Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1. Bölüm “Kanadı Yanık Kelebek.”

@leylayesilgoz

ÖLÜME SEN KALA


1.BÖLÜM

 

"KANADI YANIK KELEBEK."

 

"En ağır şekilde ödenmişti o günahın kefareti. Cehennemin kapısında ağlamıştı melekler."

 

🕯️

 

Tan yerine hançer saplamıştı bu gece, vurguna uğramıştı yıldızlar, kana bulanmıştı bulutlar. Düşler, uğruna uykusuz kalınan gecelere asılmıştı bir bir, uçurumun kıyısında ki çiçekler usulca solmuş, anılar çıkmaz sokaklarda kaybolmuştu. Gemiler batmıştı dalgasız denizlerde, sönmeyi bilmeyen asi bir ateş harlanmış, ormanların bağrına kadar sızmıştı. Şiddetli bir rüzgar esmişti ansızın, deprem etkisi yaratmıştı bu sessizlik, yıkmıştı tüm binaları. Gözler, sis dolu dumandan kör olmuş, dudaklar mühürlenmişti usulca. Sonra aniden dizlerinin üzerine düşmüştü zaman, anılar dökülmüştü kanlı avuçlarından. Aydınlığın ardından kimsesiz kalmıştı geçmiş, saklanmak istemişti sessizce, cılız bir mum eşliğinde.

Bu gece bir kez daha ışıklar aniden sönecek ve zaman zihnimin karanlık odalarında tekerrür edecekti usulca. Tekrardan en derin yaralar deşilecek, en masum sözler yankılanıp duracaktı. Sırlar bir kez daha katilin kirli ellerinde saklı kalacak, bir kez daha kaybeden olacaktı anılar. Ve sessiz kalacaktı insanlar, dokunmadıkça onlara yaralar. Gecenin sakladığı sır zihnimde usulca dans etmeye devam ederken, gözlerimi sıkıca kapatıp derin bir nefes aldım ya da almaya çalıştım. Hatıralar kendini göstermek için savaş açmıştı bana, verdiğim sözleri fısıldamıştı usulca. Ama ben zaten o sözü tutmayacağımı ağır bir bedel ödeyerek söylemiştim ona.

Anlamamış mıydı beni yoksa verdiğim bedel yeterince ağır gelmemiş miydi kendisine? Ama hayır, bir kez daha cesaret edemezdim, o günden sonra bir kez daha kalkıp da o katili arayamazdım. Biliyorum, söz vermiştim anneme ama verdiğim kayıplar yetmişti beni durdurmaya. Daha fazlasını yapamazdım. Ellerimi bağlamışlardı, önüme engeller dizmişlerdi, vaktimi kısaltmışlardı, bundandı bu umursamaz tavrım, bundandı bu sesiz kabullenişim. Zorundaydım çünkü, başka şansım yoktu, bir daha dönemezdim geçmişe. Hem, bu geceyle birlikte üzerinden tam olarak on yedi sene geçmişti ve o gün tek bir suçlu bile bulunamamıştı. Gerçekler bir sır gibi saklanmıştı o cezaevinin gri duvarlarına. İşlenen günahın kefareti ise masumların boynuna asılmıştı. Şimdi uğraşmaya ne gerek vardı ki?

En ağır şekilde ödenmişti o günahın kefareti. Cehennemin kapısında ağlamıştı melekler.

Suçsuz yere çekilmişti cezalar, yine geç kalmıştı adalet. Ama artık bunun bir önemi yoktu. Ne de olsa artık kan değmişti hatıralara, ölüm dokunmuştu solup giden ruhuma, ağır bir bedel ödenmişti belki de bir hiç uğruna. Geçmişe fazlasıyla geç kalınmıştı, hangi gerçek kırılan kanatlarımı sarardı? Cevapsızdı tüm sormadığım sorularım, ama sorsam da cevapsız kalacaklarını bildiğim için ihtiyaç duymuyordum cevaplara. Ben uzun zaman önce vazgeçtim gerçeklerden, alışmıştım bedel ödemeye. Gerek yoktu bilinmezliğin açtığı bu derin yarayı deşmeye. Bundandı suskunluğum, kabul etmiş gibi duruşum, gerçi kabul de etmiştim çünkü artık hevesim kalmamıştı yaşamaya.

Ben ölümü yıllar önce kabul etmek zorunda kalmış biriydim, bunun için ölüm beni korkutmuyordu. Lakin bu gece ışıkların sönecek olması korkutuyordu beni, çünkü yanımda yakabileceğim tek şey yıllardır olduğu gibi küçük bir mum ateşiydi. Karanlıktan beni koruyan tek şey o küçük mum ateşiydi. Derin bir nefes ciğerlerime sızarken gökyüzündeki soluk yıldızlara bakarak usulca gözlerimi onların üzerinde gezdirdim. Tıpkı on yedi sene önce olduğu gibi bu gece de yıldızlar soluk bir şekilde asılmıştı gecenin boynuna. Sanki onların da haberi vardı bu gece yaşanacak olan felaketten, bundan dolayı ışıklarını soluk tutup gecenin içinde saklanmaya çalışıyorlardı.

Soğuk bir rüzgar usulca esip siyah saçlarımı yüzüme doğru savururken, beyaz tenim daha ne kadar soğuğa maruz kalacağını bilmeden bir kez daha üşüdü, bir kez daha bunu görmezden gelerek umursamadım. Bu gece buz gibi olmalıydı tenim, tıpkı on yedi yıl önce gri duvarlar arasında buz tutmuş annemin cesedi gibi. Hayır, bedenimden aldığım bir intikam yoktu, yıllar önce intikamını benden ellerim ve o gecenin katili almıştı. Gözlerimden bir damla yaş usulca akarken ıslak gözlerimle avuçlarıma baktım, o günden sonra bir cezaya mahkum kalır gibi buz tutmuştu ellerim.

Şeytan köşede sevinmiş, melekler semada ağlamıştı. Ellerim bu soğuk hükmü yerken, dualar asılı kalmıştı kanlı gökyüzünde, toprak kan korkmuştu bir gece de. Evet, annemin öldüğü günden beridir soğuktu ellerim, hem de normal olmayacak bir şekilde. Ne doktorlar açıklayabilmişti bu soğuk ellerimi, ne de defalarca yapılan kan tahlilleri. Kimse çözememişti bu durumu, oysa bir cezaydı bana, bir cezaydı o günden sonra.

"Ecrin?" Duyduğum ince sesle bakışlarım barın arka kapısını bulduğunda, kafasını uzatarak mahcup bir şekilde bana bakan kıza döndüm usulca. Duru benim iş arkadaşım olsa da, bazen sırdaşım bazen de kardeşim olan tek insandı. Yaşadığı zor şeylere rağmen benim için uğraşmış ve burada iş bulmama yardımcı olmuştu. Bende ona evimi açmış ve kaçtığı abisinden onu kurtarmıştım. Çektiği acılar gözlerine yansırken boynunu kaşıyarak "Mekanı kapatıyoruz," dedi yanıma doğru gelerek. Yüzümü inceleyen bakışları karşısında gözleri hafifçe dolarken "Korkuyor musun?" diye sordu, korktuğumu bilen tek kişi olduğu halde.

Onunla evimi bir buçuk yıldır paylaşıyordum ve o 7 Ekim'in benim için kabus olduğunu bilen iki kişiden sadece biriydi. Diğeri zaten bana bu geceyi kabusa çeviren katildi. Yüzüme, güçlü durmaya çalıştığımı beli eden bir ifade giydirip hafifçe tebessüm ettim. "Biraz, ama iyiyim ben. Endişe etme."

Gözleri dolarken ellerini buz gibi ellerimin üzerine koyarak "Polise gidelim," dedi yalvararak bana bakarken. "Bu böyle devam edeme-"

Derin bir nefes alarak ellerimi geriye çekip "Lütfen yapma," dedim acıyla kısılan kalbimle. "Polise gidemeyeceğimi en iyi sen biliyorsun. Bunu söyleyip durma." Farkında mıydı bilmiyorum ama bana büyük bir acıyı hatırlatıyordu bu dediği şeyle. Ne istiyordu, bir kayıp daha vermemi mi? Benim ondan başka kimsem kalmamıştı ki, yapamazdım. Onu da kaybedemezdim.

Benden daha hassas olduğu için mi bilmiyorum ama bir damla göz yaşı usulca gözlerinden düşerken parmaklarımla göz yaşını silip tebessüm ettim. Parmağım tenine dediği an soğukluğu karşısında bir tepki vermemişti, çünkü verirse elimi hemen çekeceğimi biliyordu. Bunu canımı yakmamak için yaptığını iyi biliyordum, çünkü ellerim konusunda ne kadar hassas olduğumu bir tek o biliyordu. Hafifçe tebessüm edip "Bu zaten son 7 Ekim gecesi," dedim acı gerçeği dile getirerek. Gözlerindeki yaşlar daha hızlı düştüğünde elimi geriye çekerek dolan gözlerimi hızla ovdum. "Bir gece daha bu kabusa katlanabilirim."

Göz yaşlarının arasından "Ölmeni istemiyorum!" diye yakındığında bir damla göz yaşım benden bağımsız koptu ve kalbim acıyla kasıldı. Duru'nun göz yaşları şiddetlenmeye başladığında "Yapma ama," diyerek onu kendime çekip sıkıca sarıldım. Göğsümde küçük bir çocuk gibi ağlıyordu. "Bu gece ölecekmiş gibi davranma. Sabah yine beni sapasağlam göreceksin." Bu gece onun eve gelmesini istemiyordum, çünkü yaşamak zorunda kaldığım şeye tanık olmamalıydı. Ben bu gece yalnız olmak zorundaydım, bundan dolayı ona otelde bir oda ayarlamıştım ama o gitmemek için saatlerce beni ikna edip duruyordu.

Onun iyiliği için uğraştığımı bilse de kabul etmiyordu çünkü o da benim iyiliğim için uğraşmak istiyordu. Oysa benim iyiliğim için uğraşırsa öleceğini biliyordu, nasıl ona izin vermemi beklerdi ki? Sözlerimle birlikte geriye çekilip çatık kaşlarla "Seni yarın sabah sapasağlam bulamayacağım," dedi kafasını iki yana sallarken. Kahve gözleriyle yalvarır gibi baktı bana. "Yarın sabah sen ölüme biraz daha yaklaşmış olacaksın Ecrin. Biraz daha ölmüş olacaksın ve ben seni öyle görmek istemiyorum!"

Ben aldığım her nefesle ölüme biraz daha yaklaşıyordum.

Bundan dolayı sözlerini duymazdan gelerek tebessüm ettim. "Hadi, sen çık artık ben de mekanı kapatıp eve geçeceğim." Gözleri itiraz eder gibi beni bulurken kolumdaki saatte baktım. Bir saat önce 7 Ekim olmuştu ve iki saat on yedi dakika sonra kabus başlayacaktı, annemin ölüm saati ve ve benim yıllardır her 7 Ekim gecesi maruz kaldığım o acı. Duru'nun daha fazla bir şey söylemesine izin vermeden kolunu tutarak "Hadi, artık," deyip onu barın arka kısmından içeriye soktum. Küskün bir şekilde bana bakarken çantasını ve ceketini köşede duran ayaklı askılıktan alarak kucağına bıraktım. "Kimse kalmadı zaten barda, bende kapıları kilitleyip gideceğim."

Eline verdiklerimle tepkisiz kalmaya devam ettiğinde gözlerimi devirerek onu kolundan çekip barın kapısına kadar sürükledim. "Beni düşünmeyi bırakır mısın Duru?" Çocuk gibi omuz silktiğinde güldüm. "Bu gece ölmeyeceğim, yarın gel başımın etini yemeye devam et, olur mu?" Onu bardan çıkardığım da bana ters ters bakarak "Umarım senden önce ölürüm," dedi, kaskatı kesildim. "O zaman çektiğim acıyı anlarsın belki." Buz tuttuğumu fark etmeden bana sırtını dönüp küskün bir şekilde yürümeye başladığında dolan gözlerimle arkasından bakarak dudaklarımı acıyla birbirine bastırdım. Benden önce ölmeyi istemişti.

Gözlerimden bir kaç damla yaş kontrolüm dışında asice akarken "N'olur benden önce ölme," diye fısıldadım sessizce giden kızı izlerken. "Ben bir kaybı daha kaldırmam." Ölüme ne kalmıştı şunun şurasında, benden önce ölmese olmaz mıydı? Duru iyice gözden kaybolduğunda hızlıca göz yaşlarımı silerek barın kapısına doğru döndüm ancak kapının önünde karnını tutarak eğilmiş bir kadın gördüğümde olduğum yerde durarak kaşlarımı çattım. Ağlıyor muydu o? Sarsılan omuzları ile acı içinde kıvranan kadına bakarak hızlıca yanına gidip onun gibi hafifçe eğildim. "İyi misiniz?" Onu kaldırmak istiyordum ama ellerimin soğukluğuna karşı vereceği tepki yüzünden çekinceliydim.

Sarı saçları yüzüne düşmüş olan kadın sesimle birlikte kafasını kaldırıp yaşlı gözlerini usulca gözlerime dikti. Ağlamaktan olsa gerek soluk bir teni vardı ama buna rağmen çok güzel görünüyordu. Yorgun gözlerinden dökülen yaşlar beni gördüğünde durulurken, dudaklarını acıyla birbirine bastırıp kafasını iki yana salladı. "Değilim! Nasıl iyi olabilirim ki?! Değilim işte! İyi falan değilim!" Eliyle karnına biraz daha baskı uyguladığı anda daha şiddetli ağlamaya başlarken şaşkınlık içinde ona baka kaldım. Acı çekiyormuş gibi ağlıyordu.

Korkuyla tuttuğu karnına bakarak "Karnın mı ağrıyor?" dedim masumca yüzüne bakarken. "İstersen içeriye gel, biraz dinlensen iyi olur." Biliyorum mekanı kapatmam gerekiyordu ama bu kadını da böyle bırakamazdım. Zaten o iyi olana kadar ben eve çoktan gitmiş olurdum.

Bir bana bir de mekanın girişine bakarak masum bir şekilde gözyaşlarını silip "İçmek için geldim," dedi ve karnını daha sıkı tutarak kafasını gökyüzüne çevirip acıyla inledi. "Ama lanet olsun ki içemem! O bir şeyleri unutmama izin vermiyor!" Kaşlarım istemsizce çatılırken anlamsızca ona baktım. Sonra zihnime aniden düşen yıldırım ile gözlerim kocaman açılırken şaşkınlık içinde bir adım geriye gittim.

"Hamile misin?" Karın ağrısının ve alkol kullanamamasının nedeni bu olabilir miydi? Aniden sorduğum soru onun daha çok ağlamasına neden olurken afallayarak ne yapacağımı bilmez bir halde ona baktım. Hamileydi, ama neden ağlıyordu ki? Hamile olduğu için mi? Karşımda çaresizce ağlamaya devam eden kadına bakarak derin bir nefes alıp bir elimle omzuna diğeri ile koluna dokunup onu usulca doğrultum. Ellerime bir tepki vermemişti çünkü giydiği kırmızı gece elbisesinin kolları uzundu ve soğukluğumu hissetmesine izin vermiyordu. Belki de onun de bedeni buz tutmuştu, bundan dolayı hissetmiyordu.

Onu doğrultarak yüzüne bakıp "Hadi, içeriye geçelim," dedim sıcacık bir sesle. Acılı bakışlarıyla bana itiraz etmek yerine yavaş adımlar attığında dikkatle onu barın girişine en yakın masaya oturttum. Ardından "Sen burada bekle, hemen geliyorum," diyerek bar tezgahının arkasına geçtim ve sıcak suyu kaynatarak nane limon hazırladım. Ona verebileceğim bir çay yoktu ama neyse ki burada nane limon vardı. Beş dakika içinde hazırladığım içecek ile ona doğru ilerlediğimde karşısında oturarak fincanı önüne bıraktım. Yaşlı gözlerini silerek burnunu çekip önündeki fincana baktı sonra titreyen dudaklarıyla "Teşekkür ederim," diye mırıldandı, kafamı usulca salladım.

Benden bir kaç yaş büyük görünüyordu ve üzerindeki elbisenin kaliteli kumaşı ile bir davetten çıkmış gibi duruyordu. Güzel bir yüzü vardı, koyu kahve gözleri her ne kadar kırgın baksa da, yüzünde ki ifade güçlü bir kadının acılı bir haykırışını anlatıyordu. Sanki yıkılmış bir meşe ağacı gibiydi. Islak yanaklarını elinin tersiyle silerek kendine gelmeye çalıştığında ona gereken süreyi sabırla verdim. İçeceğinden bir yudum alıp gözleriyle mekanı süzerek "Kapatıyordun sanırım?" dedi bana dönerek.

Onu mahçup etmemek için "Biraz işim vardı aslında," dedim küçük ve zararsız bir yalan söyleyerek. Masum gözlerini bana dikerek derin bir nefes aldı ve acıyla gülümsedi.

"Biliyor musun? Hamile olduğumu öğrenen ilk kişi sensin." Sözlerindeki saf acının kaynağı canımı sıkarken gözlerine baktım sessizce. Bu durum karşısında ne diyeceğimi bilmiyordum, onu kırmaktan korktuğum için ise sessiz kalmayı tercih ederek gözlerine baktım. Zaten benden bir cevap beklemediği acılı ifadesinden belliydi. İçini dökmek ister gibi, "Bu gece babası da öğrenecekti onu," dedi elini karnının üzerine yerleştirerek. Daha sonradan gözlerinden bir damla yaş aktığında bakışlarını kaçırdı. "Beni terk edip önüme boşanma evraklarını bırakmasaydı eğer."

Beklemediğim durum karşısında nefesimi tuttuğumda, gözlerinden bir damla yaş daha düştü. "Ben beni seviyor sanmıştım," dedi bana acıyla bakarak. "Ben onu çok sevdim, o beni neden sevmedi ki?" Omuzları sarsılarak ağlamaya devam ettiğinde şaşkınlık içinde ayağa kalkarak yanına geçtim ve omzuna dokunarak "Sakin ol lütfen," diye konuştum. Ne diyeceğimi bilmiyordum. "Bu kadar stres senin için iyi değil."

Ben ona dokunamaya çekinirken o aniden bana sarılarak ağlamaya devam edip, "Bebeğimiz olacak bizim!" dedi acı içinde kıvranırken. "Beni istemeyen bir adamla bebeğim olacak ve ben ne yapacağımı bilmiyorum!" Şiddetle ağlamaya devam ettiğinde dudaklarımı birbirine bastırıp saçlarını titreyen soğuk ellerimle çekingen bir şekilde okşadım.

"Hamile olduğunu bilmeden mi boşanmak istedi?" Belki haddim değildi ama merak etmiştim. Kafasını hafifçe iki yana sallayıp "Bilmiyor," dediğinde burnunu çekerek kızarmış gözlerini gözlerime dikti. "Bilmesini de istemiyorum. Onu istemediği bir evliliğe bebeğimiz için mahkum edemem. Bu sağlıklı değil." Her ne kadar acı içinde olsa da mantıklı düşünüyordu. Haklıydı, bebek için bir evlilik yürütmek saçmalıktı ama yine de o adamın da öğrenmeye hakkı vardı bu durumu.

Yine de kendi düşüncelerimi kendime saklayarak tebessüm ettim. "Seni bırakabileceğim bir yer var mı? Bu saatte tek başına olmanı istmem." Artık mekanı kapatıp eve dönemem gerekiyordu, saat iki olmuştu. Kafasını hafifçe iki yana sallayan kadın "Sen kapat mekanı, ben abimi ararım," dedi ayağa kalkarken. Onu rahatsız etmek istememiştim. Hızla ayağa kalkıp karşısında durdum. Yoğunluktan her an düşecek gibi duruyordu.

"Bak, yanlış anlamanı istemem ama artık mekanı kapatmak zorundayım. İstersen abin gelene kadar yanında kalabilirim."

Yüzünde zoraki bir tebessüm oluşan kadın kafasını hafifçe sallayıp "Olur," dediğinde kabul ettiği için tebessüm ederek masadaki fincanı alıp "Hemen geliyorum," dedim.

Onu ardımda bırakıp çantamı ve ceketimi alarak yanına yürüdüğümde, birlikte mekândan çıktık. Kapıyı kilitleyerek ona döndüğüm de, üşüyor olduğunu fark ederek ceketimi uzattım. Ben zaten soğuğa alışkın biriydim ve bu gece üşümek bana en iyi gelen şeylerden biriydi. Bir bana bir de ceketime bakarak kafasını iki yana sallayıp "Gerek yok, sen giy lütfen," dediğinde onu umursamadan ceketi omuzlarına yerleştirip "Ben soğuğa alışığım," dedim omuz silkerek.

Gözlerime dolan gözleriyle bakarak tebessüm etti. "Teşekkür ederim." Elini uzattı. "Bu arada ben Yağmur Keskin Kaya." İki soyadı vardı. İsmini söylerken kaşları çattıldığında "Artık sadece Yağmur Keskin," dedi, buruk bir ifadeyle tebessüm edip elini tuttum.

 

"Ecrin Kavin Ulusoy."

 

Yüzünde mumnun olmuş bir ifade gezinirken elini geriye çekerek "Şey," dedi mahcup bir ifadeyle. "Telefonumu düşürmüşüm de, senden abimi arayabilir miyim?" Mahçup tavrı karşısında hızla telefonumu ona uzatıp "Tabi," dediğim de çekinerek telefonu aldı. Sanırım bu gece bana yük olduğunu düşünüyordu oysa farkına değildi. Bu gece bana en büyük yük acımasızca geçip giden saniyelerdi.

 

Yağmur abisinin numarasını tuşlayıp uzun bir süre bekledi, ardından karşı taraf cevap vermiş olmalı ki, "Kıraç?" dedi ince sesiyle. Sanki çaresizliğini bir ona döküyormuş gibi gözleri anında dolduğunda "Benim," dedi. Onu dinliyor olmak istemediğim için bir kaç adım ilerleyerek kaldırıma çıkıp bakışlarımı usulca gökyüzüne çevirdim ve geceyi dinledim usulca, çıt yoktu.

 

Yıldızlar avutulmuştu sanki, bundandı gecenin sessizliği.

 

Oysa tam şu anda bir çığlığın duyulması gerekiyordu, bir kıymet kopmalıydı zihnimde. Ama hiçbir ses duyulmadı, korkuyla atan kalbimin dışında. Bu muydu beni korkutan şey, oysa bilinmezlik değil miydi asıl korkunç olan? Neydi ki istediğim, peşimdeki katil vermişti bana işte o vakti. Doğduğun gün öleceksin demişti. Beni bir bilinmezliğin içinde bırakmamıştı, aksine gayet net bir şekilde yirmi üçüncü doğum günümde öleceğimi söylemişti. Hatta o günü bir gün bile geçmeyeceğimi. O halde neydi beni korkutan? Ölümden korkmayı uzun zaman önce bırakmamış mıydım ben? O duyguyu da gömmemiş miydim kaybettiklerim gibi toprağa? O halde bu gece beni delicesine korkutan şey tam olarak neydi? Son yıldönümü olması mı yoksa yine yaşamak zorunda kalacağım o sancılı anlar mı?

 

Canımdan başka neyim kalmıştı ki benim? Neden sadece usulca öleceğim günü arkama yaslanıp beklemiyordum? Neden hala olmayan, olmayacağını da bildiğim bir umudun peşinden koşmak istiyordum? Olmayacaktı işte, bu kez de olmayacaktı. Hem zaten hiçbir umut yoktu ki, peşinden koşacağım tek bir umut bile yoktu.

 

"Ecrin?" Duyduğum sesle bakışlarımı gökyüzündeki yıldızlardan çekip ıslanmış gözlerimi ovarak arkamdaki kadına döndüm. Telefonu bana uzatarak mahcup bir şekilde "İstersen sen eve git, Kıraç'ın gelmesi uzun sürebilir," dedi asla kabul etmeyeceğim bir teklifle. Hayır, onu burada tek başına bırakamazdım. Biliyorum, eve gitmem gerekiyordu ama Kıraç en fazla ne kadar geç kalabilirdi ki? Zaten daha bir saat yedi dakikam daha vardı. Kafamı iki yana sallayıp telefonu elinden aldım.

 

"Bekleyelim." Sözlerim üzerine mahcup bir tavırla bana baktığında köşedeki bankı işaret ettim. "Abin gelene kadar oturalım mı?" İtiraz etme hakkı olmadığını bilir gibi beni kabul ederken birlikte banka oturduk ve Kıraç'ı beklemeye başladık. Ben yine zihnimin içindeki karanlık odaya hapsolurken Yağmur'da sessizlik istiyormuş gibi sessizce geceyi izledi. Aldığım nefesler zaman ilerledikçe zehire dönüyor, kalbimin acı içinde kasılmasına neden oluyordu. Sanki üzerime ağır bir günah düşmüş gibiydi ve kefareti boynuma asılmıştı. Soğuk hava iyice bozulurken titreyen ellerimle boynumdaki kolyeye dokundum, gözlerim doldu.

 

Eski ve de asi bir kolyeydi bu kelebekli kolye. Annemin benim için boynunda sakladığı kolyesiydi. Biz cezaevinden çıkarken kendi elleriyle boynuma takacak, kelebek gibi özgür ol diyecekti bana ama diyememişti. Gözlerim yavaşça dolarken avuçlarım arasına aldığım kolyenin ucundaki kelebeğe usulca dokundum. Cezaevinde doğduğum için annem her zaman kendini suçlar, özgürlüğümü kısıtlandığını düşünürdü. Oysa benim için özgürlük sadece onun yanıydı. Bana her gece anlattığı masalda beyaz bir kelebekten bahseder, beni onun yerine koyardı. Ona göre bende o beyaz kelebek gibi özgürlüğü hak eden masum biriydim. Ama beni kelebeğe benzetirken bilmediği bir şey vardı.

 

Kelebekler özgür olduğunda, üç günlük ömürleri kalıyordu dünyada. Annem bilseydi özgür olacağım gün ömrümün kısalacağını, yine de o beyaz kelebek yerine koyar mıydı beni? Kanatlarımı kırdıklarını bilseydi, yine de benim o beyaz kelebek olmamı ister miydi? Çok kez kaçmıştım, insanlar kanatlarıma daha fazla zarar vermesin diye beni mahkum ettikleri o karanlığa çok kez kaçmıştım. Ama karanlıktan korkardım ben. Bundan dolayı belki de felaketime sebep olmuştum.

 

Bir mum ateşi yakmıştım o gece, kanatlarımın küle döneceğinden habersizce.

 

Ama farkında değildim, kendime insanlardan daha çok zarar verdiğimin farkında değildim. Girmiştim o karanlığa, sebep olmuştum kanatlarımın yanmasına. Şimdi ellerimde sadece küller vardı, bir de hâlâ sönmesin diye uğraştığım o mum ateşi. Cılızdı, ama benimleydi. Benim kayıplarım hep karanlıkta yaşanmıştı, bundan dolayı mum ateşi ilk kaybımdan beri hayatımın her yerindeydi. Ben ölene kadar da o mum ateşi her gece yanmaya devam edecekti, çünkü bir kez daha karanlığa mahkum kalamazdım. Bir kez daha her yer karanlık olursa, kayıplarım artardı. İzin veremezdim, hayatımda sadece Duru kalmışken buna izin veremezdim.

 

Bekledik, Kıraç denen adamın neredeyse bir saat bekledik. O gelmedikçe zaman daraldı ve ben gitmeyi düşündüm. Sadece yedi dakikam kalmıştı, artık daha fazla burada kalamazdım yoksa katil bunu bana en ağır şekilde ödettirdi. Saat 03:17 olmadan önce evde olmak zorundaydım. Kıraç'ın hâlâ gelmemiş olması canımı sıkarken yanımdaki Yağmur'a dönerek "Benim artık gitmem gerekiyor," dedim ayağa kalkarken. Ancak o sözlerime cevap vermek yerine kafası önde öylece duruyordu. Kaşlarım istemsizce çatılırken eğilip yüzüne baktım ve uyuyor olduğunu gördüğüm an şaşkınlık içinde etrafıma baktım.

 

Sadece altı dakika kalmıştı!

 

Gözlerim yavaşça dolarken yutkunarak Yağmur'un omzuna dokundum. "Yağmur, uyan lütfen." Eve gitmem gerekiyordu ama onu bu şekilde de bırakamazdım. Endişeyle saçlarımı geriye itip dudaklarımı dişledim. Evim buraya sadece iki sokak uzaklıktaydı, koşarsam eğer varabilirdim ama Allah kahretsin ki Yağmur'u da böyle bırakamazdım! Bu adam nerede kalmıştı?! Korku sinsi bir yılan misali zihnimde dolanırken dolan gözlerimden bir kaç damla yaş usulca düştü. Yağmur'un yüzünü kaldırıp "Yağmur," dedim acıyla. "Uyan lütfen." Kötü bir gece geçirdiği için mi bilmiyorum ama uyanmadığı her an beni bir uçurumun kıyısına sürüklüyordu. Son dört dakika kaldığında sertçe yutkundum. Artık kaçacak bir yer kalmamıştı.

 

Bir kez ölecektim doğduğum gün. Ama o güne kadar kaç kez ölecektim, bilmiyorum...

 

Çaresiz bakışlarım bankta uyuyan kızı bulurken ondan uzaklaşmak için boş yola doğru bir kaç adım attım. Eğer katil her 7 Ekim gecesi olduğu gibi bu gece de izliyorsa beni, ne yaptığımı anlamış olmalıydı. Ne de olsa beni en iyi tanıyan kişi oydu. Yağmur benim için önemli biri değildi ve hatta hayatımda bir yeri de yoktu. Sokağa doğru attığım adımlarla katile bunu anlatıyordum çünkü Yağmur'a zarar vermesini istemiyordum. Gözlerimden yaşlar usulca akarken sokağın ortasında durdum. Korkuyordum ama korktuğum şey yine birinin karanlıkta ölecek olmasıydı, karanlık değil.

 

Ben karanlığıma mum ateşi yakmıştım, ışıkların yokluğu korkutamazdı beni.

 

Gözlerimden akan yaşlarla usulca beklediğim de, saat 03:17 oldu. Art arda binlerce kurşun sesi sokağı acı içinde inletti.

 

Bir kıyamet kopar gibi duyulan sesler kulaklarımı sağır ederken her bir yanımdan hızla geçip yere çarpan kurşunlar ile şiddetle titremeye başladım. Başlamıştı işte, eve gitmediğim için büyük bir kıyamet başlamıştı. Göz yaşlarım deli gibi akarken her bir binanın üzerinde olduğunu düşündüğüm tetikçilerin kurşunları yakınımı buluyor ama ısrarla bedenime değmiyordu. Bu kez evimin camları yerine bulunduğum sokağın asfaltını parçalıyordu kurşunlar. Öyle şiddetli bir ses duyuluyordu ki, geceye karışan haykırışlarımı duymakta zorlanıyordum. Burası ıssız bir sokaktı ama yine de insanların bu sesleri duyması gerekiyordu, bu kez duymamazlıktan gelemezdi kimse. Bu kez duymadım diyemezdi kimse.

 

Kurşunlar, şiddetle her bir yanımdan geçip dururken acıyla çığlık atıp dizlerimin üzerine düştüm, dizlerim parçalandı. "Dur artık!" diye acılı bir haykırış koptu dudaklarım arasından. Göğsümde sıkışıyordu artık, nefes alamıyordum, acı her yanımı sarmıştı. "Yalvarırım dur!" diye haykırdım boğazım yırtılırcasına. Sesim geceyi inletiyordu, ama silah seslerini bastırmaya yetmiyordu. Zaten nasıl yetebilirdi ki? Susturamadığım sesler yüzünden hıçkırarak ellerimi sertçe kulaklarıma bastırdım. Kulağımın dibinden geçen her bir kurşun ölümün davetsiz misafir olduğundan çok peşimi hiç bırakmayan bir ev sahibi olduğunu fısıldıyordu. Yere çarpıp asfaltı yaran her bir parça ruhumda derin yaralar açarken boğazım kanarcasına haykırdım. Bedenimi es geçip yakınımdan geçen kurşunların şiddetini hissediyor, rüzgarı delerken çıkardıkları o inilitili seslerini duyuyordum. Ölüm gibi bir şeydi.

 

Derin bir acı bir ok gibi kalbime saplanırken nefes alamadığımı hissettim. Okun ucundaki zehir kelebeğin yanık kanatlarını parçalara bölmüştü. Özgürlük bu muydu? Annemin her gece anlattığı o beyaz kelebeğin yaşadığı özgürlük bu muydu? Ölümün soğuk nefesini ensemde her daim hissetmek özgürlük olamazdı. Acı dolu bir çığlık daha gökyüzündeki yıldızlara karışırken deli gibi titreyen bedenim artık sona yaklamış gibi tüm enerjisini tüketti. Ancak kurşun seslerine karışan bir arabanın sesi kafamı usulca kaldırmama neden oldu. Puslu gözlerim artık karanlığı bile istemiyor, kamaşıyordu. Bana doğru hızla gelen araba nefesimi tutmama neden olurken Yağmur'un çaresiz haykırışını duydum.

 

"Ecrin!"

 

Bitmişti işte. Bu gece sözünü dinlemediğim için öldürmeye karar vermişti beni.

 

Kelebeğin ömrü üçgünden daha kısa sürmüştü.

 

Bekledim, donuk gözlerimle arabanın beni ezmesini ve öldürmesi usulca bekledim. Artık üzerime yağan kurşun sesleri duyulmuyordu, duyulan tek şey Yağmur'un haykırışları benim ise içli içli ağlayışımdı. Bedenim deli gibi titrerken beni ezmesini beklediğim araba aramızda on adımlık bir mesafe kala aniden durduğunda, fren sesi az önceki kurşun seslerinden daha çok yaktı canımı. Ölüm ve yaşam arasında sadece on adım kalmıştı. Bedenim deli gibi titrerken arabadan hızla inen yabancı bir adamla Yağmur "Kıraç!" diye bağırırken sol gözümden son bir damla yaş daha düştü ve bedenim usulca kurşunların üzerine devrildi. Artık dayanacak gücüm kalmamıştı, gözlerim usulca kapanırken son gördüğüm şey az önce üzerime yağan kurşunların paramparça ettiği asfaltı. Doğduğum gün beni paramparça edecek olan kurşunlar bu kez asfaltı parçalamıştı.

 

Ölüm sinsice üzerime çökerken cılız bir nefes kaçtı dudaklarımın arasından, kana bulandı zihnim. Yüzümde buruk bir tebessüm oluşurken usulca fısıldadım.

 

"On yedinci ölüm yıl dönümün kutlu olsun anne..."

 

🕯️

 

Acı siyaha bulanmış, sanrıların üzerinde hüküm sürmüştü. Kanlı bir savaş vardı kendine gelen bilincimin içinde. Zaman akrebin kuyruğuna dolanmış, zehri anların üzerine dökmüştü. Kanlı bahçelerimde kırmızı güller açmış, dikenleri ruhuma saplanmıştı. Acı hiçbir zaman bu kadar tarifsiz olmamıştı. Kullandığım hiçbir sözcük zihnimdeki acıyı anlatmaya yetmiyordu. Ölüm gibi bir şeydi ama asla tam olarak ölüm değildi tıpkı ölümden de az olmadığı gibi. Çığlıklarımı duyuyordum sanki, saatler önce kurşun seslerinden dolayı duyamadığım acı dolu çığlıklarımı tam olarak şu anda duyuyordum. Boğazım ağrıyordu, zihnim kanıyordu ve bedenim hâlâ titriyordu. Sanki o an hiç geçmemiş gibi.

 

Biraz bekledim, kendime gelmek için biraz bekledim ve zihnim az da olsa durulmaya başladığında gözlerimi usulca araladım. Sanki üzerime düşen enkazlar vardı, bundan dolayı ezilmiş gibiydi bedenim. Kirpiklerimi kırpıştırarak göz kapaklarımı zorladığımda, gözlerime sızan ışıkla yüzümü buruşturdum. Büyük ve sade bir odadaydım. Bulunduğum yatağın karşısındaki duvar camdan olduğu için gün ışığı içeriye sızıyor, gözlerimi kamaştırıyordu. Burası benim evim değildi.

 

Kaşlarım istemsizce çatılırken etrafa baktım. Beyaz duvarlar beyaz perdeler ile tamamlanmıştı. Köşede beyaz bir dolap vardı, tıpkı tavanda da beyaz bir avize olduğu gibi. Gözlerim içinde bulunduğum yatağın bulurken onunda beyaz olması ile huzurla gülümsedim. Garip bir şekilde yabancısı olduğum bu oda bana huzur vermişti. Peki, ben tam olarak neredeydim? Bakışlarımı usulca kapıya çevirecektim ki, hemen yatağın yanındaki koltukta oturan adamla nefesimi tuttum. Bu da kimdi? Benim burada ne işim vardı?

 

Az önce huzur veren oda sanki aniden beni boğmaya başlarken titreyen omuzlarımla karşımdaki adama baktım. Kemikli yüzü, keskin bakışları ve de kendinden oldukça emin bir duruşu vardı. Özenli siyah saçları ve de koyu olan gözleriyle elinde tuttuğu telefonuma bakıyor, bir şeyler düşünüyordu. Kaşlarım istemsizce çatılırken yalandan da olsa öksürdüm, telefonuma bakmasını istemiyordum. Özelikle gece yaşanan olaylardan sonra. Öksürüğümden sonra sanki bir avcıya gösterilmiş av gibi bakışları keskin bir şekilde beni bulduğun da sertçe yutkunarak kuruyan dudaklarımı ıslattım. Gerginlikten ölecektim. Kimdi bu adam Allah aşkına?!

 

Yataktan doğrulduğumda küçük bir inilti koptu dudaklarımdan, "Ani hareketlerde bulunma," dedi, kulağa fazlasıyla hoş gelen soğuk ama güven verici bir sesle. Bakışları bedenimi buldu. "Bedenini çok kastın, biraz rahat bırak kendini." Kimdi bu? Kaşlarım istemsizce çatılırken haklı olduğunu bildiğim için dediğini yapmak istedim ama bir yabancının gözleri önünde yatakta uzanıyor olmak benim için fazlasıyla riskliydi. Bundan dolayı sırtımı yatak başlığına dayadım ve ona baktım.

 

Derin bir sessizlik oldu, ikimizde birbirimize baktık sadece. Benim gözlerim nemli onunkiler ise fazla ifadesizdi. Bir şeyler arar gibi baktı gözlerime ama bulamazdı o boşlukta hiçbir şeyi. Ben yıllar önce bırakmak zorunda kalmıştım bazı duyguları, gözlerime dikilen umut fidanları sökülmüştü, kurak bir topraktı şimdi baktığı yer. Arasa da saatlerce, baksa da günlerce bulamazdı hiçbir şey. Zihnimin uçurumlarında duran umutları görebilirdi anca, ama ona da dokunmaya ve de bakmaya gücü yetmezdi. Ama korktuğundan değil, tutup da kurtarmayacağını bildiğinden.

 

Aramızda adeta sessiz bir sükunet hüküm sürerken ona sormak istediğim soruları dilimin altında tuttum. Kaçmak istiyordum buradan, bu adamın kim olduğunu bile bilmiyordum. Tıpkı o da benim gibi soru sormadı, aksine sessizce gözlerimi izledi, titreyen omuzlarıma baktı ve bir şeyler düşündü kendi kafasında. Ne gibi bir mahkeme yaşanmıştı orada bilmiyorum ama bir sonuca varmış gibi gözlerini gözlerime diktiğinde, siyahları soluk yeşillerimi delip geçti. "Sormak istediğin bir şey var mı Kavin?"

 

Kaşlarım istemsizce çatılırken "Adımı nereden biliyorsun sen?" diye sordum kendime engel olamayarak. Kavin demişti bana, oysa sadece annem Kavin derdi bana.

 

Sorumla birlikte "Bu mu sorun?" diye sordu sakince beni izlerken. Gözlerinde beni tehdit eden bir ifade yoktu ama bir mafya gibi giyindiği için istemsizce ondan korkmuş durumdaydım. Katil bu olabilir miydi? Çatık kaşlarla ona yargılarcasına baktığımda derin bir nefes alarak telefonumu bana uzattı, titreyen soğuk ellerimle telefonu aldım ondan.

 

"Adını Yağmur'dan biliyorum. O söyledi." Ne? Gözlerim şaşkınlıkla açılırken bakışlarımı telefonumdan kaldırarak ona diktim.

 

"Sen Kıraç mısın?" Siyah gözleri soluk yüzümde dolanırken kafasını usulca salladı.

 

"Kıraç Keskin."

 

Gece arabayla üzerime gelen adamdı bu. Yağmur ona Kıraç diye bağırmıştı. Hatırladıklarımla gözlerim dolarken Kıraç "Kimdi o insanlar?" dedi olduğu yerden bana doğru eğilirken. "Üzerine sayısız kurşun sıkıldı ama hiçbiri sana değmedi." Gözlerim gözlerini bulduğunda kaşlarını çattı. "Gece yaşanan şey neydi Kavin?"

 

"Kavin deme bana." Aniden dudaklarımdan kaçan sözlerle kaşlarını çatarak kafasını hafifçe yana eğdi. Bu dikkatli bakışları beni germeye başlarken bakışlarımı kaçırarak sağ elimle sol baş parmağımı kaşımaya başladım. Bu genelde korktuğum zaman yaptığım basit bir hareketti. Kıraç'ın bakışları parmağımı bulurken sessizce beni izledi. Biliyorum, beni o sokaktan alıp evine getirmişti ama yine de ona kabalık etmiştim. Ben sadece bana Kavin demesini istemiyordum. Egemen bile Ecrin derken o nasıl Kavin diyebilirdi ki?

 

"Üzgünüm," diye mırıldandım titrememesi için uğraştığım cılız sesimle. "Kabalık etmek istememiştim." Ben böyle bir insan değilim, bana yardım eli uzatan birine kabalık etmezdim.

 

Kıraç arkasına yaslanıp "Kalabalık değil bu," dedi bakışlarımın kendisini bulmasını sağlarken. Yüzümün her bir zerresini uzun uzun inceledi ve "Korkuyorsun," dedi sakince. "Ve sert davranmaya çalışarak sorularımdan kaçmaya çalışıyorsun." Doğru bir tespitte bulunmuştu. Gözlerimi kaçırdığımda yumuşak bir sesle "Bana gece olanlardan bahseder misin Kavin?" diye sordu, bakışlarım onu buldu. Israrla Kavin diyecekti değil mi? Tamam, Kavin demesinden rahatsız değildim ama o da az önceki tepkimin bir kaçış yöntemi olduğunu anladığı için bilerek Kavin demişti ve bu durum utanmamı sağlamıştı.

 

Sol baş parmağımı kaşıyarak "Dün gece olanların sebebini bilmiyorum," dedim, kafasını iki yana sallayıp kucağımdaki telefona baktı.

 

"Telefonuna gelen mesaja bak ve bir daha düşün."

 

Gözlerim korkuyla açılırken hızla gözlerine baktım. Katilin attığı mesajı mı okumuştu? Hayır hayır, bunu yapmış olamazdı! Bu son mesajken bunu yapmış olamazdı. Katil her 7 Ekim'de bana olan saldırısından sonra farklı yurtdışı numaralarından mesaj atar ve beni açıkça tehdit ederdi. Kıraç Keskin bu mesajı okumuş muydu? Gözlerim şaşkınlıkla açılırken titreyen ellerimle telefonu açtım ve zaten ekranda duran o mesajı okudum.

 

Tik tak, tik tak, zaman bitti bak.

 

Kelebek için geri sayıma başladı, zamanın kanlı çarkı.

 

Hazır ol annesinin kızı, ölüme ne kaldı?

 

Gördüğün son yıl dönümü.

 

On yedinci yıl dönümü benim göreceğim son yıl dönümüydü çünkü artık öleceğim güne sadece beş ay yirmi gün kalmıştı. Gözlerimden düşen yaşlar büyük bir suçun cezası olurken yalan söylediğim adamın gözlerine bakmaya utanarak üzerimdeki yorganı kenarıya itip yataktan kalktım. Daha fazla burada durmayacaktım, tamam bir şeyler öğrenmiş olabilirdi ama ona açıklama yapacak değildim. Ayağa kalktığım an başım şiddetle dönerken buradan gitmek için ileriye doğru bir hamle atmıştım ki, kararan gözlerimle zemin adeta ayağımın altından kaymaya başladı. Bedenim bu şiddetli sarsıntı yüzünden öne doğru yalpalarken, beklemediğim bir anda belimin her iki yanında hissettiğim büyük eller düşmeye hazır bedenimi tutarak düşüşümü engelledi. Gözlerim güçsüz bedenim yüzünden hızla dolarken nefes nefese kendime gelmeyi bekledim.

 

Ancak yorgunluktan bitap düştüğüm için kafamı bile kaldıramıyordum. Daha fazla direnemedim ve kafam beni tutan adamın göğsüne düşerken, cılız bir nefes alarak ağırlığımı istemeden olsa da ona verdim. Sıcak nefesi saçlarım arasında dolanırken, "Sana ani hareketlerde bulunmaman gerektiğini söylemiştim küçük kelebek," diye fısıldadı.

Sözleriyle dudaklarım titrediğinde "Kavin de, ama kelebek deme lütfen," diye mırıldandım sessizce. Titreyen sesimle bedeni kasılırken beni kucağına alıp tekrardan yatağa yatırdığında geriye doğru çekilip soluk yüzüme baktı. Kaşları usulca çatılırken "Bu böyle olmayacak," diyerek kafasını iki yana sallayıp doğruldu ve cebinden telefonunu çıkararak birini aramaya başladı. Kaşlarım istemsizce çatılırken o telefona doğru "Tolga, doktoru tekrardan getirin," dedi, hızla ona bakıp "Hayır," dedim kafamı iki yana sallayıp. "Ben iyim!"

Bakışları beni bulurken "İyi olduğuna emin misin?" dedi, kafamı olumlu anlamda salladım. Oysa hiç iyi değildim.

"Evet, dün pek bir şey yemedim. Bundan dolayı başım döndü."

Gözleri kısılırken "Çorba içer misin?" diye sordu ancak ben daha cevap vermeden telefona doğru "Sana niye çorba yapayım lan!" diyerek sinirle bağırdı. Sanırım bana söylediklerini Tolga üzerine almıştı. Kaşları hızla çatılırken "İşine bak Tolga," diyerek telefonu kapatıp bana döndü. "Sana çorba hazırlamalarını söyleyeceğim. Ben gelene kadar dün geceyi nasıl anlatacağını iyi düşün küçük kelebek." İnatla söyleme dediğim şeyi söyleyecekti değil mi?

Gözlerimi kaçırdığımda Kıraç odadan çıktı. Tabi ki ona hesap vermeyecektim ve hatta burada bile durmayacaktım. Biliyorum, teşekkür etmeden buradan gitmem çok yanlıştı ama burada kalırsam Kıraç gerçeği öğrenene kadar durmayacaktı. O gerçeği öğrenirse katil yine uslu durmadığımı düşünür ve bana yine gereken dersi verirdi. Artık sağlam bir kanadım kalmamıştı, iki kayıpla iki kanadımdan olmuştum. Bu kez bana daha ağır şeyler yaşatabilirdi. Yanık kanatlarımı söküp alabilirdi, yapamazdım, geçmişi kurcalayacak birine gerçeği anlatamazdım. Yanık kanatlarımdan olamazdım.

Usulca yataktan kalkıp telefonumu cebime koydum ve köşedeki ayakkabılarımı giyerek odadan çıktım. Biraz da olsa kendime gelmiştim, tamam bedenim hâlâ ağrıyor olabilirdi ama eve gidene kadar dayanmak zorundaydım. Kapıyı açtığım an koridora bakarak etrafı kontrol ettim. Hem alt katta hem de üst katta uzanan bir merdiven vardı. Büyük bir evdi burası. Hızlıca kimsenin olmadığı koridora çıkıp merdivenlerden aşağıya indim. Her ne kadar sessiz olsam da, sanki her an yakalanacakmışım gibi hissediyordum. Alt katta indiğim an kaldığım oda gibi beyaz ve sade olan salona kısa bir an bakıp hızlıca dış kapıya doğru koşmaya başladım.

Neyse ki kimse yoktu. Dış kapıyı da sessizde açtığımda bedenimi dışarıya çıkarıp usulca evi bir kez daha kontrol ettim, ardından arkamı döndüm ve o an gözlerim kocman açıldı. Evde nasıl hiç kimse yoksa, bahçede de bir o kadar kişi vardı. Koca bahçenin her bir köşesinde duran takım elbiseli adamlar ve hemen karşımda bir adamla duran Kıraç Keskin vardı. Herkes şaşkınca bana bakıyordu, Kıraç'ın karşısındaki adam bile ama Kıraç'ın bakışları onların aksine sert ve ifadesizdi. Konuşmalarını bölmüştüm sanırım.

Kıraç'ın karşısındaki adam beni dikkatle süzerken "Kaçıyor muydun sen?" diye sorduğunda bahçedeki adamlara bakarak sertçe yutkunup ona döndüm tekrardan. Böyle bir yerden nasıl kaçabilirdim ki?

Kıraç bana sertçe bakıp üzerime doğru geldiğinde ürkek gözlerle ona döndüm. Karşımda durarak kafasını bana doğru eğip "Kaçıyordu tabi," dedi kafasını hafifçe sallarken. Evet, kaçıyordum ama bunu ona söylemek yerine sessiz kalıp bakışlarımı kaçırdım. "Bana bak," dediğinde gözlerim dolmuştu bile. Kendimi neden bu kadar çaresiz hissediyordum ki? Bir aptal gibiydim! Kıraç'ın parmaklı çenemi kavradığında teninin sıcaklığı karşısında afalladım. Benim aksime elleri sıcacıktı. Hafif bir baskı uygulayarak çenemi yukarıya kaldırdığında, kara gözleri yaşlarla dolu gözlerimi buldu, kaşlarını çattı.

"Benden korkmana gerek yok küçük kelebek." Ondan korktuğum için ağlamıyordum ki. Bir damla göz yaşım usulca sol gözümden akıp giderken o göz yaşını takip etti keskin bakışları.

Dudaklarımı ıslatıp "Kıraç," dedim fısıltıyla, bakışları hızla gözlerimi buldu. "Kelebeğin ömrü kısadır, bana kelebek deme." Sözlerimle bedeni kas katı kesildiğinde, kaşları çatıldı. Çenemi geriye çekip elinden kurtardığımda "Bana kelebek derken iyi düşün," diye fısıldadım acıyla. "Çünkü kelebeğin ömrü üç günlüktür." Sesimi onun dışında kimsenin duymasını istemiyordum bundan dolayı fısıldamıştım. Gözleri gözlerimde dolanırken bir binanın yıkıldığını hissettim bakışlarının ardında. Sanki ne demek istediğimi anlamış ve bunun ağırlığı altında ezilmişti. Bana kelebek diyen bir annem vardı bir de katil.

Biri kelebek gibi özgür olmamı istemişti diğeri kelebek kadar kısa bir ömrümün. Kıraç kendisini onlarla aynı kefeye koymamalıydı, çünkü annemin kefesine giremezdi, katilin kefesine de girmek istemezdi. Bundan dolayı bana kelebek dememeliydi.

Ölüm en çok kelebeğe yakışıyordu, bundan dolayı kelebek denmişti bana.

Nefesine hançer saplamışım gibi bana bakan adam geriye doğru bir adım atarak bakışlarını benden çekip arkasındaki adama döndü. "Tolga, sana söylediklerimi yarım saatte kadar yapmış ol." Az önce telefonda konuştuğu kişi miydi bu? Bakışlarım Tolga'yı bulduğunda o kafasını olumlu anlamda salladı ardından bakışları beni bulurken Kıraç'a döndü.

"Bu arada Özgür Onur Kaya'yı depoya götür-"

Kıraç aniden Tolga'ya baktığında bakışlarında ne gördü bilmiyorum ama sertçe yutkunan adam sırıtıp "Tamam, sakin ol, sakin ol," diyerek geriye doğru bir kaç adım attı. "Ben sana lazımım daha."

Kıraç sinirle, "Tolga, siktir olup gitmen için üç saniyen var," demişti ki, Tolga hızla arkasını dönüp gitmeye başlamıştı bile. Bu durum karşısında bazı korumalar gülerken bir kaç kişi de Tolga'ya katılıp onunla birlikte bahçedeki siyah arabalara bindi ve açılan büyük demir kapıyla birlikte bahçeden ayrıldılar. Onların gidişiyle bakışlarımı demir kapıdan alamadım, benim de gitmem gerekiyordu. Duru gelmeden önce evde olmalıydım. Bakışlarım kolundaki saatti buldu, altı olmuştu.

"Yetişmen gereken bir yer varsa iptal et. Bugün buradasın." Kıraç'ın sesiyle bakışlarım onu bulurken gözlerimi kocaman açarak kafamı hızla iki yana salladım.

"Olmaz! Duru eve gelmek üzere. Gitmem gerekiyor."

Kaşlarını çatarak "Duru kim?" diye sorduğunda sorusuyla birlikte ona baktım. Neden benimle bu kadar çok ilgileniyordu?

Kaşlarım istemsizce çatılırken "Ev arkadaşım," dedim sinirle. "Eve gitmem gerek. Onu evde tek başına bırakamam."

Gözleri kısılırken tıpkı soyadı gibi bana keskin bir şekilde bakıp kafasını olumlu anlamda salladı. "Haklısın, onu tehlikeli bir yerde bırakmamak gerek." Ne? Evimin tehlikeli olduğunu mu düşünüyordu? Tamam, çok güvenli değildi ama katil Duru'ya dokunmazdı, onun tek derdi bendim.

Kıraç "Evinin adresini ver, çocuklar arkadaşını alıp gelsin," dediğinde gözlerim şok içinde açıldı. Beni bırakmamakta kararlı olması yetmiyormuş gibi Duru'yu da mı buraya getirecekti? Gayet ciddi ifadesi karşısında afallayarak kafamı iki yana sallayıp kaşlarımı çattım.

"Amacın ne senin?! Beni burada zorla tutmazsın!" Sesim bahçede gür bir şekilde yankılanırken tüm korumaların içinde ona bağırmış olmamdan etkilenmeden üzerime doğru bir adım attı. Bu hareketi yüzünden hızla geriye doğru bir adım attığım da, sırtım kapı ile buluşmuştu. Kaçacak daha fazla yerim kalmadığında üzerime doğru iyice eğilen adam gözlerime keskin bir şekilde bakarak "Öyle bir tutarım ki, aklın şaşar," dediğinde korkudan kireç gibi olan yüzüme sakince baktı.

Bir eli usulca yüzümü bulurken parmağının tersiyle yanağımı okşayıp, önüme gelen siyah asi saç tutamımı kulağımın arkasına sıkıştırarak "Zorlama Kavin," dedi gözlerime bakarken. "Beni zorlama çünkü zorlarsan canını yakarım." Sözleriyle sertçe yutkunduğumda gözleri ince boynumu buldu, gözleri kısıldı. Bu sözleri tehdit değildi, daha çok olacakları söylüyor gibiydi. Israrla yardım etmek istiyordu ama onun yardımını istemiyordum ki ben!

Boynumdaki bakışları tenimi ısıtırken kaşlarını çatarak benden bir adım uzaklaşıp "Şimdi evinin adresini Deniz'e ver ve odana çıkarak çorbanı iç," dediğinde arkamdaki kapıyı açtı ve beni orada öylece bırakarak içeriye girdi. Onun gidişiyle nefes almak ister gibi kafamı kaldırdığımda sinirden ellerimi yumruk yaptım. Bana zorla anlatırmak istediklerini her birinin sonu olacaktı! Ne istiyordu bu adam benden?! Gözlerim öfkeden dolarken karşıma geçen bir adamla ona baktığımda "Adresi söyleyecek misiniz, yoksa Gökçe Hanım'ı arayarak ondan mı isteyeyim?" dediğinde kaşlarımı çatarak ona baktım.

"Gökçe Hanım kim ve adresimi nereden biliyor?"

"Kıraç Bey'in kuzeni, adresinizi bilmiyor ama öğrenmesi iki dakikasını alır," dediğinde sinirle ona bakıp "O zaman ara Gökçe Hanım'ını bulsun adresimi iki dakikada!" diyerek ona sırıtmı dönüp eve girdim.

Arkamdan "Dokunsan ağlayacak ama bağırıp çağırarak terör estiriyor!" diye homurdandığında, diğer korumaların güldüğünü duysam da onları umursamadan salona yürüdüm.

Az önce bana odana git diyen adamı elbette ki umursamayacaktım ayrıca orası benim odam falan değildi. Gözlerim sinirden dolarken fazlasıyla sade ve şık salona geçip koltuğa oturdum. Kollarını göğsümde toplayıp kafamı geriye attığında gözlerim yüksek tavanı buldu. Ben buraya nasıl düşmüştüm böyle? Kız kardeşine yardım etmekti tek amacım. Bu adam neden bana böyle davranıyordu? Ayrıca Yağmur neredeydi, onu en son üzerime kurşunlar yağarken hatırlıyordum. Korkuyla seslenmişti bana.

Hatırladığım şeylerle gözlerimden bir kaç damla yaş şakaklarıma doğru süzülürken, onun soğuk sesini duydum. "Kavin." Hızla elimin tersiyle göz yaşlarımı silip tavana bakmaya devam ettim. Bir kaç saniye sessiz kalıp "Konuşmayacak mısın benimle?" dediğinde cevap vermedim. Konuşmayacaktım, ben konuşmadıkça o da pes edecek ve bırakacaktı beni. Bırakmak zorundaydı. Bıkkın bir nefes alarak "Pekâlâ," dediğinde masaya bir şeyler bırakmış olmalıydı çünkü tabak sesi duymuştum. "En azından iki lokma bir şey ye, doktor kötü bir beslenme alışkanlığın olduğunu söyledi."

Kaşlarım istemsizce çatılırken sessiz kaldım. Evet, kötü bir beslenme alışkanlığım vardı, bazen hiç yemez yediğimde ise kısa sürede doyardım. Ama bu onu ilgilendirmezdi. Ben sessiz kaldıkça o sabırla beni bekleyip yanıma oturduğun da, kolunu kafamın olduğu yere koydu ve eliyle başına destek vererek yüzüme baktı. Bana o kadar yakındı ki, nefesini hissediyordum. Kaşlarım istemsizce daha çok çatılırken yüzümü izleyerek "Dün gece Yağmur'un attığı adrese geç kalmamın nedeni oraya uzak olmamdı," dedi usulca. Bana açıklama yapma zahmetine girmesine gerek yoktu, umursamıyordum onu.

Derin bir nefes alarak kafasını yana eğdi. "Silah seslerinin duyduğum an sizin bana yolladığınız adresten geldiğini anladım. Sesler o kadar şiddetliydi ki, arabayı nasıl kullanacağımı bilemedim." Biliyorum, o sesler bizzat benim içindi. Derin bir nefes aldı. "Kavin, arabadayken benim kulaklarımı delen o sesler senin üzerine yağıyordu. Sen nasıl dayandın buna?" Sorusuyla birlikte gözlerimden bir kaç damla yaş şakaklarıma düştüğünde derin bir nefes alarak boşta ki eliyle şakaklarıma dokunup o göz yaşlarımı işaret parmağının tersiyle sildi.

"Eğer arabayı tam zamanında durdurmasaydım ölmene sebep olacaktım ben." Çektiği vicdan azabı mıydı? Bundan dolayı mı beni zorluyordu? Sakin tutmaya çalıştığı sesiyle "Kavin," dedi cevap vermemi bekler gibi. "Sana bunu yapan kim? Bu durumu nasıl kabullenirsin?" Mesajı okuduğu için söylüyordu bunları çünkü açıkça tehdit edildiğim o mesajla ortadaydı. Belki gece olanları yalanlar söyleyerek savuşturabilirdim, ne de olsa bana değen bir kurşun yoktu ve o yanımıza geldiği an kurşunlar susmuştu ama o mesajı okuduğu için bu ihtimal ortadan kalkmıştı. Tehdit edildiğimi biliyordu, ama on yedi yıl boyunca bunun sürdüğünü bilmiyordu.

Bu yolda kimleri kaybettiğimi de bilmiyordu ve asla bilmeyecekti. Yavaşça ona döndüğüm de, yüzlerimiz arkasındaki mesafe azımsanmayacak kadar düştü. Kaşları bu durum karşısında çatılırken geriye çekilip "Benim hayatımı sorgulama hakkın yok Kıraç Keskin," dedim ayağa kalkarak. Bakışları keskin bir şekilde beni bulduğun da gözlerini kıstı. "Sen gidip kız kardeşin ile ilgilen, depoda ki kocasını döv. Bir şeyler yap ama benden uzak dur."

Tek kaşını usulca kaldırıp olduğu yerden bana baktı. Ben üstte olsam da onun bakışları daha üstündü. Yüzünde en ufak bir ifade dolanmazken "Pekâlâ," dedi ayağa kalkıp karşımda durarak. "Peşindeki herif geri sayımı başlatmış, sen usulca ölmeyi bekle bakalım. Ama sana üç saat veriyorum." Gözleri ürkütücü bir şekilde gözlerimi bulduğunda kokusunu duyabileceğim ama tarif edemeyeceğim kadar yakınımda durdu. "Üç saat boyunca düşün ve kararını ver. Kararın ne olursa olsun saygı duyacağıma emin olabilirsin."

Bana sırtını dönüp üst katta çıktığında olduğum yerde durarak omuzlarımı yenilgi içinde düşürdüm. Kıraç tamamıyla gözden kaybolunca kendimi koltuğa bırakarak yüzümü avuçlarımın arasına alıp acıyla saçlarımı çekiştirdim. İstediğim şey buydu, ama neden bu şekilde konuşması canımı yakmıştı ki? Hayır, yine bir umudun peşinden koşmazdım, benim yollarımda dikenler vardı, o yolu tekrardan yürüyemezdim.

Ben o dikenli yollarda kayıplar vermiştim. Bir daha o yola adım atamazdım.

Gözlerimden düşen yaşlarla usulca ağladığımda, en az bir saat boyunca dediği gibi düşündüm. Ama kararım hâlâ değişmemişti çünkü ağır bir bedel ödemek zorunda kalmıştım, bir daha gerçeği deşmeye cesaret edemezdim. Saat yedi olduğunda önümde ki çorbaya baktım, buz gibi olmuştu. Umursamadan ayağa kalkıp bahçeye açılan camdan duvarın dibinde durdum. Burası bahçenin ön kısmıydı. Büyük bir havuz, kış bahçesi, yapay bir göl ve köşede duran bir çardak vardı. Biraz daha uzakta ise küçük bir bahçe. Birden fazla çiçeğin bulunduğu bahçede gözlerim sadece kırmızı güllerin üzerinde dururken büyük cam kapıyı açıp bahçeye çıktım.

Doğrudan bahçeye açılan kapı fazlasıyla hoşuma gitmişti. Ben bahçeye çıktığım an burada da duran korumaların bakışları beni bulurken ismi çok büyük bir ihtimalle Deniz olan adam bana bakıp kaşlarını çattı. Üzerimde ki kıyafet ince olduğu içindi sanırım bu bakışları çünkü hava düne göre daha soğuktu. Zaten 7 Ekim'ler asla sıcak olmazdı ki. Onları umursamadan bahçeye doğru yürüdüğümde, kırmızı güllerin yanına dört dakika yürüdükten sonra varmıştım. Bu bahçe de tıpkı ev gibi oldukça büyüktü.

Bakışlarım kırmızı güllerin üzerinde dururken eğilerek toprağın üzerinde durup koyu bir güle doğru uzandım. Yüzümde buruk bir tebessüm oluştuğunda "Merhaba," diye fısıldadım onu elime alarak. Kokusunu içime çektiğim de, "Annem gibi kokuyorsun," diye konuştum geriye çekilerek. Bahçedeki adamlar bana çatık kaşlarla bakarkan ilk kez çiçeklerle konuşan birini görüyorlarmış gibi şaşkınlardı. Onları umursamadan toprağa oturdum ve dolan gözlerimle "Aranızdan birinizi alabilir miyim?" diye sordum masumca. "Annemin mezarına dikmek istiyorum."

"Ecrin?" Duyduğum sesle bakışlarım hızla arkamı bulduğunda, şaşkınlık içinde "Duru," diye fısıldadım ayağa kalkarken. Gerçekten onu bulup getirmişlerdi.

Korku dolu gözlerle bana bakarak "Senin burada ne işin var?" diye sorduğunda arkasındaki adamlara bakarak bana döndü. "Peşindeki kati-"

"Sesiz ol," diyerek onu uyardığımda, dolan gözleriyle bana baktı. "Neler oluyor Ecrin? Bu adamlar senin burada olduğunu söylediler. Dün gece olanları da anlattılar." Gözlerinden bir damla yaş düştü. "Ben seni kaybetmek istemiyorum." Çaresizce ağlamaya başladığı anda dolan gözlerimle ona hızlıca sarılıp "Sakin ol," diye mırıldandım gülerek. "Öldüğüm falan yok benim. Sana söz verdim hem, bak tuttum sözümü. Beni sapasağlam gördün işte."

Sinirle kafasını iki yana sallayıp "Dün gece üzerine yağan tek bir kurşun bile buna engel olabilirdi, biliyorsun değil mi?" diye sorduğunda geriye çekildi. Yüzüm düşerken omuzlarımı yenilgi içinde bıraktım. Bilmediğimi mi da sanıyordu? Bende çok yorulmuştum bu olanlardan ama dayanmaktan başka çarem yoktu ki. Zaten ölmeme beş ay yirmi gün kalmıştı. Biraz daha dayanmam gerekiyordu sadece.

"Duru-" dediğimde beni sertçe böldü.

"Hayır Ecrin, ben oturup senin ölmeni senin gibi beklemeyeceğim." Gözyaşlarını sertçe silip bana baktı. "Gökçe anlattı bana her şeyi, eğer Kıraç'ın teklifini kabul edersen o katili bulabilirler." Ne? Kaşlarım istemsizce çatılırken Duru bir anda buz gibi ellerimi tutarak yalvarır gibi baktı gözlerime. "N'olur kabul et Ecrin. Sen ölürsen ben yaşayabilir miyim sanıyorsun?"

Gerçekleri öğrendiği günden beridir benim için endişe ettiğini biliyordum ama onları böyle bir olaya sürüklemeyeceğimi o da biliyordu. Gözlerim yavaşça dolarken kafamı iki yana sallayıp "Yapamam," diye fısıldadım çaresizce. "Egemen'den sonra böyle bir şey yapamam."

Onun da gözlerinden yaşlar düşerken "Egemen yapmanı isterdi," dedi, dizlerimin üzerine çökerek ağlamaya başladım. Bu durumun benim için kolay olduğunu mu sanıyorlardı? Egemen benim yüzümden ölmüştü! Katil onu sırf kendisini araştırıyor diye öldürmüştü! O kadarına bile tahammül edemeyen bir adam kim bilir bunlara ne yapardı? Duru'da benim gibi dizlerinin üzerine çökerken bana sarılarak "N'olur kabul et Ecrin," dedi yalvarır gibi. "Annenin katili ve Egemen'in infazını gerçekleştiren adamın seni de yok etmesine izin verme. Yalvarırım yapma bunu."

Göz yaşlarım şiddetle akarken güllerin yanında ağlayarak kafamı iki yana salladım. Korkuyordum, yapamazdım. Anlamıyorlardı ama yapamazdım. Benim Egemen'e nasıl veda etmek zorunda kaldığımı Duru bile bilmiyordu ki, yapamazdım. Hıçkırarak "Yapamam!" diye yakındığımda, kafamı kaldırıp Duru'ya baktım. "Egemen'in ölümünden sonra bir kez daha o katile kafa tutamam!"

"Ecrin."

Duru'nun hemen arkasındaki sesle donup kaldığım da, Duru'da hızla kafasını arkaya çevirip gelenlere baktı. Yağmur, Tolga, Kıraç ve Gökçe olduğunu düşündüğüm bir kadın vardı karşımızda. Tabi yanlarında bir adam daha vardı. Bu da Özgür olmalıydı, Yağmur'un eşini depoya götüren adam. Hepsi bana üzgün bir şekilde bakarken Yağmur gözünden düşen bir damla yaş ile "Duru haklı," dedi çaresizce dudaklarını dişlerken. "Bırak Kıraç bulsun o katili."

Bahçede ki korumalara kadar herkes bana acıyarak bakarken bakışlarım onların aksine ifadesizce beni izleyen adamı buldu. Bakışları titreyen bedenim üzerindeydi ve kaşları çatıktı. Sanki söylenen onca şeyi duymamış gibi sadece bedenime bu kadar çok yükleniyor olmama kızıyor gibiydi gözleri. Hiçbirini umursamadan ayağa kalkıp göz yaşlarımı sertçe silerek Kıraç'a doğru yürüdüm. Her birinin acıyan bakışındansa Kıraç'ın kızgın bakışlarını yeğlerdim. Tam karşısında durduğum adama bakmak için kafamı usulca kaldırmak zorunda kaldığımda, o da bana bakmak için kafasını hafifçe eğdi.

Uçurum vardı aramızda, adım atmak isteyenin dibi boylayacağı bir uçurum.

Bana atacağı her adımın sonunda ölüm vardı.

Bundan dolayı izin veremezdim ona. Ölüme yakın biri olduğumu ilk kez ona kanıtlamak ister gibi boş bakışlarımı gözlerine diktiğimde, sanki orada ilk kez hiçbir duygu görmüyormuş gibi aniden kaşlarını çattı. Cevabımı öğrenmişti, üç saat dolmasa da cevabımı öğrenmişti. Bana olan bakışları bu kez yenilgiyi kabul eden bir ifadeye bürünürken sessizce anlaştığımızı varsayıp "Duru," dedim acıyan boğazım yüzümden kısık bir sesle konuşarak. "Hadi, eve gidelim artık." Geceden beridir yaşadığım şeyler yüzünden artık ayakta duracak halim kalmamıştı.

Herkes şaşkınca bana bakarken Duru "Ecrin," dedi acıyla inleyerek. "Yapma lütfen." Eğer benim tam olarak ne yaşadığımı bilseydi, hâlâ ısrar etmeye devam eder miydi?

Yağmur, "Lütfen Duru'yu dinle Ecrin," dediğin de, kafamı iki yana salladım ve geriye çekilerek Duru'ya döndüm. "Gidelim." Son kararımı vermiştim ve bundan asla geri dönmeyi düşünmüyordum. Duru'nun gözlerinden bir kaç damla yaş usulca döküldüğünde son kez bahçedeki kırmızı güllere baktım ve yürümeye başladım. Belki Duru da arkamdan gelir diye bir an önce çıkmak istiyordum bu bahçeden ama attığım ilk adımda şiddetli bir ses duyduğum da, kaskatı kesildim. Tıpkı gece duymak zorunda kaldığım sesler gibi aniden bastıran kurşun sesleri çıldırmama sebebiyet verirken kolumdan aniden tutulup çekildiğim de, gözlerim kocaman açıldı.

Ateş altındaydık!

Kıraç öfkeyle "Tolga Yağmur'u koru!" diye haykırdığında, bahçedeki korumalarda karşı atağa geçmişti. Nereden geldiğini bile kestiremediğim kurşunlar üzerimize dün gece ki gibi yağarken, kardeşi yerine beni koruyan adamın göğsüne sığınarak beyaz gömleğini sıkıca kavradım. Deli gibi titreyen bedenime bir kolunu sarıp diğer koluyla da belindeki silahı çıkardığında gözlerim kocaman açıldı. O da tıpkı adamları gibi ateş etmeye başlarken her bir kurşun sesiyle geceyi hatırlıyor biraz daha titriyordum. Gözlerimden dökülen yaşlarla bu kez yalnız olmadığımı bildiğim için hızla Duru'ya baktım.

Neyse ki isminin Özgür olduğunu düşündüğüm adam onu tıpkı Kıraç'ın beni göğsüne çektiği gibi göğsüne çekmiş ve karşı atağa geçmişti. Duru hıçkırarak ağlayıp onun göğsünde titrerken onlara doğru bir adım atmıştım ki, Kıraç ne yaptığımı anlamış gibi öfkeyle beni daha sıkı kavradı. "Kafayı mı yedin sen?! Rahat dur!" Yüzüme karşı bağırması umurumda değildi. Gözlerimden akan yaşlarla ona bakarak "Duru'yu korumam lazım," demiştim ki, kafamı tutarak göğsüne bastırıp adeta hırlar gibi "Özgür koruyor zaten aptal kelebek!" diye bağırdı.

Bana kelebek dememeliydi ama ağzından kaçmıştı bu kez.

Bilerek dememişti ve hatta dediğinin farkında bile değildi.

Ölüme yakın olduğum her an katil tarafından duyduğum kelimeydi bu. Bu kez beni koruyan adam söylemişti, hem de katilimden korurken. Bu durum karşısında afalladığımda, göğsünde duran suratım yüzünden ne Özgür'ün koruduğu Duru'ya bakabiliyordum, ne de diğerlerine. Her şey benim yüzümden oluyordu, farkında değiller miydi? Benimle anlaşmaya çalıştıklarında bile üzerlerine kurşunlar yağmıştı. Ya kabul etseydim tekliflerini? Katil o zaman ne yapardı onlara? Gözlerimden dökülen yaşlar Kıraç'ın gömleğini ıslatırken acı dolu bir inilti duyuldu, ancak bu Duru'nun sesi değildi.

Yine de beni rahatlatmayan bu durum karşısında kafamı geriye çekmeye çalıştığım da, Gökçe'nin çığlığını duydum. "Yağmur! Yağmur bana bak! Tolga bir şeyler yap! Vuruldu! Allah kahretsin açmıyor gözlerini! N'olur bir şeyler yap!" Zamanın donduğunu hissettiğim de, Kıraç'ın bedeni taş kesilirken kurşun sesleri intikam alınmış gibi yavaşça kesilmeye başladı. Ve Özgür haykırarak "Arabaları hazırlayın!" diye bağırdı kurşun sesleri tamamen kesildiğinde. "Tolga Yağmur'u taşı! Gökçe sen de Duru ve Ecrin'i eve götür." Adeta herkese emirler yağdıran Özgür hâlâ beni tutan buz kesmiş adama bakarak "Kıraç, gidelim!" diye bağırdı ve bir kez daha benim yüzümden birinin canı yandı.

Ve bu kişi hamile bir kadındı.

Kabul etmediğim halde olmuştu bu. Bana doğru uzatılan her el ölüme davet ediliyordu. Kıraç benden aniden uzaklaştığında tüm gücüm bir anda tükendi ve dizlerimin üzerine düştüm. Bakışlarım toprağı bulurken gözlerimden akan bir damla yaşla çaresizce nefesimi tuttum. Ölüm benim etrafımda dolanan karanlık bir bekçi gibiydi. Bana doğru atılan her adım önce ölüme atılıyordu ve yıllardır olduğu gibi kimse onu atlatıp bana ulaşamıyordu. Ben ölene kadar bu böyle olacak, ölüm önümde durmaya devam edecekti. Boş bakışlarımın ardından bir damla göz yaşım daha intihar edip toparlakla buluşurken, bu kez gerçek anlamda kana bulanan boğazımla acı dolu bir çığlık koptu dudaklarımdan, göğü inletti sesim.

Bu yükü de kelebeğin kanadına yüklemişlerdi. Oysa yanıktı kelebeğin kanatları, yanıktı yüreği gibi.

Loading...
0%