Yeni Üyelik
9.
Bölüm

9. Bölüm

@leeseaa

Yolculuğumuz olması gerekenden kısa sürdü çünkü Rha duracağız dediği hiçbir yerde durmadı. Bana pek bakmıyordu. Sanki benden hemen kurtulmak istiyordu, ona ağırlık yapıyordum. Bu yüzden mola verip dinlenmediğimizden emindim. Bir şey söylemese, çaktırmasa bile emindim.

Baykuş Kenti’nin içinden bile geçmemiştik. Mabet yüksek tepelerin zirvesindeydi, gözün yeri orasıydı, tapınağı inşa edenler buna inanmıştı ve biz de dağın yamacından yol almış, üst üste binen bin merdiveni dinlenerek çıkmıştık.

Dilim köpek gibi sarkmıştı. Kimse bana bu kadar merdiven olacağını söylememişti. Bu yüzden yolun yarısında bayılmaya çalışmıştım. Evet, bilerek yapmıştım. Bayılmayı dilemiştim çünkü devam edemiyordum, bacaklarım titriyordu. Rha oyunuma gelmedi. Sayamadığım merdivenlerin ortasına geldiğimizde söylenerek beni kucakladı, birkaç on tanesini de bu şekilde çıktı.

Ama uyuyor numarası yaptığımı fark edince öfkelendi ve beni geri bırakıp bu acıyı tekrar verdi.

Tapınağı uzaktan gördüğümde ilgimi çeken ilk şey merdivenleri olmuştu, lakin sıradan bir izleyici olarak yamaçtan baksaydım, detaylarıyla büyülenirdim. Binalara ayrılan kanatlarında Baykuş’un hizmetkarı olmaya kendisini adayan kişiler kalıyor olmalıydı ve merdivenlerin uzandığı merkezin tepesinde, hayatımda gördüğüm en büyük heykel yer alıyordu. Bir baykuş, kanatlarını açmıştı ve tapınağın tepesine konmuştu. Öyle bir heykeldi ki bunun ruhun kendisi olduğuna inanmıştım. Üçüncü gözü, alnının ortasındaydı. Aşağıya bakıyordu ama kenti değil, her yeri izliyordu.

Bir an için bu heykelin Baykuş’u görmeden yapılamayacağına inandım. Bir an için ben de o gözün nelere şahit olduğunu bilmek istedim.

Yalan değildi, büyülenmiştim.

Son merdiveni hayatımın savaşını kazanmış gibi çıktığımda Rha bana nefes almam için birkaç dakika verdi. Ellerimi elbisemin dizlerine dayadım ve öyle bekleyerek nefes alıp durdum, gözlerimi hiç açmadan kalbime biraz sakin olması gerektiğini fısıldadım yoksa ağzımdan çıkacaktı.

Benim aksime bu adam, bir merdiven bile çıkmamış gibi görünüyordu. Sadece nefesleri duyulacak kadar yükselmişti, bazı insanlar normalde böyle nefes alırdı. Rha’nın şunca merdiveni zorlanmadan -ve birazında beni taşıyarak- çıkması sinirimi bozmuştu. Ayrıca imrenmiştim.

Ama çaktırmadım.

Başımı yavaş yavaş kaldırırken tapınaktan önce onu gördüm. Bir adım önümdeydi. Eli kılıcının kabzasındaydı, parmakları kabzayı sımsıkı kavramıştı. Gözlerini kısmış, tapınağın altın kirişli kapısına bakıyordu. Beyaz ve tertemiz görünen tapınağı görmesem, sadece Rha’nın bakışlarıyla değerlendirsem, burasının mezarlık olduğunu söyleyebilirdim.

Doğrulduğumu ve nefeslerimi düzene soktuğumu fark etmedi. Hâlâ aynı yere bakıyordu, dalmış gitmişti. Sağdan sola gözlerim dolaştı. Devasa bir yapının içinde, girişindeydim ama kendimi terk edilmiş hayalet kentte gibi hissediyordum çünkü çok… “Sessiz.” dedim. Rha hayallerden kurtulup bana döndü. “Burası çok sessiz. Baykuş ses mi sevmiyor?”

Bakışlarını yumuşatmak istedim ama en ufak bir değişim olmadı. Geçen günlerde de onunla pek fazla konuşmamıştım, iç dünyama kapanmama izin vermişti. Arada sırada zevzek şeyler fısıldayıp kendimi eğlendirmeye çalışırken o da benzer bir yorum yapıyordu o kadar.

Yürümeye başladı. “Buradan.” Önümden geçti gitti. O büyük kapıyı kullanmadı.

Dev kolonların arasında kaybolmadan önce peşine takıldım. Biz ilerledikçe aşağısı uçuruma dönüşüyordu.

“Kalabalık olduğunu sanıyordum.”

“Kalabalık. Ancak şimdi dua ediyor olmalılar.” Ne arkasını dönüyordu ne de yavaşlıyordu. Savaşa gider gibi yürüyordu.

(Tilki: “Hata.”)

(Kurt: “Yaşatmak bir hata olabilir.”)

(Tilki: “Hata yapıyoruz. Bu şekilde olmaz. Onu ya biz öldüreceğiz ya da test etmeye devam edeceğiz. Aklımız aklın, hata yaptığımızı biliyorsun. Damon! Bu koca bir hata… Damon!”)

Rha başını yana hafifçe yatırdı ve ağrıyormuş gibi parmağını şakağına bastırdı. Birden durdu. Bir noktayı ovuşturuyordu. Yanına vardığımda gözlerinin kapalı olduğunu gördüm.

(Çakal: “Sadece bir insan.”)

(Kurt: “İnsan bizi var etti. Yaşamak için bir insana ihtiyacımız vardı. Şimdi o insanın bedeninde, tek bir kişiyiz.”)

“Rha?” Gözlerini açtı. Öyle ruhsuz bir bakıştı ki, bir adım geri gitmeye beni zorladı. Ondan uzaklaştığımın farkına bile varmadım.

(Tilki: “Kâhinleri öldür.”)

(Çakal: “Hepsini öldür.”)

(Tilki: “Ama o bir kâhin değil. O senin gibi.”)

“Rahip burada.” Rha karşısında değilmişim gibi konuştu, hemen ardından uzaklardan açılan kapıyı duydum. Sırtımı ona döndüm.

Parlak zeminde tok adım sesleri yankılandı, bir adam karmakarışık koridorlardan çıkıp kolonların arasına karıştı. Beyaz bir pelerini vardı. Tek başınaydı. Bana yaklaşırken başlığı alnının arkasına kadar açıldı, beyaz saçları dikkatimi çekti. Adam yaşlıydı ama yürüyen cesetleri andırmıyordu.

Tam karşıma geldiğinde az önceki düşüncemin doğruluğu kayboldu. Bu bir cesetti. Gözleri öyle bakıyordu. Ayrıca ben burada değilmişim gibi önüme geçmiş, bir kere suratıma bakmamış ve direkt olarak Rha ile yüz yüze gelmişti. Aralarında kalmıştım ama aslında yok gibiydim.

Adamın ağzından çıkan ilk soru “Kız bakire mi?” oldu.

Rha arkamdan başını onaylayarak eğmiş olmalıydı, ancak o zaman adamın boş mavi gözleri beni buldu. Ayaklarıma kadar bakışlarını indirdi, ellerini pelerininin içinde birleştirdi.

Surat ifadesindeki donukluk beni titretecekti.

“Kalacak mısın?” Bana bakarak onunla konuştu.

“Sonuna kadar değil.”

“Beni takip edin.”

Rahip arkasını dönüp yürümeye başladığında kıpırdayamadım. Rha sırtımın ortasına parmağını yaslayıp ittirene kadar yürümedim. Tek sıra halinde uçurum kenarından devam ettik, kolonları teker teker geçtik. Bu sırada tapınağa başımı kaldırmıştım ve tepeden vuran güneş yüzünden gözümü kısarak inceliyordum.

Mabet fahişeleri burada olmalıydı. Tapınak, Baykuş’un ve Baykuş’la yol alan ruhların askerlerine hizmet edip dünya hayatında onları rahatlatan kadınlarla dolmalıydı ama ben ne adam ne de kadın görüyordum.

Beş dakika kadar yürüdük, şimdi dağın öteki tarafına bakıyorduk. İçeriye açılan koridorların tavanı yoktu, bulutlar tepemizde süzülüyordu ve Baykuş’un üçüncü gözü o kadar büyüktü ki buradan da görülüyordu.

Fazla derinlere inmedik ama yürürken ayak sesleri duyduğuma emindim.

Rha bana burada rahat edeceğimi söylememiş miydi? Eğitim alacak, Baykuş’a hizmet edecektim. Ona inanmadan görevlerini yerine getirecektim ve hoşuma gitmeyen noktada kaçmayı planlamıştım. Bomboş bir yerden kaçmak çok zor olamazdı lakin bu boşluğa rağmen geçilmez duvarları var gibi hissettiriyordu.

Ölüm gibi.

Kapana kısılmış.

Bir kapının önündeydik.

Şiddetli nefeslerle göğsüm kalkıp inmeye başladığında Rha arkamda bitti. Göğsü neredeyse bana dokunacaktı. Hâlâ bir yabancıydı ama nefesimi sıradanlaştırmaya yardımcı oldu. Bunu hissetmiş gibi kafasını bana eğdi.

Rahip üç adım önümüzdeydi. Çift kapının önünde açılmasını bekliyordu. Kendisi ittirmiyordu.

“Çok şey istediğimi biliyorum.” diye mırıldandım. Başımı Rha’ya kaldırdım. “Ama bir güncük kalsan? En azından ben nerede olduğumu idrak edene kadar?” Rha yüzüme boş boş baktı. Gülümsemeye kendimi zorladım. Elimi göğsüme götürdüm ve çeyrekliği çıkarıp parmaklarımda tuttum. “Ödeme bile yaparım.” dedim alayla. Avucuna altını bıraktım, parmaklarını altının üzerine kapadım ve elinin üzerine vurdum. “Bence bir gün için iyi bir para. Çok pahalısın.”

Önümüzdeki kapının arkasından sesler gelince karşıma döndüm. Rha’nın altını bıraktığım yumruğu hâlâ havadaydı, diğer eli kılıcındaydı. İçeri girene bir şeyler oluyordu çünkü o da donmuş gibiydi, hareket etmiyordu.

Kapı açılırken nefesimi tuttum.

Tamamen açılmadan önce rahip içeri girdi. Arkasından takip ettim.

Kapkaranlık bir salona adım attım. Kapıyı kimin açtığını şimdi görüyordum. Memelerini belli eden tülden elbise giymiş iki kadın, kapının iki yanındaydı. Rahibin dibinden ilerledim, Rha da benim dibimden geldi. Kadınlar Rha tam önlerinden geçerken dizlerini kırıp hafifçe eğildi. Rahibi selamlamak için biraz geç kalmışlardı sanki?

Kapı arkamızdan kapandı.

Duvarlar bile siyahtı, meşaleler döşenmişti ve salonun tam tepesinde, tam ortasında camdan pencere vardı. İnanılmaz kasvetli, soğuk, boğucu ve kan kokan bu odayı o ışık biraz olsun yumuşatmıyordu.

Hemen solda, birkaç merdivenin tepesine konulan koltuk dikkatimi çekti. Hayır, o bir sandalye değildi. Taht gibi görünüyordu ama tozun içinde, kimseyi beklemeyen bir tahttı. Göstermelikti.

Rha elbisemin sırtından tutup çektiğinde durdum.

Neden böyle bir şey yaptığını görmek için ona bakacağım sırada rahip de ilerlemeyi kesti. Salonun sağındaki ve solundaki kara girişlerden ellerinde kaseler tutan kızlar aynı anda çıktı. Üç sağda, üç solda… Bu kadınların hepsi aynı görünüyordu ama fiziken değil, duruş olarak. Hepsinin başı öndeydi, hepsi karşımıza dizildiğinde dizlerini kırıp eğilmişti.

Garipliği sezdim. “Ne oluyor?” Sesim boşlukta yankılandı.

Rahip deminden beri tam önümde duruyordu ve şimdi kadınlar kapadığı kısmı gölgelemişti. İlk önce rahip bir adım kenara çekildi. Ardından kase tutan kızlar aynı anda kaydı ve bana tepeden gelen ışığın nereye vurduğunu gösterdi.

Tam oraya.

Bir taşa.

Gözlerim kocaman açıldı.

Bir adım gerileyince Rha’nın çelikten bedenine çarptım. “Rha?” Rahibe, kadınlara, taşa, olduğum yerin karanlığına… her yere bakışlarım uğradı. “Bu bir… sunak.”

Rahip çenesini dikleştirdi. “Baykuş’un gözleri temiz bedeni arar. Üçüncü göz, kendisine verilecek bedenin her parçasını izleyecek. Ruh bedeni uzun süre terk etmeyecek. Organlar sunulacak ve Baykuş’un gelip alması için bırakılacak. Bakirenin ruhu, Baykuş için ayrılan tüm parçalarını verirken uyanık kalacak ve bundan onur duyacak.”

Kan beynime sıçradı.

Kadınların elindeki kaseler…

Organlarım için…

Canlı canlı çıkarılacak organlarım için.

Beni bir sunağa getirmişti!

Gözlerim karardı, dehşetle hareket ettim. Tam arkamı dönüp kapıya koşacağım sırada Rha bileğimi yakaladı. “Bırak beni!” Çığlık attım. “Beni kurban etmek için getirdin! Baykuş için! Seninle gelmeyi seçtim!” Çığlıklar atıyordum.

Parmaklarını asla kımıldatmıyordu. Olduğu yere yapışan heykelden farksızdı, suratı da öyleydi.

Arkamda adım sesleri yükseldi. Rahip parmaklarını şıklattı. Bir an dönüp bakma gafletinde bulundum. Sunak taşının kenarlarındaki kemerleri iki kız çıkardı, onlarla beni bağlayacaklardı ve bu herif benim organlarımı çıkaracaktı!

Bağırdım.

Hem de sesimi bir daha çıkaramamayı göze alacak kadar şiddetle.

“Bırak!” Kolum onun tutuşunda kurtulmaya çabalarken acıdı. Parmakları beni yakıyordu.

Rahip hemen arkamdaydı. “Bununla birlikte, tek dalgadan doğan kardeşlerin Baykuş’a olan borcu kapanacak.” Rha’nın duygusuz gözleri rahibe kaydı, sonra benim dolu gözlerimle buluştu.

Kendimi yere bile atamıyordum.

Bacaklarımı kırmıştım, kapıya doğru eğilmiştim ama bırakmıyordu.

Ağlayamadım.

Yine ağlamadım ama birkaç dakika sonra çığlıklarla ağlayacağımı biliyordum.

“Adağı teslim et, Rha.”

Rha’nın gözleri çelik kadar keskin bir hisle netleşirken rahibin arkamdaki duruşunda oyalandı. Başını bir kere salladı.

O yaşlı adam beni yakalamak için kollarını kaldırdığı an Rha sımsıkı kavradığı parmaklarımdan beni çekti.

Arkasına doğru fırladım. Ellerimin üzerine düştüm, dizlerim parlak yeminde yanarak kaydı.

Beni almak için uzanan rahip kolunu daha indirememişken Rha en başından beri tuttuğu kılıcını kınından çıkardı ve yanlamasına bir hareketle rahibin başını bedeninden ayırdı.

Kafa, ışıltılı zeminde lekeler bırakarak bir top gibi yuvarlandı. Ardından bedeni yere düştü.

Olduğum yerde mumyalanmış gibi duruyordum.

“Sikmişim Baykuş’u.” Hafif mırıltısı kulağıma doldu. Emekler vaziyette bekliyor ve onun omuzlarını izliyordum. Beni almaya hazır kadınlara doğru kafasını kaldırdı.

İki kapının önünde bekleyen iki farklı kadın daha vardı. Bu kadınlar daha farklı giyinmişti. Siyah elbiseliydiler. Rahip öldüğünde birer adım atıp sunağın içine girdiler.

Rha kılıcını geri yerleştirdi. O kadınlara baştan sonra baktı, ölüm gibi görünüyordu. “Değerli Baykuş, çok istiyorsa beni Girdap’ın içinde ziyaret edebilirdi.” Kamçı gibi çıkan sesle birlikte önündeki her kadın titreyerek başını daha da yere çevirdi.

Yere yapışacak kadar eğildiler.

“Ruhun sözcüsü nerede?”

Siyahlı kadınlardan birisi öne çıktı.

Sesi tok kadın, sunağın hemen önündeydi. “Baykuş’tan bir ruh aldınız, geri ödemesini talep ediyor. Bedene beden, ruha ruh. El değmemiş güzellikte bir beden, bir gelecek gören bizden çalındı. Eğer ki Çakal, Tilki, Kurt ve Ruh, Baykuş’a olan borcunu ödemezse…”

“Ne yapar?” Rha konuşunca kadın sustu. Bir daha sordu. “Ne yapar?”

Sesi değişmişti.

Kalın.

Çok derinden.

Sanki sunağın dışından…

Ellerimi koyduğum zemin, çift kapılı girişten giren sisle kaplanmaya başladı. Konuşmalarını takip edemiyordum, bayılacakmış gibi hissediyordum. Sis parmaklarımı kapayınca elimi yukarı çektim.

Soğuktu.

Tıpkı ormanda gördüğüm canavarı takip eden duman gibi.

“Sana…” Rha konuştu. “ne…”

Sis yükseldi. Hemen omzunun üzerindeydi.

Gölge şekil aldı. Boynuzları olan bir kurt başını andırdı. O kurdun gözleri kırmızı şekilde parladı ve hırlama, salonda yankılandı ama ağzı kıpırdayan Rha’ydı.

“… yapar dedik.”

Duman yükseldikçe yükseldi. Rha’nın diğer omzundan da açıldı. Arkasında oluşan ama bedenleri karanlığa gömülen silüetlerin yalnızca boynuzları ve kurt ağzına benzeyen çeneleri belirgindi.

Kadınların hepsi aynı anda eğildi.

Ona bakamadılar.

Ben, rüyada olup olmadığımı çözmeye çalışıyordum.

Sağ omzundan açılan ve daha minik bir çeneye sahip olan canavar gölgenin başı, bir an bana döndü. Turuncu bir ışık gözlerinde yansıdı.

Bana baktı.

Kendimi geri attım. Resmen yerde sürükleniyordum. Sırtım kapıya yaslandığında kaçacak yerim kalmadı, canavar gölge tekrar önüne döndü.

“Sorumuzu yanıtla, sözcü.”

Kadın titrek bir çeneyle cevapladı. “Baykuş bizimle konuşmaz.”

“Çünkü burada değil.” dedi. “Biz buradayız.”

Sözcü en önde kalmıştı. Diğerleri fark ettirmeden geriye bir adım attı.

Rha devam etti. “Ona pis bir beden vereceksin. Kellesi olmayan rahibini sunak taşına yatıracaksın, ruhuna sunacaksın. Baykuş, kızın ödemesini kendi rahibiyle değiştirecek. Aksi takdirde, gözleyeceği bir tapınak bulamaz.”

“Ama…”

Tam o an sözcünün çıktığı kapıya kadar yayılan sisin içinden canavarlara yakışacak ses duyuldu. Karanlık alevlerden oluşan bedene sahip olan yaratık kapının önünde belirdi.

Bir çakal.

Öylesine bir ağzı vardı ki, gölgelerden oluşan bedeninde bile inanılmaz belliydi. Hayallerin dışarıya yansımasını andırıyordu. Boynuzları kulağının arkasından çıkmıştı, tüyleri karanlık alevler gibi dalgalanıyordu. Elleri sisin içinde belli oluyordu.

Oradan bağırır gibi ses çıkardığında, tüm kadınlar yerinde sıçradı.

“Bizi duydun mu?”

“Sizi duydum, Rha.”

“O zaman işini yap çünkü hepsini izleyeceğiz.”

Kadınlar rahibin bedenine hızlı adımlarla koştururken Rha bana yan döndü ve Baykuş’a ait olduğu belli olan tahta ilerlemeye başladı. Yürürken bana baktı.

Sisler onunla kıpırdadı.

Omuzlarındaki gölgeler kaybolurken başına doğru birleşti.

Sadece bir saniyeliğine, o dumanlar başının üzerinden hayal gibi çıkan kara boynuzlara benzedi. Gözlerimin oyunu bile olabilirdi.

Çünkü sanırım ölüyordum ve ne gerçek ne hayal anlamıyordum.

Tahta yerleşti. Oraya yayıldı.

Kadınlar rahibin bedenini ayaklarından tutup sunağa sürüklerken kapının orada hâlâ alev gibi görünen çakal bedeni onun arkasına geçti. Rha’nın oturduğu tahtın yanından kafasını uzattı. Onunla yan yana görünüyordu.

Hayır…

O zaten oydu.

“Çakal, Tilki, Kurt ve ruhun Baykuş’tan isteği, bu bedenin adak olarak kabul görmesi. Baykuş dileği duyuyor, bunu kabul ediyor. Çakal, Tilki ve Kurt’un altındaki dalgadan doğan Baykuş, bu adakla birlikte tüm borçları silecek. İki taraf birbirine karşı sorumlu olmayacak.”

“Aynen öyle.”

Rha sunak taşına bakıyordu.

O şey ise… bana.

(Çakal: “Fikrimiz değişmiş.”)

(Kurt: “Bu bir hataysa, onu öldüreceğiz.”)

(Tilki: “Bu bir hataysa, onu seve seve öldürürüm.”)

Sis aniden çekildi. O canavar kayboldu.

Sunak, içeri girdiğim haline geri büründü.

Rahibin bedenini ikiye yardılar. Bağırsaklarından başlayıp organlarını çıkarmaya başladılar ve belli parçaları kaselere doldurdular. Sadece sesleri duydum, oraya bakmadım ama Rha parmağını çenesinde gezdirmiş şekilde taşa kenetliydi lakin izliyor gibi görünmüyordu.

İzlemediğine emindim.

Bakıyor ama görmüyordu. Aklı başka yerdeydi.

Kaseleri tutan kadınlar işleri bitince onun oturduğu tahtın önüne geçip eğildi. Ne kadar sürmüştü hiçbir fikrim yoktu. Dakikalar, saatler gibi geçmişti. O kadınlar tek sıra halinde odayı terk ettikten sonra sözcü Rha’nın önünde kaldı. Diğer kadın ilk basamakta duruyordu.

“Ruh, Baykuş’un sunduklarından faydalanacak mı?” derken elbisesinin askısını indirmeye hazır bir şekilde tuttu.

Rha’nın gözleri oraya bir saniye kaydı. İnanamıyormuş gibi iç geçirdi ve ayağa kalktı. “Defol git.”

Bana yürüdüğünü fark edince daha fazla gerilemek, ondan kaçmak için bacaklarımı kırdım ama zaten kapıya yaslanıyordum. Tam önümde durdu. Kadınlar odadan çıkana kadar orada bekleyip beni kafasında tarttı.

“Demek ruhlara inanmıyorsun…” diye mırıldandı.

Öyle güçlü nefesler çekiyordum ki, elbisem göğsümden çatlayarak yırtılacaktı.

Rha bir dizini kırıp önüme eğilince kafamı da arkaya yasladım, olabildiğince uzak durmaya çalıştım. “Sana kime sığındığını bilip bilmediğini sordum, bana çok eksik cevap verdin Kuzu.”

“Sen…” Dilim bile titriyordu. “seni duydum.” Çakal, Tilki ve Kurt’un bir adamın içinde olduğu kulak misafiri olduğum bir söylentiydi. Ciddiye bile almamıştım.

“Ne duydun Marissa?”

Az önce yanımda kalsın diye gözünün içine baktığım adamın çenesine bile odaklanamıyordum. “Ka-kardeş ruhlar… bir insanın… bedeninde yaşadığı, ele geçirdiği söylentisi…”

“Yanlış.” dedi. Azıcık daha eğildiğinde ömrüm gözümün önünden geçti.

Boynuzları vardı.

Görmüştüm.

Gölge şeklinde boynuzlar… o bir insan olamazdı.

“Kimse kimseyi ele geçirmedi Kuzu. Bizim bedenimiz, bizim aklımız, bizim… hayatımız.” Başını yana yatırdı. “Seninle ne yapacağız acaba.”

Eğer yanılıyorsam Baykuş beni kemirebilirdi ama bir şey dinliyordu. Bir şey dinliyor gibi görünüyordu.

O huzursuzluk beni takip etmemişti.

O huzursuzluk yanı başımdaydı.

Loading...
0%