@leydiasteria
|
Gökyüzünün sessizliğine karışan sisli dağların arasından duyulan tulum sesi... Delicesine duyulan inadın, sevdanın yeri...En alasından sessizliğin sesi... Dağların yamacından dökülen suların çağlayan serin nefesi... Uzun uzun inci misali dizilmiş yemyeşil ağaçların süslediği, yayla dağlarının tepelerine sislerin çöktüğü eşsiz manzaralar seyrettiren bir yerdi Karadeniz. Türkiye’nin her karışı gibi burası da bakmasını bilene bir masal gibi görünürdü. Kıyı kesimleri ayrı bir deniz manzarasına yüksek kesimleri de ayrı yemyeşil bir şölene meftun bırakırdı sizi. Öfkenizi gökyüzü, deniz mavisi ve çam yeşili tonlarında yaşayabilirdiniz. Ve de o öfkenize yaraşır bir inadınız olurdu hem yaşam hem kendiniz hem de aşkınız için… Maral sabah kahvaltısından sonra evden çıkmış ve annesinin arabasının bagajına koydurduğu yayla evine gidecekler koliyi götürmek üzere yola çıkmıştı. Önce yol üzerinde merkezde birkaç işini halledecek, ardından da yayladaki eve geçecek annesi Güllü Hanım’ın gönderdiklerini orada bırakacaktı. O kim miydi? O Tuğlacı ailesinin biricik kızıydı, bir abisi Yiğit bir de kardeşi Eymen vardı. Babasının, annesinin, en çok da Sümer dedesi ve Emine babaannesi için evin tek açan nazlı gülüydü. Çocukluktan bu yana hep el üstünde tutulmuş, bir dediği iki edilmeden büyümüş olsa da okuyup kendi ayakları üzerinde duran genç bir kadın olmuştu. Hava harp okulunu bitirdikten sonra gerekli tüm uçuş eğitimlerini tamamlamış ve F16 pilotu olup Yüzbaşı rütbesine yükselmişti. Evden çıkmadan “Aman kızım dikkatli yerleştir bak onları buzdolabına, ışıkları da kontrol et açık kalmasın… Ha dikkatli sür bak hız yapma yavaş yavaş git gel… Ararsam da aç o telefonunu merak ederim” diye sıkı sıkıya tembihlemişti. “Gül Sultan operasyona gitmiyorum yayla evine çıkıp geleceğim işte, rahat ol” “Ana yüreği hep pır pır eder evladın olunca anlarsın beni kızım, hadi sen git işlerini unutmadan hallediver… Hızlı da gitme” Maral “Tamam sultanım, tamam gözümün nuru” diye karşılık verirken kaçıncı tamam deyişiydi bilmiyordu, ah anneler ah hep böyle olmaz mıydı en çok ‘tamam’ kelimesi annelere cevap için kullanılırdı. Annesinin yanaklarına birer öpücük kondurup neşeyle mırıldandı. “Koskoca Yüzbaşı oldum ben farkındasın dimi sultanım? Kendimi koruyabilirim, neyse ben kaçtım” Annesiyle arasında geçen sohbet hatırlayıp dudaklarında bir tebessüm olurken önündeki sapaktan içeri dönüp yayla yoluna giriş yapınca gaza yüklenmişti. Çocukluğu buralarda geçtiği için bu virajlı yollara fazlasıyla alışkındı. Dağ tepelerine çöken sisler görünmeye başlarken çalan telefonuyla bakışlarını kısa bir anlığa manzaradan ayırıp telefona çevirdiğinde Yiğit abisinin aradığını görmüştü. Kulaklığa dokunup konuşmaya başlamıştı. “Efendim abiciğim” “Ne yapıyorsun can?” “Ne yapayım abiciğim yaylaya çıkıyorum, sen ne yapıyorsun?” “Bende ne yapayım atölyedeyim çıkacağım birazdan, sen yaylaya mi… Mi… M…” dediğinde araya bir cızırtı girmiş ve hemen ardından da ses kesilmişti. “Abi… Abi…” diye seslense de telefonunun ekranına baktığında sinyalin kesildiğini görmüştü. “Bir yayla yolu sorunsalı, neyse eve çıkınca ararım” diye kendi kendine mırıldanırken abisinin ona söyleyeceği şeyden habersizce yayla evine doğru arabasını sürmeye devam etmişti. Yarım saatlik bir yolculuğun ardından yayla evinin önünde arabasını durdurup park etmiş, arabadan inince etrafa bakınmıştı bir süre. Bu mevsimde yaylada pek kimse bulunmazdı o yüzden de çevrede sakin bir sessizlik hakimdi. Hava hafiften esiyordu ne de olsa aralık ayında yaylada olmak böyle bir şeydi ama soğuk havayı severdi o yüzden pek umursamayarak dağınık bıraktığı güneş sarısı saçlarına sabah bileğine doladığı siyah bandanasını sarıp gevşek bir at kuyruğu yaparken arabanın bagajına doğru ilerlemişti. Bagaj kapağını kaldırıp annesinin bagaja koydurduğu orta boy tek koliyi alıp diğer eliyle de kapağı kapatıp evin anahtarını çıkarttı ve evin verandaya çıkan dört basamaklı merdivenini tırmandı. Babaannesinin ve dedesinin zamanından kalmış olan ev hemen an taraftaydı, bu iki katlı evi de babası Ömer yaptırmıştı, genellikle yazın birkaç günü çıkarlardı yaylaya o zamanlarda kalmak için kullanırlardı bu evi. İçi de dışı çam kokularıyla bezeli ahşaplardan yapılmaydı. Ama o bu evi çok severdi ve burada olduğu zamanlarda çokça gelir, burada kafa dinler sakinleşir, yürüyüşler yapardı. Bu yemyeşil doğanın ortasına konumlandırılmış mavinin en açık tonuna boyanmış bu evin verdiği huzur bir başkaydı çünkü. İnsan bu kadar gerginlik dolu bir mesleğe sahip olunca ufak bir rahatlama ihtiyacı duyabiliyordu tabi ki. Cebinden anahtarı çıkarıp anahtar deliğinde çevirmek istese de çevirmeye gerek kalmadan kapı açılmıştı. “Allah Allah bizimkiler kapıyı kilitlemeyi unuttu herhalde, neyse şunları mutfağa götüreyim” diye söylenirken kapıyı kapatıp mutfağa doğru ilerledi. Elindeki mutfak tezgahının üzerine bırakıp evi havalandırmak için mutfağın pencerelerinden birini açıp temiz orman havasının içeri girmesine izin vermişti. Önce su ısıtıcısını doldurup prize takıp çalıştırmıştı, madem buraya kadar gelmişti yayla manzarasına kaşı bir çay keyfi yapmadan gitmek olmazdı. Ardından da beyaz yün montunu çıkarıp sandalyenin üzerine astıktan sonra kolinin kapağını açıp içindekileri buzdolabının dondurucu kısmına yerleştirmeye başlamıştı. Birkaç dakika içinde annesinin gönderdiklerini buzdolabına yerleştirmesi bitmişti. “Su kaynamaya başlamadan şu koliyi de bir kilere bırakayım” diye mırıldanırken mutfaktan çıkıp kilere doğru ilerlemişti, koliyi kilere bırakmış tekrar mutfağa dönüyordu ki duyduğu ayak sesleriyle olduğu yerde duraksadı, evde kendisinden başka kimse yoktu ki… Ya da vardı… Gayet sessiz ve temkinli bir çeviklikle tabancasını çıkartıp emniyetini açmış, duvarın arkasına saklanmıştı zira ayak sesleri yaklaşıyordu. Aybars aşağıdan gelen seslere bakmak için odadan çıktığında elinde havluyla saçlarını kurulamaya devam ederken merdivenlere yönelmişti. Arkadaşı Yiğit’in geldiğini düşündüğü için seslenme gereği duymamıştı zira ondan başka biri burada olduğunu bilmiyordu bildiği kadarıyla. Yiğit’in düğünü için gelmişti, düğün evi kalabalık olur diye de otele gitmek istese de Yiğit bin bir ısrarla onu buraya getirmişti. “Yiğ...” diye sormaya yeltenmişti ki duyduğu sese ve tenine dokunan soğuk metale bakılırsa ensesine bir tabanca doğrultulmuştu. Maral yaptığı anlık hamleyle tabancasını önünde duran iri yarı adamın ensesine doğrulttuğunda o adamın da kendisinin de hayatının bir ömür değişeceğinden bihaberdi. “Sakın ani bir hareket yapma” Genç adam “Siz de misafire böyle mi davranılır?” diye söylenirken rüzgârın üst kattaki kapıyı çarpmasıyla çıkan sesle anlık dikkati dağılan genç kadını elinde silahıyla birlikte ahşap duvarla bedeni arasına sıkıştırmıştı. Tabanca tam ortalarında Aybars’ın kalbinin üzerine yaslı bir halde dururken aralarındaki kalan milimlik mesafeyle göz göze gelmişlerdi. Genç adam güneş sarısı saçlar ve buram buram toprak kokan koyu kahverengi gözlerle, Maral ise gece koyusu siyah ıslak saçlarıyla karşısında duran genç adamın zifiri karanlık gözbebekleriyle karşılaşmıştı. Aybars “Sizde misafirler kalplerinden mi vurulur sarışın?” derken bakışlarıyla aralarındaki gümüş renkli silahı işaret etmekten çekinmemişti. Maral sinirle “Ne misafiri ya? Eve izinsiz girmişsin, kimin misafirisin sen? Misafir olsan bilirdim” dedi ve aralarındaki yakınlığı daha da fark ederken genç adamı iki elini göğsüne yaslayıp geri itmiş ve duvarla arasından çıkmıştı. “Sizin ailede sinir genetik herhalde sarışın, Yiğit geleceğimden bahsetmedi anlaşılan” Maral gözlerini devirip “Bana şöyle demeyi kes, hem sen kimsin de bana böyle hitap edebiliyorsun” derken tam eğiliyordu ki karşısındaki yabancının da eğilmesiyle kafaları birbirine çarpmıştı. Maral hiddetle kafasını geri çekip ayağa kalkarken mırıldandı. “Hayda bela mısın sen ya bir çekilsene” Aybars “Sadece silahını vermek istemiştim” diye karşılık verirken eğilip yerde duran tabancayı alıp sinirli bakışlarla onu izleyen genç kadına uzatmıştı ama şarjörü çıkartarak. “Şarjörü de ver” Henüz adını bilmediği genç adam “Önce misafir olduğumdan emin ol sonra… Kim vurdu ya gitmeyelim şimdi durduk yerde” deyip göz kırpmayı da ihmal etmeyip mutfağa doğru ilerlerken “Yiğit’i arayabilirsin” diye karşılık vermişti. “Sana soracaktım ya çünkü arayıp aramayacağımı… Ya sabır adama bak ya” diye söylenirken telefonu çalmaya başlamıştı, ses mutfaktan geldiğine göre telefonu montunun cebinde kalmış olmalıydı. Henüz adını bile bilmediği genç adamın arkasından mutfağa girip onunla hiç göz teması kurmadan telefonunu alıp ekrana bakmadan açmıştı. “Ne var Ecem? Ya da kapat sonra arayacağım ben seni… Sinirliyim evet o yüzden de kapatıyorum” demiş ve telefonu kapatıp abisini aramıştı. Aybars merakla sordu. “Ne oldu açmıyor mu?” “Sen bir susacak mısın acaba çok merak ediyorum dırdırcı teyzelerden beter çıktın ya… Bir sus be adam beni delirtme” Aybars “Bunun için bana pek ihtiyacın yok gibi ama sen bilirsin tabi” diye karşılık verirken Yiğit telefonu açmıştı. “Bana yayla evimizdeki dağ ayısı hakkında söylemek istediğin bir şey var mı?” Yiğit şaşkınlıkla gülerek “Dağ ayısı mı? Aybars mı?” diye karşılık vermişti. Aybars duyduğu tabirle elindeki çay kavanozunu fayansın üzerine bırakmadan çay demleme işlemine devam ederken “O dağ ayısı ben mi oluyorum ayıp ya? Misafire böyle mi denir?” diye serzenişte bulunmuştu. Maral bakışlarını genç adama çevirip ters bir bakış attığından emin olduktan sonra telefondaki kardeşine “Adını sormadım da sen neden yayla evinde misafir olduğunu söylemedin bana?” diye bir soru yöneltmişti. “Eymen biliyordu söylemedi mi sana?” “Sence söylemiş gibi mi duruyor?” Telefondaki kardeşi Yiğit merakla sordu. “Düğün koşturmacasından unutmuştur ya, bir şey mi oldu?” “Yok, tamam kapatıyorum” Yiğit “Ha o arkadaşa da söyle telefonunu açsın bir zahmet” dedi ve tam telefonu kapatacakken ekledi. “Seninle hediye bakacağız unutmadın dimi güzellik?” “Unutmadım merak etme, merkeze inince ararım ben seni” Yiğit “Tamamdır görüşürüz” demiş ve telefon görüşmesini sonlandırmışlardı. Telefonu montunun cebine geri koyup arkasını döndüğünde genç adamın çayı demlediğini görmüştü. Genç adamın yanına doğru adımlayıp birkaç adım gerisinde durduğunda elini uzatıp gergin bir ses tonuyla mırıldandı. “Şarjörü ver” “Al bakalım emanetini sarışın” Maral gözlerini devirip “Kaç kere söyleyince anlayacaksın bilmiyorum ama umarım bu son olur, bana sarışın demeyi bırak” derken genç adamın ona uzattığı şarjörü alıp tabancasına takmış ve emniyetini kapatıp beline takmıştı. Aybars “Tanışmadık Aybars ben” diye karşılık verirken elini uzatmıştı Maral’a. “Abinle askerliği bile aynı yerde yaptık biz nasıl karşılaşmadık seninle… Hatta ilk görev yerimizde aynı yerdeydi” “Ne kadar iyi bir tercih yapmışız karşılaşmamakla aslında bir bilsen” “Sen hep böyle sevecen misindir yoksa bana özel mi sar…” “Seni vurmamı istemezsin bence cümlenin sonundaki kelimeyi tamamlamazsan iyi olur” “İsmini söylersen bende söylemek zorunda kalmam” “Maral… İsmim Maral oldu mu? Rahatladın mı?” Aybars tebessümle “Maral demek… Güzel isim” dedi ve elini uzattı. “Memnun oldum Maral, bende Aybars” Maral “Bende” diye karşılık vererek elini uzatıp genç adamla tokalaşmıştı. “Neyse benim yukarda işlerim var, onları halletmem lazım… Telefonunu da açsan iyi olur Yiğit ulaşamamış” diye birbiri ardına cümleleri sıraladıktan sonra genç adamı mutfakta yalnız bırakıp üst kata çıkan merdivenlere yönelmişti. Dakikalar sonra bundan sonrasının onlar için nasıl ilerleyeceğinden habersiz bir şekilde biri yayla evinin üst kattaki odalardan birinin penceresinde biri de veranda da durmuş yayla manzarasını izliyordu. |
0% |