışıyordu. Ben çıkarken taverna hâlâ kalabalıktı ama Eren Adele’e kısaca yalvardığı için Adele onun yarım saatliğine uzaklaşmasına izin vermişti.

Beni neden eve götürmeyi teklif ettiğini bilmiyordum. Kasabanın tekin olmadığı doğruydu ama yıllardır buradaydım ve kimse bana dokunmaya cüret edemezdi. En azından yerliler etmezdi.

“Beni bu kadar özlediysen yarın birkaç saat erken gelebilirdim, birlikte yemek yiyebilirdik. Eve götürmene gerek yoktu.”

Elleri ceplerinde yürürken başını kaldırıp güldü. “İki saat yalnız bırakıyorum, bir başkası seni evine bırakıyor. Hem de hiç tanımadık bir surat.”

Hemen ona döndüm. “Rha’dan mı bahsediyorsun? Ona kafayı takmış gibisin.”

İri gözlerini bana çevirdi. “Adı Rha mı?” diye sordu. Bakışları kısıldı. Kafasında arayışa çıktı. “Bir yerde duydum ama nerede duyduğumu hatırlamıyorum.”

“Aynı isimle bir kişi olamaz Eren.” Adını geveleyerek söyledim.

“Bu isim bana bir şeyler çağrıştırıyor Marissa.” Omuz silkti. “Her neyse. Evet, tanımadığın kişileri evine almamalısın. Eğer onlarla başka bir şey planlamıyorsan tabii.” Bu kadarı yeterliydi. Azıcık arkasında kaldıktan sonra onu ceketinden tutup durdurdum. “Hey!”

“Seks hayatımla ne zamandır ilgileniyorsun?”

“Senin bir seks hayatın yok.” Üstünü başını düzeltti. “Olsaydı ilgilenirdim ama yok. Seni korumaya çalışıyorum. Kucağında bir bebekle mi kalmak istiyorsun? Tristan yetmiyormuş gibi bir de mini boyuna mı bakacaksın?”

Şokla ağzım açıldı. “Bir bebek istemiyorsam ne yapmam gerektiğini biliyorum salak! Günümün çoğu Idyl’le geçiyor. Hem olsaydı ilgilenirdim de ne demek oluyor?”

Üstünü silkelemeyi kesti. “Bir şey demek değil.”

“Eren. İğrenç bir şey dediğini düşünmeye başladım.”

Ellerini kaldırdı. “Seni temin ederim iğrenç bir şey demek istemedim. Demek istediğim…” Vazgeçmiş gibi iç geçirdi. “Boş ver. Bunu daha sonra konuşalım ha? Evine on metre kala, şerefsiz kuzeninin nefeslerini duyabiliyorken değil.”

O kadar garip davranıyordu ki ne diyeceğimi bulmaya çalışırken çoktan geldiğimiz yöne ilerlemeye başlamıştı. “Ama…”

“Görüşürüz Mari. Yarın tavernaya geçmeden önce yanına uğrarım. Tristan’a benim için bir tane patlat.”

O uzaklaşırken arkasından bakakaldım. Eren böyle davranmazdı, Eren saçma sapan konuşacak son kişiydi. Genellikle çok sakindi ve ne diyeceğini bilirdi. Enteresan davranışları beni Rha’nın söylediği sözleri düşünmeye ittirmeye başladığında ürpererek evime döndüm ve hızlıca içeri girdim.

Şömine sönmüştü. Tristan oraya doğru dalmış gitmişti. Gözleri açık ölü gibi görünüyordu. İçi yemek dolu kase önündeki sehpanın ucundaydı, düştü düşecekti. Evin içi soğumuştu.

Battaniyesini düzeltip ateşi yaktım. Şöminenin içeriyi ısıtmasını beklerken genelde odamda olurdum. Bu kez içeri girmedim. Yırtık koltuğun üzerine ceketimi atıp ortasına oturdum. Ateş gürlemeye başladı, yavaş yavaş tutuştu. Yerimden hiç kalkmadım.

Tristan’a baktım, o ateşi izledi. Bana yaptıkları hızlıca gözlerimin önünden geçerken o sandalyeye mahkûm olmamak için her şeyi yapabileceğini düşündüm. Muhtemelen ölmek için de her şeyi yapabilirdi ama o bıçağı kaldırıp boynunu kesecek gücü yoktu, benim de onu öldürecek yüreğim yoktu.

“Anneme olanları anlatsaydım seni benimle bırakmazdı. Yanına alırdı veya beni götürür, seni bırakırdı. Böylece sakatlanmazdın, hayatına devam edebilirdin ve ben de daha rahat nefes alırdım. Şimdi benden daha çok nefret ediyor musun? Yaptıklarını söyleseydim daha farklı olacağını bilerek. Kendi suçun için benden iğrenebilir misin?” Keşke cevap verebilseydi. “Hep bir arkadaşım olsun istemiştim. Sen oradaydın ama arkadaştan çok uzaktın.”

Ne kıpırdadı ne de inledi. Yaşamayı uzun süre önce bırakmıştı. Başta tepki vermeye çalışırdı, artık o da kaybolmuştu çünkü konuşamayacağını biliyordu.

“Bazen seni öldürmeme sebebimin güçsüz olduğumdan kaynaklı olmadığını düşünüyorum. İçimde bir yerlerde, bana yaptıklarının intikamını alıyor olabilirim. Emin değilim. Seni öldürmenin beni yaralamayacağından eminim ama neden yapamadığımı bilmiyorum. Eğer intikam için yapıyorsam, seni bu halde yaşatıyorsam, ben cidden kötü olmalıyım. Gördüklerime, tanıştıklarıma kıyasladığımda kötü olduğumu düşünmüyorum ama insan içinde kendisini yargılamaya devam ediyor. Kiminle kıyaslıyorum ki? Ruhsuz Kasaba’nın misafirleriyle mi? Katillerle kendimi kıyaslarsam elbette masum çıkacağım ama kendimi kendimle kıyaslarsam, seni yaşattığım için vicdansız olmalıyım.”

Oturdum. Oturdum. Oturdum.

Ateş bir daha azalana, küller şömineye akana kadar yerimden kalkmadım ve onu izledim.

Neredeyse güneş doğacaktı.

Üşümesin diye şömineye odun attım.

Çektiğim nefesi salonda bırakarak içeri yöneldim. Elbisemin ipini tam çözecekken dışarıdan gelen sesler katlanılamaz bir hal aldı. Ruhsuz Kasaba’da uyku saati olmazdı, kasaba asla uyumazdı. Ama bu kez fazla canlıydı. Fazla çığlıklar çıkıyordu.

Fazla…

Işıklıydı.

İpi bırakıp pencereye doğru döndüm. Tavernanın olduğu yerden, sokağın sonundan duman yükseliyordu. Turuncu alevler, benim pencereme kadar uzaktan ışıldıyor ve aydınlatıyordu. Elim göğsümden düştü. Çığlıklar durdu ve gözümün önüne evim bildiğim ter kokan yerin kül oluşu geldi.

Sanki dışarıdan izliyordum.

Gözlerimi kırpıştırınca kendime geldim.

Yanıyordu!

“Eren…” Ağzımdan mırıltı gibi isim yükseldi.

Gitmişti. İçeri girmişti. Adele ile oradaydı.

Hepsi oradaydı.

Kapımın önünden gelen patlamaya benzer sesle yerimde sıçradım. Odamın aralık kapısından dışarıya bakmamla beraber evin ana kapısı menteşelerinden ayrılıp yerinden çıktı. O zaman dışarıda kopan çığlıkların zevk dolu değil, acıyla geldiğini fark ettim.

Kaçanlar, kovalayanlar, yaralananların çıkardığı seslerdi.

Dışarıda savaş çıkmıştı.

“Burada biri var!” Kapımın ardından yükselen sesle beraber izbandut gibi iki herif içeri girdi. Nefesimi tutup karanlığa gizlendim. Ağzıma avucumu dayadım, kaçırdığım sesler elimin altında kayboldu.

Bir adam salonun sağına soluna bakınırken diğeri Tristan’ın başına ilişti. Tepesinden onu izlerken başını yana yatırdı. Bunlar askerdi. Zırhlıydılar, arma taşıyorlardı ama kime ait olduğunu görmüyordum.

“Bu zavallı şey de ne?” Onu izleyen adam midesi bulanmış gibi konuştu. Diğeri kıymetli bir şey var mı diye ararken yırtık koltuğumu parçalıyor, süngerlerin altına bakıyordu. “Yazık.”

Tristan’ın başındaki adam kılıcına uzandı.

Ne olduğunu anlayamadım.

Öyle hızlı davrandı ki tepki veremedim. Kılıcını yanlamasına ona doğrultup kellesini başından ayırdı. Kan duvarlara sıçradı. Önündeki sehpa devrilen bedenine çarpıp yere düştü. Toza bulanan halımız şimdi kuzenimin kanıyla parlıyordu.

Gözlerime yaşlar akın ederken parmaklarımı dudaklarıma daha çok bastırdım. Ağlamak istedim. Çığlık atmak. Korkuyla titremek.

Ama hayatımda bir kere bile ağlamamıştım. O alevler sırtıma işlenirken, kırbaçla iz bırakırlarken bile ağlamamıştım. Yine aynısı oldu. Gözlerime kadar hücum etti ve orada yaşlar durdu.

Fakat titrediğim gerçekti.

Yıllardır yapamadığım şeyi bir saniyede yaptılar.

“Bu da ne?” Koltuğu didikleyen adam yere düşen ceketimi gördü. Uzanıp aldı, burnuna götürdü ve kokladı. “Burada birisi daha var.”

İki herif de aynı anda kafasını kaldırıp kapılara doğru bakınca elimi ağzımdan çektim, geriye doğru bir adım attım.

Vazoya çarptım.

Siktir.”

“Orada.”

Ağır adım sesleri acelesiz şekilde birbirini takip etti. Geri geri yürüdüm. Yatağın köşesine çarptım ve şimdi pencerenin başındaydım. Evim sokaktaki son evdi. Arkası ormana açılıyordu. Sokağın başında diğer evim, taverna vardı. Dumanlara bakılırsa kül olmuştu ve alevler her yeri yutacaktı.

Pencereye uzandığım sırada kapıma tekme attılar. Şöminenin ateşiyle gölgeleri belli oldu. Bembeyaz olan suratım buz tuttu. Dev gibi iki herife baktım, onlar bana baktı. Bir tanesi gülümsedi. “Canlı bırakma emrini hatırlıyor musun? Ne zaman ölmesi gerektiğini kimse söylemedi.”

Titrek parmaklarla dolabıma tutundum. Kesici bir şey bulmak istedim ama bıçak Tristan’ın yanındaydı ve elime alsam bile bu heriflere karşı şansım olmayacaktı.

Bu yüzden yapabileceğim tek şeyi yaptım. Onlar bana yaklaşırken pencerenin kilidini ittirdim. Çıt sesi geldiğinde adamlar kaşlarını çattı. Yıldırım kadar hızlı davrandım. Pencereyi sonuna kadar ittirdim. Eteğimi tutup aralıktan devrildim. Adamlar ben harekete geçtiğim an koşmaya başladı.

“Küçük fahişe!” Birisi bağırdı, topukları zeminde ses çıkardı. Pencereyle yer arasında bir metre bile yoktu ama tam düşerken beni kolumdan yakaladı.

“Bırak beni!” Çığlık atarken en iyi silahımı kullandım. Ona döndüm, bileğini tüm gücümle ısırdım, ağzıma kan tadı geldi. Adam tüm aileme söverken beni bıraktı.

Aşağı yapıştım.

Kalçalarım zonkladı. Kemiklerim isyan etti. Sürüklenerek kalkmaya çalıştım. Adam aynı zamanda penceremden atladı. O dengesini bulamadan koştum. Ormana gitmekten başka şansım yoktu çünkü kafamı kaldırdığımda ateşleri gördüm. Çığlık atan kadınları, sokağın köşesinde eline eşyasını almış ve kaçmaya çalışan fahişeleri. Çıplak biçimde ilerleyen ama arkasından balta yiyen o adamı…

Kan ve ateş, her yerdeydi.

Çığlıklar ve ölüm sesleri, kasabanın ruhu olmuştu. Her şey bir anda patlak vermişti. Aynı anda her yerden saldırı yiyen bir kasabaydı.

Ayağıma takılan eteği kaldırıp kapkaranlık ağaçlara nefes bile almadan ilerlerken yanımdan metal bir parıltı geçti, arkamdan bıçak fırlatıldı. Hayvanmışım gibi beni avlıyorlardı.

Beni değil.

Hepimizi.

Korkuyla panikledim, ayaklarım birbirine takıldı. Yere düştüm, suratımı taşlara sürttüm. Kollarımın üzerinde doğrulurken bir çocuğun bağırışı kalbimdeki her duygunun önüne geçti.

Döndüm. Bacaklarımı kullanarak süründüm, o iki adam takıldığımı görüp koşmayı bıraktı. “Bu kasabanın fahişeleri hızlarıyla ünlü olmalı. Her konuda.”

Tepemde melek gibi dikilen ağaç benim mezarım oldu. Sırtım sert kabuğuna dokundu, sonumun geldiğini bana haber etti.

Sokaktan uzaklaştığım için sesler arkadan fısıldayan kâbustan farksızdı.

Tıpkı bu adamlar gibi.

Başıma dikildiler. Birisi sağımda, diğer solumdaydı. Adam elbiseme baktı, bacaklarıma kadar indi. Elini kemerine götürdü ve sonumun her şekilde geldiğini hareketleriyle anlattı. “Kimse eğlenmeyin demedi. Bu da bizim ödülümüz.”

Ağaç hırladı.

İki adamın kafası da ağaca doğru kalktı.

Hayır, hırlayan ağaç değildi, ağacın karanlığında saklı olan bir şeydi.

Adam kemerini bırakıp kılıcına uzandı. “Ne var orada?” Büyük bir şey.

Kıpırdayamadım ama içgüdülerim buradan hemen kalk ve koşmaya başla diye haykırıyordu. Bacaklarımın önünde bu herifler dikilirken kalkmam imkansızdı. Beynim bedenime söz geçiremiyordu. Kilitlenmiştim. Tek başarım, hâlâ nefes alabiliyor olmaktı.

Yaslandığım ağacın köklerinin üzerine koyu bir sis perdesi indi. Ormanı terk etmek istemiyormuş gibi, son uzanan kökün orada ince sis durdu. Ve hemen yanıma, suratımdan daha büyük, ölü turuncu rengi pençe konuldu. Tırnakları kemiği andıran pençeyi gördüğüm an soğuk terler sırtımdan aşağı aktı.

Korkuyla dilimi yuttum.

O yaratık bir adım daha attı.

Bacaklarından yukarı çıkan tüyler, ay ışığının altında bile belirgindi. Kararmış bir renk. Sönmüş, ölmüş ama bir zamanlar kızıla kaçan tonu var gibiydi. Ve bu şey bir metre yanımdaydı.

Dışarı çıktı. Kafamı kaldırıp suratına baktığımda…

“Aman tanrılar.”

Ağzı inanılmaz geniş ve en kenarı neredeyse çürüyen bir… tilkiyi andırıyordu. Kulakları sivriliyordu, tepesine doğru rengi biraz daha canlıydı. Gözlerinden turuncu bir ışık aktı geçti.

Evet, çürümüş gibiydi.

At kadar büyüktü.

Ayrıca… Kulaklarının dibinde devasa boynuzlar vardı. Kıvrılıyorlar, ucuna doğru sivrileşiyorlardı.

Ağzını açtığında dünya ikiye yarılıyor sandım ama hayır, ben titriyordum.

Ön dişleri o kadar uzundu ki gözüme soksa arkadan çıkardı. Dişleri birbirinin içine geçmişti. Köpek dişleri hariç diğerleri iğne gibiydi ve parlıyorlardı. Burnunun kenarından uzayan tüyleri, diken gibi kalkmıştı.

Yürüyen bir cesetti.

Bu da neydi böyle?

Atıldı.

Sisle birlikte fırladı, o dumanlar sanki ona yapışmıştı.

Bana tecavüz etmek isteyen adamın üzerine karabulut gibi çökerken bir çığlık koptu, hemen sonra dindi. Önümde sallanan kuyruktan başka bir şey göremiyordum. İkinci adamın da yere düştüğünü sesten anladım. Kırılan kemikler, parçalanan etler ve boğazdan gelen ıkınmalar…

Ellerim toprağı kavradı. Canavarın arkası dönükken kaçmaya cesaret edemedim.

Kuyruğu durdu. Başını hızlıca kaldırdı ve bana baktı.

Bayılacaktım.

Dili yana sarktı. Dişlerinin üzerinde gezdirdi. Koca pençeleriyle toprakta iz bırakıyor olmalıydı ama göremiyordum, oturduğum yere kadar sise bulanmıştım.

Geldi. Yaklaştı. Durmadı.

Sırtımı ağaca tamamen yapıştırdım. Titreyen çenemi birbirine bastırdım. Çevrede bir sürü hayvan olurdu ama bunu daha önce ne görmüştüm ne de duymuştum.

Burnu burnuma değeceği sırada durdu ve gözlerime baktı.

Işıltı artık yoktu. Baktığım şey kendimi bile görebileceğim kadar siyah gözlerdi. Ne beyazı vardı ne de gözbebeği. Çukurun içini dolduran bir karanlıktan ibaretti.

Ağzını açtığında kafamı yana yatırdım. Gözlerimi sımsıkı kapadım ve ölmeyi bekledim.

Nefesi beni yaladı geçti. Dişinden akan tükürük üzerime damlayacak kadar yakındı.

O sırada ağacın arkasından bir hırıltı daha geldi ama artık kendime söz geçiremiyordum. O şekilde bekliyordum.

Canavarın nefesi hâlâ suratımdaydı.

Bir diğer nefes de sol tarafımdaydı. Daha güçlü, daha ıslak bir nefes…

Yanağımı yaladı.

İki tane olduklarını biliyordum. Göreceğim son şey olmamalılardı. Hatırlamak istemiyordum. Beni yalayan ikinci canavar, tam suratımın önündeydi.

(Çakal: “Ölmeli.”)

(Tilki: “Biz öldürmeyeceğiz. İşimize yarayacak.”)

Nefesler aniden kayboldu.

Gözlerimi açtım. Ormanın başlangıcında yapayalnızdım. Ne adamlar vardı ne de canavarlar.

Hayal mi görmüştüm?

O sırada atılan çığlıkla kendime geldim. Her yer yanıyordu, gökyüzü dumanın kirine boyanmıştı. Nefesimi toplayıp yerimden fırladım.

Eren,” Evlerin arkasından, ormanın dibinden hayvanlara yemek olabileceğimi bilerek koştum.

Tavernanın arka kapısına gitmek, yaşamak için tutunmam gereken tek dalmış gibi hissettiriyordu. Eren’i ve Adele’i bulacak, ormana girecek ve canavarlara yakalanmamayı umarak kaçacaktık.

Sokakların ve evlerin kuytu köşelerine saklanarak yaklaşmayı başardım. Adamlar herkesi kılıçtan geçiriyordu. Sanki Ruhsuz Kasaba’dan bir parça bile bırakmayın emri almışlardı.

Tavernanın arka kapısına yaklaştım ve bunca metreye rağmen görmeyi dileyeceğim son şeyi yanlarındaymışım gibi net gördüm. Eren’in bedeni kapının önündeydi, kaçmak isteyerek oradan çıkmış ama göğsüne aldığı darbeyle kanlarında boğulmuştu. Merdivenlerin orada, hemen Eren’in birkaç adım arkasında Adele çatlayan duvara sırtını yaslamıştı. Yanında Idyl ve diğerleri vardı. Hepsinin başı birbirinin üzerine düşmüştü, kimisinin alnından kanlar akıyordu.

Hepsi. Ölmüştü.

“Hayır.” Yanaklarıma kadar titredim. Sesim boğazımda kayboldu. “Hayır. Hayır. Eren, hayır.” Adımlarım güçsüzdü.

Yanına koşmak, onu sarsmak istiyordum. Kalkacaktı. Adele uyanacaktı. Eren elimi tutacaktı, Adele arkamızı kontrol edecekti ve ormana girip buradan olabildiğinde uzaklaşacaktık.

“Eren!”

Onlara koşmak için ikinci adımımı attım, çığlığım adıyla ağzımdan döküldü ama koca bir el tarafından bastırıldı. Omzumdan yakalandım, avucunu ağzıma kapadı.

Sırtım sert göğsüne yaslandığında bunun askerlerden birisi olduğunu sanmalıydım ama huzursuzluk tekrar beni buldu. Bu bedeni, duyguyu tanıyordum.

Belime kolunu sarıp beni geri geri sürükledi, ayakkabılarım toprağa battı. Eren’e doğru çığlık atarken iki büklüm oldum, sesim Rha’nın avucunda hapsoldu. “Kapa çeneni.” Bir evin arkasına bizi sakladı.

Tam o sırada açıkta durduğum yolun önünden beş asker geçti.

Deli gibi soluyordum, göğsüm inip kalkıyordu. O duvara yaslanmıştı, ben ona. “Tek bir hareketine seni askerlerin önüne atarım Kuzu.”

(Çakal: “Daha kötüsünü yapmayacakmışız gibi.”)

Dudakları kulağıma dokunuyordu. “Sessiz ol ve seni buradan rahatça çıkarmama izin ver. Sakın bağırmaya kalkma.” Elini yavaşça çekti ama belimi bırakmadı.

“Eren ve Adele,”

“Onlar öldü.” Omuzlarımdan yakalayıp kendisine çevirdi. Saçları dağınık bir halde gözlerine düşmüştü. Dalgaları bozulmuştu. Daha birkaç saat önce onu görmüştüm ve gitmiş olmalıydı. “Öldüler.”

Kalbime hançerleri saplayıp durdu.

“Asla geri gelmeyecekler. Bedenlerinin ne halde olduğunun hiçbir önemi yok. Onları son kez görmek için yanlarına koşarsan bu senin de sonun olacak.” Gözlerim sürekli tavernaya kayıyordu. Duvarın yanından sıyrılıp görmek istiyordum. “Bana bak.” Çenemden iki parmağıyla yakaladı. “Acı mı çekmek istiyorsun? Çekemezsin. Buradan çıktıktan sonra haykırmak mı istiyorsun? Yapamazsın çünkü benimle geliyorsun. Yasını içinde bile tutmayacaksın. Geride bırakacaksın. Ruhsuz Kasaba’da sürekli ölüm gördün ve bu da onlardan birisi. Üzüleceksin ama güneş bir kere daha doğduğunda bitecek. Bu bir hayattı ve bitti. Onların vakti buraya kadarmış. Senin vaktin dolmamış ve kalanı üzülerek geçirmeyeceksin. Bunun için zamanın olmayabilir Kuzu.”

Çenemden kaldırdı.

“Öleceksen şimdi öl. Yaşamak için buradan çıktığında ölü olarak kalmaktansa, seni şimdi öldürmemi iste.”

Gözlerimin arkası yanıyordu. Yüreğimle birlikte.

“Bana cevap ver Marissa.”

“Benim hiçbir şeyim yok. Artık yok. Ne amacım ne de uğruna yaşayacağım birisi.”

“Yalnızlar da yaşamak ister. Acı verici bir hayat olsa bile, yaşamak ister.” Çenemi bıraktı. “Ya önümde diz çök ve seni öldürmemi bekle ya da ormana yürü.”

Boğazına doğru dalmıştım. Sözlerini duyuyordum ama aklıma girmiyordu. Rüyadaymışım gibi konuştum. “Ölmek istemiyorum.”

“O zaman yürü.”

“Bacaklarım kıpırdamıyor.”

Rha ilk olarak bacaklarımda sorun var sandı ama gördüklerimin şokuyla yürüyemediğimi anladı. Ne homurdandı ne de laf etti. Tam beni kucağına alacağı sırada yaslandığımız duvarın öbür tarafından bir asker yürüyüş yapıyormuş gibi çıktı.

Bizi görünce durdu.

Biz de durduk.

Evin önünden atılan kadın çığlığı onu harekete geçirdi.

Adam kılıcını çekti. Rha adamı incelemeye gerek bile duymadan adımlarını sıraladı. Asker haykırarak ona koştuğunda Rha kılıcına uzandı, adam tam atak yapacağı sırada kenara çekildi. Kılıcını sırtından geçirip tekrar kaldırdı. İkinci adamı görmemiştim bile ama o farkındaydı. Diğer adam da saldırmak için ilerlerken Rha kılıcını döndürdü. Adamın karnını kesti. Organlar su gibi yere aktı.

Öldürdüğü askerlere hiç bakmadan kılıcını kınına soktu. Başım ayaklarımın önündeki cesetlerdeydi.

Belimden koca elleriyle sarıp beni omzuna attı.

Arkasından sallanıyordum. Ormana gidiyordu. Uzaklaştıkça Eren’i ve Adele’i görebilmeye başladım. Küçüldükçe küçüldüler.

“Orman…” diye mırıldandım. “canavarlar var.”

(Tilki: “Canavar mı?”)

(Çakal: “Bana bakmadı bile.”)

(Kurt: “Sana bakmasına gerek yok.”)

Rha beni duymamış gibi devam etti. “Atım orada. Ben canavar falan görmedim. Eğer varsa da… şanslı günümüzdeyiz, öleceğiz.”

“Beni nereye götürüyorsun?” Hâlâ onları izliyordum. Adele dinleniyor gibi görünüyordu. Bu hayalimi bozan tek şey alnından yanağına doğru akan kandı.

Ormana girdi. Alevleri son kez gördüm ama kokusu burnumda kalmaya devam etti. O hışırtılar çıkararak ilerledikçe dallar kırmızı alevleri kapamaya başladı ve sonunda tavernadan geriye hiçbir şey kalmadı.

“Sessiz bir yere.”

Loading...
0%