Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1.Bölüm⏳️Lanetin Uyanışı ⌛️

@leydiasteria

 

 

1 Sene Önce Kazı Alanı

 

"Gülşah"

 

Duyduğu sesle arkadaşının ne diyeceğini az çok bildiği için sadece gülümsemekle yetinmişti. Kenarlarını, etrafını olabildiğince özenle temizledikleri şu anlık göz kararıyla söyleyebileceği şekliyle bir tonun üzerindeydi bu taş mezarın ağırlığı. Ve henüz içinde neyle karşılaşacaklarını bilmiyorlardı; genelde dolu bir mezar olarak ele geçseler de bazen boş lahit mezarlarla karşılaşabiliyorlardı. Bazı lahitler bu kadar da şanslı olamayabiliyordu, yılların, doğa olaylarının etkisiyle çeşitli zararlara uğramış olabiliyorlardı. Ama o bu mesleğe çocukluğundan beri hayrandı ve her seferinde daha da hayran oluyordu. Geçmişin gizemini, başka dönemlerde yaşayan insanların yaşantılarını çözmek, incelemek büyülü bir şeydi onun için.

"Vinç hazır Gülşah Hanım"

"Tamam hava tahminleri bugün yağış göstermiyor ama lahit yukarı alındıktan sonra yüksekten bir düz bir çadır kurulacak" diye karşılık verirken bakışlarını lahite çevirmişti. Yer yer bozulmalara uğramış olsa da çoğunlukla sağlam görünüyordu.

"Ölçüm cihazını alabilir miyim?" diye sormuştu ardından. Kendisine uzatılan cihazı alıp lahit mezarın yanına inmek için kurulan merdivene doğru ilerledi. Beyaz mermerden yapıldığı anlaşılan lahit mezarın üzerindeki işlemelere göz gezdirdiğinde çeşitli hayvan figürlerinin olduğunu görebilmişti. Taşa oyulmuş ve kabartılmış geyik ve at motifleri... Kapağının üzerinde de melek kanadını andıran bir oyuntu ve ok işareti bulunuyordu. Elinde koruyucu eldiven olduğu için rahat hareket edebilirdi. Lahitin kapalı haliyle çeşitli fotoğraf çekimleri tamamlandığı için kapağını açma zamanı gelmişti artık.

Vinçe lahitin kapağına zarar vermeyecek şekilde bağladığı halatın güvenilirliğini kontrol ettikten sonra kapağın kaldırılması için vinç operatörüne işaret vermişti. Lahit mezarın üzerini kaplayan rengini kaybetmeye yüz tutmuş beyaz mermerden oyulmuş kapağın kaldırılışını izledi öylece. Açılan sandık kapağının ardından 1600 yıl öncesine ışık tuttuğunu bilmeden o mezarın başında beklemişti. Kaderinin yolunu bulduracağını bilmeden... Gördüğü tek şey mumyalanmış bir cesetti ve toprak zemine yığılmadan duyduğu son ses arkadaşının sesiydi.

"Gülşah... Gülşah"

O gün oracıkta kalbine yenik düşmüştü, ne olduğunu bile anlamadan araladığı lanetin ve ona sunduğu aşkın kapısıyla. Kalbi durmuş ve imkânsız gibi görünse de tam 50 dakika çalıştırılamamıştı. Ancak hastaneye ulaştırıldığında yeniden çalıştırılabilmişti kalbi.

"Kızım nasıl doktor bey?"

"Kızınız Gülşah Hanım kalp krizi geçirmiş maalesef"

Annesi Hüma Hanım elini korkuyla kalbine götürürken şaşırmıştı çünkü kızı son derece sağlıklı ve düzenli kontrollerini yaptıran bir insandı.

"Ama bu nasıl olur benim kızım daha 26 yaşında ve bildiğimiz kadarıyla bir rahatsızlığı da bulunmuyordu"

"Aslında haklısınız kızınızın tetkikleri yapıldı ve damarlarında ne bir tıkanık ne de pıhtı emaresi bulunmuyor ama bazı durumlarda hastalarımız anlık tansiyon yükselmesi, solunum yetersizliği, stres vb. gibi durumlarda bunu yaşayabiliyor maalesef"

"Doktor Bey, Gülşah uzun süre kalbi çalışmadığı için ambulans gelene kadar nefessiz kaldı. Bu durum arkadaşıma bir zarar vermiş olabilir mi?"

"Verebilme ihtimali yüksek evet ama uyanmadan da bir şey söyleyemeyiz, şimdilik bütün değerleri yerinde ve durumu iyi"

"Ne zaman uyanır peki?"

"Birkaç saate verilen ilaçların etkisi geçmiş olur muhtemelen, ben yine uğrarım geçmiş olsun" demiş ve yanlarından ayrılmıştı.

O esnada televizyon kanallarında son dakika haberi etiketiyle bir altyazı geçiyordu.

"------ YAPILAN ARKEOLOJİK KAZILARDA 1600 YILI AŞKIN GİZEMİNİ KORUYAN BİR LAHİT MEZAR ORTAYA ÇIKARILDI. ÇIKARILAN LAHİT MEZARDAKİ MUMYALANMIŞ CESETİN GÖĞÜS KAFESİNDE BULUNAN BOŞLUK SEBEBİYLE KALBİ OLMADIĞI İDDİA EDİLİYOR... YAPILAN ARAŞTIRMALAR ESNASINDA DA BİR ÇALIŞMAYI YÖNETEN ARKEOLOGLARDAN BİRİ OLAN GÜLŞAH LİDYA AKÇA GEÇİRDİĞİ KALP KRİZİ SEBEBİYLE HASTANEYE KALDIRILDI... GENÇ ARKEOLOGUN DURUMUNUN İYİ OLDUĞU ÖĞRENİLDİ"

İnsanoğlu ne yaşadığını unutsa da ne hissettiğini asla unutmazdı, unutamazdı. Hislerin yeri kalpte ve zihinde çok farklı bir yerdeydi çünkü. Bir dehliz gibi... Kuyu gibi... Her ne kadar üstünü kapatsa da başka şeyler koymaya çalışsa da yerine acıtırdı; hem de fazlasıyla... Acının üzerinden 1600 yıl geçmiş olması geçtiği anlamına gelmiyordu aksine garip bir şekilde yoruyordu artık. Çekilen acılar bir daha gün yüzüne çıkmayacak ve kimse bilmeyecekti. Uyusa aynı rüya uyumasa aynı rüya... Sevdiği kadın bir ihanet etmiş ve kendini sonsuzluğa mahkûm etmişti, savaş bitmiş ve gitmişti. Canını acıtan şey Hidra'nın yalan söylemiş olması mıydı yoksa kendisinin ona gerçekten âşık olmuş olması mıydı bilmiyordu ve sanırım hiçbir zaman da bilemeyecekti. Kendisinin de bu zamanda ne işi vardı, onu da bilmiyordu ya işte yaşıyor muydu evet hissediyor muydu hayır... Yatağın sağ yanına baktığında sarı saçlarını yastığa sermiş bir şekilde siyah saten çarşafların arasında uyumakta olan genç kadını görmüştü. Yanındaki kadını uyandırmamaya özen göstererek yataktan kalkıp alt eşofmanını üzerine geçirdikten sonra banyoya doğru ilerlemişti. Yüzüne çarptığı soğuk suyla birlikte kapattığı gözkapaklarını aralayıp onu izleyen aynaya baktığında kimse görmese de yorgun görüyordu kendisini. Yüzünü kuruladığı havluyu kenara bırakıp banyodan çıkıp yatak odasının çıkışına doğru ilerlemişti. Koca ev, koca bir yalnızlık demekti ama yıllardır bu evi kullanıyordu.

Uzun ve geniş camların süslediği ön taraf bahçeyi ve havuzu görüyordu ve de deniz manzarasını. İki katlı evin üst katında dört yatak odası, çalışma odası ve bir de banyo bulunuyordu. Alt katta da aynı üst kattaki gibi ön taraf camlarla kaplıydı. Ve diğer alanlar gibi siyah, gri ağırlıkta döşenmiş geniş bir mutfak, oturma odası ve haricinde üç oda daha bulunuyordu. Alt katta da kapalı havuz, hamam ve otopark vardı.

Kürşad "Hayırdır sen bu saatte burada ne yapıyorsun Aybars?" diye sormuştu camdan yansımasını gördüğü yakın arkadaşına.

"Bir sorunumuz var... Yani daha doğrusu sorun mu bilemiyorum" dediğinde bakışlarını izlediği deniz manzarasından çevirip arkadaşına uzun bakışlar atmayı ihmal etmemişti.

"Ne olduğunu söyleyecek misin artık Aybars? Ne söyleyeceksen söyle"

Aybars lafı uzatmanın gereksiz olduğunu fark edip sarıdan açık kahveye dönük saçlarında gezdirmişti parmaklarını. Mavi gözlerini de gergince arkadaşının mavilerinde gezdirmişti. "Benden günah gitti söylüyorum" dedi ve ekledi. "Sanırım Hidra'nın mezarını bulmuşlar"

Duyduğu gerçekle birlikte elinde tuttuğu işlemeli viski bardağı kayıp düşmüş ve içindeki sıvıyla beraber yere saçılmıştı.

"Bizim bulamadığımızı kim bulmuş?"

"Arkeologlar kazı çalışması esnasında bulmuşlar"

"Onun olduğundan nasıl bu kadar eminsin Aybars, belki de o değildir?"

"Ondan başka kalbi olmadan gömülen biri varsa bilemiyorum tabi"

"Nerden duydun?"

"Televizyonda, internette her yerde son dakika diye geçiyor duymak zor olmadı"

Sessizlik... Sessizlik en güçlü en öldürücü silahtı ama tek kişiye tesir etmezdi; susanı da götürürdü susulanı da... Susmayı tercih etmişti Kürşad, en azından şimdilik. Konuşursa zehir saçardı sussa o zehirli kelimeler içinde kalıp onu zehirlerdi ama ziyanı yoktu, alışmıştı.

"Bir şey demeyecek misin?"

"Sabah toplantıya geç kalma"

Aybars "Anladım susuyoruz yani" dedi. Biraz düşünüp kelimeleri toparladığında aralarındaki mesafeyi tamamlayıp arkadaşının omzuna dokunmuş ve konuşmaya başlamıştı.

"Konuşmak istediğin zaman buradayım biliyorsun, sabah toplantıda görüşürüz" diye karşılık verdikten sonra arkadaşını yalnız bırakıp evden ayrılmıştı. Başka bir kristal bardağa yeniden doldurduğu viskiyle birlikte koltuğa oturduğunda merakına yenilip cam sehpanın üzerinde duran tablete uzanıp almıştı. Birkaç klavye dokunuşunun ardından büyük kırmızı puntolar eşliğinde yazılan son dakika yazısının hemen altında bulunan lahitin ve Hidra'nın mumyalanmış hali vardı. Bilgilendirici birkaç satırlık yazının ardından bir yazı daha belirmişti sayfanın diğer yarısında. Kazı esnasında bir arkeoloğun fenalaştığı ve kalp krizi geçirdiği yazıyordu ama G.L Akça dışında arkeoloğa dair bir bilgi yoktu. Viskisini tek yudumda yuttuktan sonra ayağa kalkıp yatak odasına doğru ilerledi. Ardında bıraktığı ve henüz ismini bilmediği genç kadının hayatının merkezine bir anda yerleşip ilk görüşte onu kendisine aşık edeceğini bilseydi, arkasını dönüp gider miydi acaba?

Gülşah tenine değen ılık rüzgârın dokunuşuyla gözlerini araladığında kendini hiç bilmediği bir yerde bulmuştu, bir yatak odasındaydı ama burası bildiği hiçbir yere benzemiyordu. Yatağın rahatlığı bir yana üzerinden ve kenarlarından dökülen beyaz tül parçalarına kaymıştı gözbebekleri.

"Neredeyim ben?" diye sormuştu kendi kendine. "Buraya nasıl geldim ki ben?" diye sorarken yattığı yerden doğrulmuştu aceleyle. Hani içinizde telaşsız bir telaş olur ya öyle bir duygu belirmişti içinde. Ayakları sert sarı zemine bastığında içi ürperti hissiyle boğuşurken üzerindeki kıyafete kaymıştı gözbebekleri. Açık mavi renk kumaştan yapılmış omuzlarında, yaka kısmında ve parmaklarını götürdüğü saçlarında altından yapılmış yaprak aplikler vardı. Tıpkı, tıpkı Yunan döneminde kadınların üzerinde gördüğü kıyafetlerdendi bu. Duyduğu gülüşme sesleriyle kapıya doğru gitmeye karar verdiği adımlarını gülüşme seslerinin geldiği yöne çevirmişti. Önüne çıkan tül perdeyi aralayıp dışarı çıktı. Bakışlarıyla gülüşme seslerinin geldiği yönde gezdirse de tek görebildiği şey sırtı dönük sarışın bir genç adamdı, üzerinde zırh vardı zırhın üzerinde de bir kılıç kabzası.

"Uyanmışsınız prensesim"

Genç kadın duyduğu sesle arkasını dönmüştü. Uzun beyaz saçları olan uzun boylu kırmızı renk kare yaka uzun elbisesiyle orta yaşlarında çok güzel bir kadın duruyordu karşısında.

"Ben prenses falan değilim karıştırdınız sanırım"

Gülümsemişti kadın. "Yolunuz onunla bir" dedi arkası dönük duran hala yüzünü göremediği genç adamı işaret ederek sözlerine devam etmişti. "Ama kalbiniz onu çağırıyor"

Gülşah "Ben onu tanımıyorum bile" dediğinde kadın gülümseyerek avucunu Gülşah'ın kalbine bastırmıştı. Dokunduğu anda da göğüs kafesine giren sancıyla birlikte gördüğü kadının yüzü karanlığa teslim olmuş gibiydi.

"Beni hapsolduğum yerden sen çıkardın... Bana vermen gereken tek şey kalbin" derken kadının avuçlarının arasında kalan kalbinin varlığıyla çığlık atmıştı. Gülşah gördüğü rüyadan göğsünde hissettiği ağırlık ve sancıyla gözlerini aralarken bakışlarının bulduğu ilk şey bembeyaz bir tavandı, duyduğu ilk şeyse makinelerin sesi... Ve rüyadan göğüs kafesinde ona miras kalan bir yarası olduğunu da çok sonra anlayacaktı.

Annesi ve babası çıkış işlemlerini hallederken Gülşah da üzerini değiştiriyordu. Ceylan da arabayı otoparktan çıkarmaya gitmişti. Üzerindeki uzun kollu sweatshirtini çıkarıp üzerine giyeceği beyaz tişörte uzanmıştı ki banyonun aynasına yansıyan bir çift göz görmüştü, onu mu izliyordu? Onu izliyordu tabi.Gülşah "Sen? Sende kimsin? Hey dursana" diye telaş ve korku hissiyle odanın içini dolduracak bir tonda bağırmasıyla görüş alanındaki mavi gözler bir anda kaybolmuş ve kapı sesi duyulmuştu odada. Aceleyle bir yandan tişörtünü üzerine geçirirken kapıyı açıp odanın dışına çıkmıştı ama koridorda yabancı kimse yoktu sadece annesi ve babası vardı. Aceleyle etrafına bakınırken kimseyi bulamamıştı bakışları.

"Gülşah... Kızım iyi misin? Bir şey mi oldu?"

"Ağrın mı var yoksa? Doktora haber verelim istersen"

Gülşah "Hayır babacığım iyiyim, ben sadece..." dese de ne diyecekti ki belki hastanede olmanın gerginliğiyle gözleri yanılsamış ve hayal görmüştü. Annesini ve babası yeterince yorulmuştu, bir de gördüğü ya da gördüğünü sandığı şey yüzünden telaşlandırmaya gerek yoktu.

"Size bakmıştım işlemler bitti mi diye, bittiyse çıkabilir miyiz artık hastaneden bir an önce çıkmak istiyorum" diye karşılık vermişti. İki gündür girmediği test, tahlil kalmamış ve yorulmuştan ziyade bıkmış gibi hissediyordu.

"Tamam kızım sen annenle ile geç asansöre, bende çantaları alıp geliyorum" dediğinde kafasını sallamış ve annesiyle birlikte asansörlere doğru yürümüşlerdi.

Ayağının dibinde duran arabaya binmeden önce istemsizce geri bakma ihtiyacı hissetmiş, içinden öyle bir his geçmişti. Ama gördüğü tek şey farklı renklerde arabalardan oluşan bir topluluktan başkası değildi. Önüne dönüp arabanın kapısını açıp ön koltuğa oturduktan sonra yeniden kapıyı kapatmıştı. Herhangi bir ağrısı yoktu ama ara ara gelen bunalma hissi daralmasına neden oluyordu. Kafasını hafifçe cama yaslarken Ceylan arabayı hareket ettirmiş ve otele doğru yola koyulmuşlardı. Anne ve babası da hemen arkalarında kendi arabalarıyla onları takip ediyordu. İstanbul trafiğinde süren bir saatlik yolculuğun ardından annesinin ve babasının İstanbul'da yaşadıkları evlerine gelmişlerdi. Aslında kendi evine de gidebilirdi ama annesini ve babasını kırmak istememişti.

"Geldik kuzum" dediğinde halihazırda uyumamış olsa da kapalı olan gözbebeklerini aralayıp önce arkadaşına ardından da doğup büyüdüğü eve çevirmişti. Kırmızı renkli bahçesinde rengarenk çiçekler olan iki katlı bir evdi burası. Cıvıl cıvıl bir çocukluk geçirmişti burada. Ailesinin tek çocuğu olması nedeniyle hep el üstünde el bebek gül bebek büyütülmüş ama asla şımarık yetiştirilmemişti. Arkeolojiye olan merakı da Arkeolog olan dayısının onu kazı alanlarına götürmesiyle başlamıştı. Hatırlıyordu, çocukken gittiği o kazı alanlarında genelde arabanın üzerinde oturmuş hayranlıkla kazı yapan emek harcayan insanları seyrederdi ve özenle değer vererek kazılan toprağın altından çıkan kalıntılar da merakını cezbederdi. Ayaklarını sert zemine bastığında bahçe kapısını aralayan babasına bakıp tebessüm etmişti. Yılların eskitemediği o kendine has gülüşü, annesine aşkla, ona her daim sevgiyle bakan gözlerini iyi tanırdı babası Fikret Bey'in. Ara ara beyazlıklara teslim olmaya çalışan saçları, kahverengi gözleri, yaşına göre gayet fit duran bedeni gayet sağlıklı olduğunu gösteriyordu. Hiçbir şey söylemeden babasının peşinden eve doğru yürümüş ve yine babasının anahtarla açtığı kapıdan içeri girmişti. Çocukluğundan bu yaşına kadar aşina olduğu şeylerden biri de buydu, bu evin kokusu... Tarçın ve sandal ağacı kokusu...

İnsanın annesi güzel kokulara, şifalı bitkilere meraklı emekli bir kimya mühendisi bu çok normaldi aslında. Şimdi de bir firmanın parfümörlüğünü yapıyordu. Aslında annesine güzel kokuları çok yakıştırırdı; bembeyaz teni, sapsarı ve hala capcanlı saçları ve buram buram okyanus derinlikleri kokan yosun yeşili gözleri... Annesi çok güzel bir kadındı gerçekten de.

"Kızım salonda mı dinlenmek istersin yoksa yukarda odanda mı?" diye sormuştu babası Fikret Bey.

"Odama çıkıp duş alıp üzerimi değiştirmek istiyorum hastane kokusu üzerimde resmen bir ondan kurtulayım da önce sonra belki uyurum, uyuyamazsam da gelirim salona"

"Tamam kızım sen dinlenmene bak, bende sana güzel bir çorba yapayım böyle bol sebzeli tavuklu şifa olur"

Gülşah tebessümle "Olur anneciğim yap sen, uzun zaman olmuştu çorbanı içmeyeli hasret gidermiş oluruz" diye karşılık verirken Ceylan'ı, babasını ve annesini salonda bırakıp merdivenlere yönelmişti odasına çıkmak için. Koridorun sonundaki odasının kapısını açıp içeri girdiğinde mis gibi sabun ve yeni değiştirilmiş nevresim kokusu dolmuştu burnuna. Açık mavi tonlarındaki odanın bir duvarın yarısı cevizden yapılmış bir kitaplıktan ibaretti, diğer yarısında da İstanbul'a taşınırken küçülttüğü kıyafet dolabıydı burada çok kıyafet bırakmadığı içindi bu durum. Karşı duvarda da kanvas bir tablo üzerinde saatiyle beraber asılı bir halde duruyor, aksine saatin zamanı ilerliyordu. Üzerinde de annesi ve babasıyla çekilmiş aile fotoğrafı vardı. Dolaptan aldığı bornozla banyoya doğru adımladı, üzerindeki kıyafetleri kirli sepetine atıp kendini önce ılık sonra sıcak akan suyun kollarına bırakmıştı. Hızlıca tenindeki aromatik sabunlardan durulanıp bornozunu üzerine geçirdikten sonra duşakabinden çıkmıştı. Parmaklarını buhardan görünmeyen aynanın üzerinde gezdirip oluşan buğuyu sildiğinde bir buçuk günde geldiği hale şaşıramamıştı bile. Epey yorgun görünüyordu ama fiziken hissedilebilen bir yorgunluk değildi bu, zihinsel bir yorgunluktu. Dün akşam uyanmadan önce gördüğü o rüya görünümlü kâbusun gerçekçiliğini sorguluyordu istemsizce. Tamam kazı çalışmaları dolayısıyla bir haftayı aşkın süredir doğru düzgün uyumamıştı ama bünyesi bu duruma alışkındı ve pek kâbus da gördüğü söylenemezdi.

"Demek ki kendimi normalden fazla yordum yani hayal bile gördüm... Kabusa gelirsek de muhtemelen lahitten çıkan kalpsiz mumyadan etkilendim" diyerek geçiştirse de çok geçmeden bunun düşündüğü gibi olmadığını fark edecek, dahası yaşayıp görecekti.

Kürşad bedeni toplantıda görünse de aklı ve zihni bambaşka diyarlarda geziniyordu. Toplantıdaki yönetim kurulu üyelerinin ve iş yapmayı düşündükleri ortakların kendi aralarında konuştukları uğultu gibi sızıyordu zihnine. Duymuyordu bile. Masanın üzerinde duran telefonunun ekranına düşen bildirim işaretiyle bakışlarını oraya yönlendirdiğinde zihninden geçen, onu meşgul eden düşüncelerin dışa vurmuş haliydi bu gördükleri. Kravatının düğümünü gevşetirken oturduğu koltuktan kalkıp bir şey söylemeden şaşkın bakışlar eşliğinde toplantı odasından çıkarken "Siz devam edin" diye konuşmuştu.

"Kürşad" diye seslendi Aybars ama uzatmamıştı çünkü arkadaşı çoktan toplantı odasının sınırlarından çıkmıştı bile. Hidra'nın lahitinin bulunduğunu öğrendiği andan beri genç adamın halinde bir değişiklik vardı, daha da öfkeli birine dönüşmüş gibiydi. Toplantıya bir saatlik ara verildiğini söyleyip konukları dağıtırken o da toplantı odasından çıkmıştı.

"Kürşad odasında mı Hülya?"

"Rahatsız edilmek istemediğini söyledi Aybars Bey, kimseyi alma dedi... Toplantı mı kötü geçti Kürşad Bey çok sinirli görünüyordu?" diye sormuştu Hülya, patronunu hiç bu kadar öfkeli görmemişti çünkü. Otoriter ve sert biriydi ama bu kadarına ilk defa şahit oluyordu.

"Sen dediğini yap kimseyi alma içeri..." dedi ve "Ben hariç" diye mırıldanıp muzipçe göz kırptıktan sonra Kürşad'ın odasından içeri girmişti. Kürşad odanın geniş balkonunda elleri cebinde öylece duruyordu, bakışlarını tek bir noktaya sabitlemiş gibiydi.

"Odaya kimse girmesin demiştim"

"Hülya'ya kızma... Toplantıdan bir hışımla çıktın merak ettim" dediğinde arkadaşının hareketlerini izliyordu bir yandan da zira arkadaşının ne düşündüğünü kestirmek bunca zaman sonra bile bazı anlarda zor olabiliyordu.

"1600 yıldır yaşayan biri olarak en çok kime kızmam gerektiğini çok iyi biliyorum Aybars merak etme"

"Lahiti herkesten önce bulmadığın için mi bu öfke yoksa?"

Kürşad "Yoksa ne?" diye sorgular bir ses tonuyla sorarken arkadaşın dönmüştü.

"Hidra için içinde var olan duy..."

"Duygusuz olmayı tercih ederim Aybars, ölüp gidecekken 1600 yıldır yaşıyorum farkında mısın? O gitti, onun ihanetinin bedeli hala bitmedi öfkesini bile çekiyorum"

"Onu bir zamanlar sevmiştin nefretin de öfken de bu yüzden... Tamam öfkenin çoğu onun yaptıklarına belki ama sen onu gerçekten sevmek için çabaladın ve başardın da"

Kürşad tok ve kurşun gibi gürültü bir sesle "Şurada" dedi kalbinin olduğu yere yumruğunu vurmuştu.

"Şurası taştan ibaret Aybars bu mu yaşamak? Cezasını neyle ödediğimiz bile belli değil"

"Ne olacak peki şimdi? Yani o zamanlar konuşulan bir lanet vardı, belirsizdi ama konuşuluyordu gerçek olabilir mi?"

"Kalbi olmadığına ve yüzyıllardır ölü olduğuna göre hayır"

"Kadim kehanetler konusunda amcan bizden daha bilgili, ona da sorabiliriz ya da senin adına ben sorabilirim tabi istersen"

"Toplantı ne oldu, karar anlaşmasına varıldı mı?"

"Ben ne diyorum sen ne diyorsun oğlum ya? Ben lanet diyorum kehanet diyorum sen toplantı diyorsun"

"Ölüler ve yaşayanlar arasındaki tek fark bir tarafın hala nefes alabiliyor oluşu, hayat böyle bir şey... Yüzyıl geçti ama kanunları değişmedi, devam ediyor"

"Aslında birçok şey değişti"

"Belki de"

Belki... Dört harfli bir kelime... Ama olanı olmayanı kapsamaya çabalayan bir kelime... Olumsuzluğu da sonunda oluşabilecek olumlu halleri de kapsardı kendi çabasıyla... Bağrında sonsuz hükümler taşıyan bir kelime size neler getirebilirdi? Sonsuzluğa çağrı gibi... Sonsuzluğun çağrısı gibi...

Aradan geçen birkaç saatte annesinin ona hazırladığı çorbadan bir kâse yemiş, ardından da burada kaldığında kullandığı odasındaki kanepede bacaklarını altına alıp otururken koltuğun köşesindeki yastığa başını yaslamış, elinde tabletiyle haber sitelerinde geziniyordu. Her yerde hem bulunan lahitin bulunuluşundan hem de kalbinin olmayışından bahsederken diğer yandan da onun kazı esnasında kalp krizi geçirdiğini yazıyordu. Haberin yorum kısımlarına girip bakma ihtiyacı hissetmişti. Binlerce yorum yapılmıştı.

"Dehşet verici değil mi? Kalbi olmayan bir lahit bulunurken arkeoloğun kalp krizi geçirmesi..." diye yazan yorumu kaydırıp diğer yoruma geçtiğinde de "Lahitteki mumyanın kalbi nerde?" ve benzeri birçok yorum yazıldığını görüp okumuştu. O esnada odasının kapısı açılmış ve arkadaşı Ceylan içeri girmişti. Ceylan "Bak kuzum çay yaptım sana sıcak sıcak içersin" diye mırıldanırken elindeki fincanı koltuğun kenarındaki boş alana bırakmış ve yanına oturmuştu.

"Ağrın falan var mı? Nasıl hissediyorsun kendini?"

"Ağrım yok, sızı bile hissetmiyorum tek hissettiğim şey" dedi bir an duraksayarak. Nasıl tarif etmesi gerektiğini bilmiyordu ama galiba en uygun tanım aklına gelen ilk şeydi.

"Boşlukta savruluyorum gibi... Garip hissediyorum"

"Her şey çok ani oldu, bir de hastane falan yoruldun haklı olarak"

Gülşah ellerini anlık yüzüne kapatıp açarken derin bir nefes alma ihtiyacı hissetmişti. "Haklısın hiç de alışkın değilim böyle şeylere gerçi hastalığa nasıl alışkın olur insan o da ayrı bir sorun" dedi ve ekledi.

"Yorgunluktan saçmalıyorum ben, sen bakma bana"

"Yalnız kalıp dinlenmek ister misin? Çıkabilirim"

Gülşah olumsuz manada başını sallarken konuşmaya devam etmişti. "Kazı ne alemde? Lahiti çıkarmış olmalısınız"

"Çıkardılar ama daha incelemesine başlanmadı, Soner Hoca senin dönmeni bekliyor... Başladığımız şeye birlikte devam ediyoruz yani"

"Ceylan"

"Efendim canım"

"O lahitin içindeki mumyanın kalbi yok mu gerçekten? İnternette böyle bir söylenti dolaşıyor"

"Hangi ara haberleri oldu bilmiyorum ama doğru canım gerçekten de lahitin sol göğüs boşluğunda bir boşluk var, daha fazlasına da birlikte bakacağız artık Gülşah Hanım"

"Bakarız" dedi kafasını sallayarak.

"Şimdi dinlen biraz hadi, bende gideyim"

"Gitme eve falan uğraşma şimdi trafikle, yan taraftaki misafir odasında kalırsın işte sanki kalmadığın yer Ceylan"

"Aslında iyi olur, tamam öyleyse ben hemen yan tarafta olacağım sen de güzelce dinlen"

"Arkadaş sözü dinle aferin, iyi geceler"

Ceylan "İyi geceler canım" demiş ve odadan ayrılıp Gülşah'ı odada yalnız bırakmıştı. Gülşah oturduğu yerden ayağa kalkıp odasının balkonuna doğru ilerledi. Kapının kulpunu çevirip balkona çıktığında hafif ve ılık bir rüzgâr vardı. Ellerini balkonun pervazına yaslayıp etrafı izlemeye koyulmuştu. Işıl ışıl parlayan çocukluğunun geçtiği sokakları başından sonuna kadar incelemiş, sonra da gökyüzüne çevirmişti bakışlarını. Işıltısıyla parıl parıl parlayan yıldızlara bakmıştı uzun uzun, tam bakışlarını sokağa kaydırmıştı ki görmeyi bıraktığı gökyüzünde bir yıldız kaymıştı.

Kürşad elinde viski bardağıyla evinin terasında otururken görmüştü o kayıp giden yıldızı. Birinin gördüğünü biri görmemişti ama kader görmüş varsaymıştı ikisini de. İkisi de aynı gökyüzüne düğümlenmiş, aynı kadere bağlanmışlardı sonsuzlukta. Henüz fark etmeseler de sınanacaklardı; canlarıyla, kalpleriyle en çok da aşklarıyla... İçindeki ses "Git" diyordu, "Git Lahiti gör" diye fısıldıyordu. Görmeden de rahat etmeyecekti bunu biliyordu aslında ama...

"En fazla ne olabilir ki? Gidip göreceksin ve bu işkence bitecek" diye söylenirken elindeki kristal bardakta kalan sıvıyı tek yudumda midesine göndermiş ve arabasının anahtarını alıp hızlıca evden çıkmıştı. Aynı anlarda Gülşah da hem merakına hem de içinden gelen sese yenilip tıpkı Kürşad gibi lahitin bulunduğu inceleme merkezine doğru yola çıkmıştı.

 

Loading...
0%