Yeni Üyelik
8.
Bölüm

8. Bölüm

@leeseaa

At çatlamadan önce Rha mola vermeyi akıl edebildi.

Ormanın içinden yapılan yolculuğun kaçıncı saatiydi emin değildim ama güneş ikinci kez doğuyordu. Beni götürmesinin bir saat ardından hava aydınlanmaya başlamıştı ve şimdi aynı renkler gökyüzünü ısıtıyordu.

Yanımda hiçbir şey yoktu. Elbisem, ayakkabılarım ve göğsümün arasında unuttuğum iki adet altın çeyreklik.

Şu vakte kadar tek kelime etmemiştim.

Rha aramızda yanan ateşi elindeki dalla dürtüklüyordu. Bir dizini kırmıştı, kolunu üzerine yaslamıştı. Alevleri izliyordu.

Ne yapıyordum ben?

İki gün önce beni kurtaran bir adamla ateş başında, ormanın ortasında oturuyordum ve o adam beni bir kez daha kurtarmıştı. Hem de istemediğim halde. Beni neden kurtarmıştı? Nereye götürüyordu ve kendisi nereye gidiyordu?

Tam karşısında oturuyor ve onun rahatlığını izliyordum. “Beni satacak mısın?” dediğimde dalla alevi dürtmeyi bıraktı ama bana bakmadı.

“Seni neden satayım?”

“Sebeplerini biliyorsun ve elinden kaçamayacağım da bariz. Belki sen uyurken tüyebilirim ama içimden bir ses-”

“Seni avlarım.” dedi umursamazca. Ben, beni bulursun diyecektim. Gözlerini bana kaldırdı. Yemin ediyorum tüylerimi ürpertiyordu ama enteresan bir şekilde kaçmayı arzulamıyordum.

“Niye beni avlayasın?” Ben bir hayvan değilim demedim bile. “Bir çıkarın olmalı ki bunu yapasın.”

“Çok meraklısın.”

“İki gün önce sana yapıştığım için beni kurtarmayı görev bilmiş olamazsın. Benden isteyebilecek hiçbir şeyin yok, belli ki parayla da ilgilenmiyorsun.” Böyle dediğimde gözleri sanki altınların nerede olduğunu biliyormuş gibi göğüslerime kaydı.

“Para için neler yaptığımı tahmin bile edemezsin.” Bundan çok eskide kalmış gibi bahsetti. Yani artık ilgilenmiyordu. “Birisine borcum var.”

“Ve?”

“Onu kapatacaksın.”

“Ben mi?” deyip kendimi gösterdim. Arkasına yaslandı, gözkapakları hafifçe kapandı.

“Evet, sen. Borcum para değil. Anladığım kadarıyla bakiresin.”

Birden doğruldum. Alnımdan aşağı ter aktı. “Bunun konumuzla ne alakası var?” Aklımdan türlü türlü şeyler geçti. Rha kaşını kaldırdı, sanırım kaçacağımı anlamıştı. Avlasa bile kaçardım.

Hafifçe güldü. “Tedirgin olma Kuzu. Seni mabede götüreceğim. Zamanında rahibin kızlarından birisi…” Bekledi. “karşılaşmaması gereken bir kazayla karşılaştı. Sorumluluk bana aitti. Ona bir kız borçluyum ve içeri girebilmesi için kızın bakire olması gerekiyor. Seni ona götürüyorum. Sokaklarda aç kalacağına tapınaktan faydalanırsın, eğitim alırsın ve…”

“Mabet fahişelerine beni götürüyorsun.” Rha konuşmayı kesti. Kafamı iki yana sallamaya başladım. “Öldür beni.”

“Tanrılar aşkına, bunu yapmıyorum. Onlar tanrıların isteğiyle hizmet ederler ve ruhlara bile inanmayan bir kız bu görevi yapamaz. Rahip aptal değil, ne olduğunu anlayacaktır. Ama eğitim alacaksın. Bir yerde beynin yıkanır ve inanmaya başlarsın.”

Fazla açık sözlüydü.

“Rahip seninle ilgilenir. Ne yapacağına karar verir veya sana sorar. Tapınaklarda kimseye zorla bir şey yaptırmıyorlar. Onun istediği, ruhlara hizmet edecek temiz bir kızdı, ben de ona bunu vereceğim.”

“Bedenime göre mi yargılıyorsun? Ruhsuz Kasaba’da yaşıyordum. Rahip benden hiç hoşlanmaz.” Benim kasabam tamamen genelevden oluşuyordu. Ayrıca mabet fahişeleriyle kıyasladığımda hepsi daha gerçekçi insanlar olmalıydı.

“Benim için temizlik sikimin üstüne mi, yoksa koltuğa mı oturduğunla değişmiyor.” dedi dümdüz bir sesle. “Ama onlara göre değişiyor. Bana göre ruh kirliyse her şey kirlidir. Bu rahibin düşüncesi ve saygı duyacaksın. Eğer kendi fikrini ona empoze etmeyi başarırsan karşında eğilirim.”

“Aklımı yıkamaya çalışırsa onu öldürürüm.”

Dudağı usulca kıvrıldı. “Senin ruhunun pis olduğu da buradan belli sevgili Marissa. Damarına basılmadıkça öldürmeyi tercih etmeyeceksin değil mi? Tıpkı kuzenine yaptığın gibi. Onu öldürmedin, acı çekmesi umurunda değildi. Ama yaşıyor olsaydı ve aynı şekilde karşılık almaya devam etseydin boğazına bıçağı saplardın.”

“Bu beni kirli mi yapıyor?”

“Bana göre yapmıyor. Kalan herkese göre yapıyor ama kimse umursamıyor.” Ağaçtan sırtını ayırıp aleve doğru eğildi. Kısık ateş yüzüne vuruyordu. “Ona ayak uydur. Tapınağa hizmet et ve düzgünce yaşa. Gerekiyorsa numara yap çünkü elindeki en iyi şans bu.”

(Çakal: “Çenemizi neden yalan söyleyerek yoruyoruz?”)

(Kurt: “Onu kaçırmak mı istiyorsun? Böylesi daha iyi. İnsanlar aptaldır, inanacak.”)

Elindeki dalı alevlerin üzerine fırlattı. “Ağlayacaksan ağla ve kasabayı arkanda bırak. Birkaç dakikalığına sesine tahammül edeceğim.”

“Ben ağlamam.” Aslında küçük bir kızın söyleyeceği sözleri andırıyordu ama o kadar ciddi konuşmuştum ki Rha’nın bile ilgisini çekmeyi başardım. “Bir kere bile ağlamadım.”

“Sırtında kocaman izler var.”

“Ağlamadım.”

“Tüm arkadaşların öldü.”

Başımı salladım. “Ağladığımda geri gelmeyecekler ve ben yaşadıkça yaşayabilirler. Tam burada.” Aklımı işaret ettim.

Ölenin arkasından ağlayabilirsin, üzülebilirsin ama ölenle birlikte ölemezsin.

Annem söylemişti.

İçimde acı vardı. Tarif edilemeyecek kadar yoğun ve derindeydi. Fiziksel acıyla kıyasladığımda çok daha beterdi çünkü bedenimin iyileşeceğini biliyordum ama bu geçmeyecek kadar derine gömülmüştü. Yine de ölümle gereğinden fazla baş başa kalmıştım. Alışmış mıydım? Hayır. Ama duygularımı kontrol etmeyi çoktan öğrenmiştim veya artık bana normal geliyordu. Lakin Eren ve Adele’i düşündükçe gördüklerime kıyaslanamayacak bir kayıp olduğunu biliyordum. İki kelimeden fazla etmediğim Idyl bile acımı körüklüyordu.

“Mabet nerede?”

“Mabedin nerede olduğunu değil, nereden geçeceğimizi soracaksın. İlk olarak önümüzdeki köyde ufak bir mola vereceğiz çünkü acıktım. İki gün sonra dünyanın tek gözüne varacağız. Mabet ona hizmet eder ama topraklarında yer almıyor. Tepede. Çok tepede çünkü göz…”

“Yukarıdan izler.” Ruhlara inanmıyor olabilirdim ama çoğunu bilirdim. En azından yaşadığım kıtaya ayak bastığı kabul edilen ruhlar hakkında bilgi sahibiydim. “Baykuş. Baykuş’un kentine gidiyoruz. Beni o mabede götüreceksin. Göze hizmet etmem için.”

“Bu dünyada yaptığın her şeyi izler. İyiliklerini kötülüklerine kıyaslar. Senin göremediğini görür, vicdanındaki tartının sahibidir. Merhamet olmadan yargılayan Baykuş, geçmişin, geleceğin ve diğer dünyanın gözüdür.”

Birbirimize uzun uzun baktık. Ve sonra… şu halde bile kendimi tutamayıp kıkırdadım. “Fiyasko.”

Rha kaşını kaldırdı.

“Daha yaratıcı bir şey bulamamışlar mı? Baykuş beni gözüne kestirirse sıçtım. Evet, Baykuş’un işi gücü yok, beni izliyor. Korkmam gereken başka şeyler var mı acaba… Boğa bundan daha korkutucu.”

Herkes Baykuş’tan bahsederdi çünkü ona tapanların yaşadığı topraklar dibimizdeydi. Elbette saçmalıktı ve elbette günden güne, kulaktan kulağa bilgiler değişmiş durmuştu. Orada yaşayanlar, ruhları dehşete düşürsün diye saçmalayıp durmuştu ve şimdi Baykuş vicdansız yargılayıcıya dönüşmüştü.

Geride kalmışlardı. Hem de çok geride. Yaşam tarzları Ruhsuz Kasaba’ya hiç uygun değildi.

Rha beni pürdikkat izliyordu, kıkırtıma katılmamıştı. “Ruhları tanıyorsun.”

“Belki. Biraz.”

“Avını izler. Etini kemiğinden ayırır ve yer. Ne organ ne de kan kalana kadar başında bekler. Sürüleri hazmetse doymaz, açlığı bastırılamaz. Bedeni parçalanan ruhlar, onun midesinde kaça bölünmüş olurlarsa olsunlar yaşamaya devam eder. Her zaman arkandadır, gölge sürekli peşinde olacaktır.”

Gülümsemem kayboldu. Aklımdaki arayışta hiçbir cevap bulamadım ve hatta korktum.

“Kimsen bahsediyorsun? Bu kıtada böyle sözler yoktur.”

Dudağı hafifçe kıvrıldı. “Çakal.”

“Bir dakika…” Düşünürken gözlerimi kıstım. “Sonuncusu kurt olmalı. Peşinde olan odur.”

“Üçü farklı, aynı zamanda bir. İnsanlar onların düşüncelerinin ortak olduğuna inanır ama aynı dalgadan doğan üç ruhun görüşleri farklılaşabiliyor. Bu farklılık onları birbirinden ayıran tek şey ve…” İç geçirdi. “fikir ayrılıkları çok sinir bozucu.” Son kelimeleri kendi kendisine etti.

Bacaklarımı öne uzatıp ayak bileklerimi üst üste koydum. “Ormanda gezinen canavarlar varken bunlardan bahsetmen çok hoş.”

Eğlenceli bir tonla “Korkuyor musun Kuzu?” diye sordu. Rha garip birisiydi. Oturuşundaki rahatlık bile hayran kalınacak kadar özgüvenliydi ve hiçbir şeyden korktuğunu sanmıyordum. Veya umursamazdı ve bu da onu aptal yapardı.

“Ruhlardan mı? Hayır. Şahit olduğum canavarlardan? Evet. Birinin beni yaladığını hatırlamak bile istemiyorum.”

(Çakal: “Yumuşak bir tadı var. Şeker gibi.”)

Ayaklarımı salladım. Korku, aklımdaki üzüntüleri yok edecekse anlatsın dursun… Bu daha iyiydi. “Çakal’a nereden vardık bilmiyorum, en son Baykuş’tan konuşuyorduk ama ilgimi çekti. Devam et, ruhlarla ilgilenmeyen ama onlar hakkında çok şey bilen savaşçı Rha.”

“Kıtanın bu tarafında da onlara tapanlar var. Bir ara uğradım ve öğrendim.”

“Onların tasvir edilmiş olması gerekiyor. Tapınakları vardır, mutlaka çizimleri de olmalı. İnsan bedenlerinin çizimlerini gördün mü?”

“Belki birkaç tane görmüşümdür.”

Sesi çok sakin çıktı. Vurdumduymazdı ve ben de o şekilde konuşuyordum ama sebebi bir günü aşkın süredir hiç uyumamış olmamdı. “Peki ya ruhani bedenleri?” dedim mırıltı gibi.

Rha da karşı ağaca yaslandı. “Sence neye benziyor?”

Bu soruya cevap vermesi gereken son kişi bendim. Hayal gücüm çok sınırlıydı ve inanışı kaybetmiş bir insan olarak cevap vermemem gerekiyordu. “Bilmiyorum.”

“Hayal etmeye çalış.”

Buna çabalamazdım bile. Ama sesindeki istek, beni düşünmeye zorladı. Aşağı doğru kaydım, ayaklarımı sallamayı bıraktım ve gözlerimi yumdum.

Karanlığa hapsolduğumda gözümün önüne bir beden ilişti. İnsan değildi.

“Simsiyah. Bir insanın iki katı boyunda. Elleri kurdun pençelerine benziyor ama insan ellerini de çağrıştırıyor. Boynuzları var. Kulaklarının hemen önünden çıkmış, geriye doğru kıvrılıyor. Tüyleri kalkmış. Pislikten ve ıslanmamaktan kaynaklı oluşan görüntüyü andırsa da yapısı o şekilde. Dünyaya ait gibi durmuyor. Kabusların içinden fırlamış gibi. Dişleri…” Titredim. “Köpekdişleri çenesinin iki yanından uzanmış. Ağzı çok geniş. Dünyaları yutacak kadar geniş. Ve dili…” Karşımdan hışırtı geldi. “çatal dili var.”

Gözlerimi açtım. Rha donmuş bir ifadeyle beni izliyordu.

(Kurt: “Nereden biliyor?”)

(Tilki: “Kızda bir şey var.”)

(Kurt: “Bin bedenimden birini eksiksiz söyledi.”)

“Çatal dil ha… bunu nereden çıkardın?”

Omuz silktim. “Aklımda öyle canlandı. Boynuz ise… bilmiyorum. Sanırım ormanda gördüğüm garip şeyden dolayıydı.”

(Tilki: “Beni inceledi.”)

(Çakal: “Yine de bu kadarını söyleyemez.”)

“Ruhların bir sürü bedeni vardır derler. Söylesene Marissa, sence kurt başka ne şekilde dolaşmıştır?”

Elbette Kurt’tan bahsettiğimi anlamıştı. “İnsan gibi, iki ayağının üzerinde.” deyiverdim ama bunun görüntüsü aklıma bile gelmemişti. “Yürüyor, tıpkı bizim gibi ama kalan her şeyi aynı. Karşıma dikilirse ve bunu görürsem, orada öleceğim kadar korkunç.” Üşümeye başladım. “Pekâlâ, bu konu beni rahatsız etti. Ormanda olduğumuzu hatırlatmalı mıyım?”

(Tilki: “Onun kâhin olduğunu zaten biliyorduk.”)

(Kurt: “Kâhinler hiç bürünmediğim bir bedeni bilemezler.”)

Rha tek kelime etmiyordu. Aklımda yürüyen pis canavarlar onu da korkutmuş olmalı diyecektim ama korkacak birisine de benzemiyordu, anca kahkaha atardı. Daha mabede gitmemiştim, gidecek miydim yoksa kaçacak mıydım onu bile bilmiyordum. Rha beni buradan çıkarana kadar huyuna gitmek en mantıklısıydı.

“Her neyse,” diye mırıldandığımda menekşe gözlerini kırpıştırdı ve dikkatini bana geri verip hayallerden çıktı. “Mabette iyi bir hayatım olacak mı?”

“Çok iyi. Çok… huzurlu.”

“Güzel.” Kollarımı kavuşturdum. “Sanırım molamız uzun olacak?”

Başını hafifçe salladığında bunu uyuyabilirsin olarak kabul ettim. Her ne kadar direnmek istesem bile bilincime söz geçmiyordu. Yürüsem, hareket halinde olsam belki uyanık kalabilirdim ama ateş başında, çimenlerin üzerinde pek mümkün değildi.

“Sence neden kasabaya saldırdılar ve kül ettiler?” dedim gözlerim kapalıyken.

“Krallıktan emir aldılar.” Hemen cevap verdi. “Ruhsuz Kasaba, adıyla bile dikkat çekiyor. Hiçbir şekilde inançsız kalamazsın Kuzu. Neye inandığının hiçbir önemi yok, sadece inanman gerek. Kasabada buna yer yoktu ve bu, krallığı rahatsız etti. Askerleri bu yüzden yollamış olmalılar.”

“Çok saçma.”

“İki gün ruhlarla iletişim kurmaya çalışmadan geçirirsen sorgulamaya başlayabilirsin. Kasabanın yaptığı buydu.”

“Kasaba özgürdü.”

“Onlar için fazla özgürdü. Krallıklara bağlı değildi ve bir tanesi yok olmasını isterse, bağımsız olanlar yok olur.”

Kendimi karanlığın soğuk ve yalnız kollarına bıraktım. Tetikte uyumak istedim ama yorgunluk o kadar derinden vurdu ki bir saniye bile dayanamadım. Baygın gibi uyudum.

Fakat Rha’nın beni izlediğini biliyordum.

(Kurt: “Aradığımız olabilir mi?”)

(Çakal: “Onu sağ bırakamayız.”)

(Tilki: “Peki ya bunca yıldır bulamadığımızsa? Bu şans bir daha gelmeyebilir. Aklı açık, eğer bedeni de açıksa… Bu ıstırap bitebilir.”)

(Kurt: “Denemeden bilemezsin. Avla onu Çakal.”)

Karanlık kollar aklımın her köşesinden tutuyor, beni derin uykunun çukuruna çekiyordu.

Rüyaydı.

Bomboş bir yoklukta, ruhum hiçliğe süzülüyordu. Bu karanlığın içinde gri dumanların arasında bana bakan sarı gözler vardı. İnsan silüetiydi. Oluşamamış, oluşmaya çalışan ama bedenine tamamen kavuşamayan bir gölgeydi. Dumanlar onu oluşturuyor ama rüzgâr gibi dağılıp tekrar birleşiyordu.

Zihnimde onu tamamladım.

Simsiyah saçları, gözlerine doğru düşmüştü. Hafif çekik gözleri, karanlığa o kadar iyi uyum sağlamıştı ki irisleri bile kaybolmuştu. Esmer teninin çevresinden dumanlar akıyordu. O kadar uzundu ki devlerle yarışırdı. O gözler sarı bir ışıkla parladı. Dudağının kenarı, tüm diyar onun avucundaymış ve kendisinin belirlediği kurallara uygun oynuyormuş gibi kıvrıldı.

Beni izliyordu.

Dumanlar ilk önce bedenine, sonra suratına kapandı. Adam kayboldu. Gölgenin içinden beni izleyen sapsarı gözler belirdi. Ardından sisin içinden ıslak burnu, iğneleri andıran dişleri göründü. Ağzını hırlayarak açtığında dişlerinin karanlığı beni ürkünç şekilde mest etti. Dili kıvrıldı, tüylerinin kenarını yemek yemiş gibi yaladı.

Tüyleri puslu bir renkti.

Başını sisin içinden biraz daha çıkardığında kulağının dibinden tepeye uzayan boynuzları göründü. Kıvrak bir şekilde tepeye uzanıyordu ama boynuzlarından parçalar ağaç dalları gibi çıkmıştı ve çatlamış görüntü oluşturmuştu.

Bu bir çakaldı.

Ve tanrılar şahidim olsun gülümsüyordu.

Elleri insanların ellerine benziyordu. O tırnaklar hayal edebileceğimden daha uzundu. Vücudu korkunçtu, bir insanın tepesine dikilmeye ve altında ezmeye yönelikti.

Nefesini hevesle alıyor, hevesle bırakıyordu.

Boğazdan bir ses çıkardı. Üzerime atladığında ruhum boşlukta çalkalandı.

Düştüm. Rüyanın en derinlerinde yuvarlandım.

Ayaklarım yere bastı. Geri geri ilerlerken sırtım bir bedenin sert göğsüne dokundu. O puslu alan hâlâ önümdeydi ama bu kez insan gözleriyle bana bakıyordu. Az önce gördüğüm çakal, tekrar bir adama dönüşmüştü.

Hemen kafamı kaldırdım ve yaslandığım kişinin Rha olduğunu gördüm. Lakin karşımdaki canavardan bakışlarımı çekemedim.

“Kurtar beni Rha.”

Kolumu tuttu. Diğer elini çeneme yerleştirdi. Tilki gibi kurnaz bir sesle cevaplarken dudakları kulağımı okşuyordu. “Kaçtığın zaten benim, Kuzu.”

O sis dalgası önüme kapanmaya başladı. Boş gözleri olan, az önce çakala dönüşen beden, burnumun dibindeydi ama hâlâ gizleniyordu.

Karşımdan bir mağaranın en derinlerinden yükseliyor gibi çıkan sesi geldi. “Yaslandığın kişi benim Kuzu.”

Boğuluyor gibi doğruldum.

Güneş batmıştı. Kaç saattir uyuyordum?

Nefesimi toplamaya çalışırken elimi göğsüme koydum. Çimenlerin üzerine uyurken düşmüştüm, saçlarıma yapışmışlardı. Bulanık görüşüm düzeldiğinde Rha’yla göz göze geldim.

“Ne oldu?” diye sordu.

Alnımdan akan teri sildim.

Ne olmuştu?

“Ben…” diyecek bir şey bulamadım. “Sanırım yine rüya gördüm.”

Yeni uyanmış gibi görünmüyordu. “Ne gördün?” diye sordu, başımı bilmiyorum der gibi sağa sola salladım. Arkasına yaslandı. “Uyumaya devam et. Birazdan yola çıkacağız, ihtiyacın olacak.”

Reddedemedim. Konuşmak istemiyordum. Bu yüzden ona arkamı döndüm ve uyuyamayacağımı bilerek gözlerimi kapadım.

(Çakal: “Bunu yapamamalıydım.”)

(Tilki: “Ama yaptın.”)

(Kurt: “Kanı lekeli. Her türlü ölecek.”)

(Tilki: “Bu bir şans!”)

(Çakal: “Borcunu öde, ondan kurtul. Plan buydu.”)

Rha ayağa kalktı. Kılıcını aldı, ayaklarımın dibinden geçerken kınına yerleştirdi. Gözlerim açıktı, önümdeki ağacı izliyordum. Dayanamadım. “Rha,” Ayaklarımın orada durdu. Ağır hareketlerle doğrulup aşağıdan ona baktım. Eteğimi topladım, kıvırcıklığı mahvolan saçlarımı geri attım ve karşısına geçtim. “gidebilir miyiz?”

Derin bir nefes çekti. “Sana uyumanı söyledim. Birazdan gideceğiz.”

Arkasını dönüp yürümeye kalkıştığında panikle harekete geçtim. Uzun parmaklarını yakalamam koca bedenini duvara çarpmış gibi durdurdu. “Şimdi gidelim.”

Bana dönmedi. “Niye?”

“Burası beni huzursuz etti. Bilmiyorum, ormanda kalmak istemiyorum. Şu ağaçlardan kurtulalım.” Elini daha çok sıktım. Hafifçe bana döndü, yorgun görünen gözleri parmaklarıma kaydı. O an elimi çekmem gerektiğini biliyordum ama yüzümdeki yalvaran ifade tutuşuma da yansıyordu. Yapamıyordum. “Lütfen.”

Gitmek istiyordum.

Belki de gördüğüm canavardan veya kasabaya çok yakın olmamızdan kaynaklıydı, gitmem gerekiyordu. Ağaçların arasından bir şey beni izliyor gibi hissediyordum.

Parmaklarımın arasında hapsettiğim iki parmağını kıpırdattı. “Başka bir yerde mola versek? Delirmek üzere olduğumu hissediyorum. Rahip deli bir kızı istemez. İki gün önceki karının ufak ricasını görmezden gelme, ha?”

Ya dudağı seğirdi ya da azıcık güldü.

“Ağaçlardan kaçıp kime sığındığını biliyor musun?”

“Muhtemelen çıplak elleriyle bir adamı ikiye bölen, duygusuz bir yabanisin.”

Başını yana eğdi. “Çoğunda haklısın.”

“Ellerin çıplak değil miydi?”

“Yabani değilim.”

Hah…

“Şu an beni huzursuz eden sen değilsin, nefes veren orman. Ayrıca bana söz vermiştin. Bana zarar vermeyecektin.”

“O söz bir günlüktü.” Kahretsin ona güvenmemem gerekiyordu. Bana hiçbir şey borçlu değildi.

“Pekâlâ, uzatmayı seçtim ve bu konuda karar verme hakkı sadece bana ait.”

“Başıma bela almayacağım. Ben ne dersem o olur. Kıçını kurtaran bendim, sözlerime uyacak olan sensin.”

“Almazsın ama beni mabede götürene kadar korumak zorundasın, burada kalmak istemiyorum dediğimde de dinlemelisin.” Keşke tepki verseydi. Sanırım az önceki tahminimin duygusuz kısmı da doğruydu. “Haydi gidelim Rha. Yemin ediyorum seninle bira içerim, o oyunu da oynarım. Hatta ben ısmarlıyorum.” Boştaki elimi göğsüme götürdüm ve çeyrekliklerden birisini çıkardım. “İşte, ön ödeme.”

Onun bana verdiği altını cebine sıkıştırdım. Bunun için can alabilirdim ama şu an umurumda değildi.

Rha cebine soktuğum elimi takip etti. Bu kez mini minnacık gülümsemeyi kesin görmüştüm.

Hemen kayboldu.

Elini elimden onu yakıyormuşum gibi çekti. Başıyla atını işaret etti. Derin rahatlama tüm kaslarıma yayıldı.

Önüne düştüm, koşar adım yürüyüp atın sırtına atladım. Durduğu yerden bana baktı. Arkama atladı. Sırtım ona dokunduğunda enteresan şekilde daha önce hissetmediğim sıcaklığı aldım, kalkanın arkasına sığındığımı hissettim.

Sönen ve dumanı tüten kamp ateşinden oldukça uzaklaştık. Atımız sakin adımlarla arasında uyuduğum ağaçları geride bıraktı.

Ama o his tamamen gitmedi.

Sanki arkamdaydı. Beni izliyordu.

Loading...
0%